Her Dönemde Yakın Tehlike: Faşizm

NEDEN KONU FAŞİZM?

Yaşadığımız dönemde, çeşitli bölgelerde ve çeşitli toplumlarda gözlemlediğimiz siyasal, ekonomik, yargısal, eğitsel ya da diğer alanlara ilişkin olaylar aklımıza sürekli aynı soruyu getirmektedir: Dünya nereye gidiyor?

Dünyanın nereye gittiğini anlayabilmek için de bazı tanımlamalara ve kavramsallaştırmalara ihtiyaç duyuyoruz. Avrupa’da yükselen işsizlik, enflasyon ve sosyal huzursuzluklar, sağ siyaset, ırkçılık, göçmen politikalarının sertleşmesi, Asya’da ve Afrika’da yükselen dinci-ırkçı siyaset ve dinsel baskılar, mezhep çatışmaları küreselleşmenin idealleriyle pek bağdaşmamaktadır. Bu çelişkiler de bizi faşizm hakkında yeniden düşünmeye itmiştir.

Bu çalışmada öncelikle faşizmi tanımlamaya ve temel özelliklerini ortaya koymaya; buna ek olarak faşizmin coğrafi açıdan Avrupa ve tarihsel olarak ikinci dünya savaşı dönemine özel bir siyasal olgu olup olmadığı, her dönemde yaşanma potansiyeline sahip olup olmadığı üzerinde durmaya çalışacağız. Yöntemimiz, ağırlıklı olarak tümdengelim ekseninde, faşizmin oluştuğu küresel, bölgesel, toplumsal, ekonomik dokunun temel yapısından ve üretim-egemenlik ilişkilerinden yola çıkarak faşizmi yaratan etkenleri ve bu etkenlerin belirleyiciliği altında ve egemen çıkarlar doğrultusunda şekillenen faşizm olgusunu çözümlemeye çalışmak olarak özetlenebilir. Biz bu yöntem dahilinde, etkenlerin öz itibariyle oluştuğu her dönemde faşist tehlikenin yakın olacağını ortaya koymaya çalışacağız.

2. FAŞİZM NEDİR?

Pek çok konuda olduğu gibi, bakış açısı ve önemsenen noktalar değiştikçe faşizmin tanımı da değişmektedir. Yani tanımı yapan paradigmaya göre faşizm algılaması ve ortaya çıkan faşizm tanımı önemli farklılıklar gösterebilmektedir. Biz, yöntemimize uygun olarak, faşizmi doğuran koşulları ortaya koymakla başlayacak ve faşizmi, üzerinde şekillendiği sosyolojik temel doğrultusunda anlaşılır kılmaya çalışacağız.

Ayşe Buğra’nın Karl Polanyi’den aktardığı gibi “Avrupa faşizmini anlamak için Richardo İngiltere’sine bakmak gerekmektedir”.[1] Gerçekten de Richardo İngiltere’sinde liberal düşünce, sanayileşmenin de etkisi altında, kapitalistleşme, serbest girişim, özel mülkiyet gibi kavramlardan oluşan bir düşünce zeminine oturmuştur. Tarımda makineleşme ve tekelleşmenin etkisiyle topraksız kalan köylüler, işsizlik ve açlık nedeniyle, emeklerini satmak amacıyla kentlere göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu işsiz göçmen kitle bir taraftan sanayi kentlerinde işçi olarak emilirken diğer taraftan metalaştırılmış, göçün sürmesi ve makineleşmenin atıl emek(işsizlik) yaratması gibi nedenlerle de bollaşıp ucuzlamış ve yoksullaşmıştır.[2]

Bu durum işverenler için neredeyse bedava emek girdisi ve dolayısıyla yüksek kârlar anlamına geliyordu. İşte bu nedenle işverenler emek piyasasında “sözleşme hürriyetini” savunuyorlar ve devlet müdahalesini istemiyorlardı. Liberal düşünürler de işverenlerle birlikte hareket ederek, bu korkunç sömürüyü meşrulaştırmaya çalışıyorlardı.(Burada örnek olarak ünlü Tunç Kanunu hatırlanmalıdır.)

Siyasete egemen olan liberal düşünce ve kapitalist sermaye, piyasaları serbestleştirme adına, aşırı sömürüyü yasallaştırmaktan kaçınmıyordu. Öncelikle, tarımsal nüfusa koruma sağlayan tahıl yasaları kaldırıldı. Daha sonra, verilen ücret ne olursa olsun insanları çalışmaya zorlayan ve direnenleri yardım adı altında bir çeşit hapishaneye tıkan “yoksullar yasası” çıkarıldı ve ücretler üzerindeki denetime son verildi. Tüm bu liberal hamlelerin altında yatan asıl amaç devletin müdahale etmediği bir emek piyasası oluşturmaktı.[3] İngiltere’de ortaya çıkan bu anlayış ve politikalar kapitalistleşmeyi takiben diğer Avrupa ülkelerine de yayılmıştır.

Ayşe Buğra’nın Polanyi yaklaşımını açıklarken ifade ettiklerinden yola çıkarak: 20. yüzyılın başında faşizmi yaratan temel etkenin, ekonomik ve toplumsal düzene egemen olan liberal düşüncenin her şeyi metalaştırması, mal ve emek piyasalarında serbestlik adına korkunç sömürü ve sosyal adaletsizlik yaratması, olduğunu söyleyebiliriz.

Faşizmin, ortaya çıktığı iklimin temel özelliğini ortaya koyduğumuz kabulünden yola çıkarak tanımını yapmaya girişmeden önce, her tür tanımlamada tanımlanan nesneyi veya olguyu sınırlandırmanın ve onun belli özelliklerini öne çıkartmanın kaçınılmaz bir sorun olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz.

Faşizmi kurumsal açıdan ele alan açıklamalarda, güçler ayrımına son verilerek yasama ve yürütme erklerinin yürütme lehine bütünleştirilmesi, devlet aygıtının genişlemesi ve toplumun korporasyonlar temelinde kontrol altına alınması türünden olgulara ağırlık verildiği gözlenmektedir. Ekonomi-politik merkezli tanımlamalarda, faşizmin, kapitalist sömürü koşullarında oluşan sınıfsal gerginliği tekelci sermayenin çıkarları lehine manipüle etme özelliğine vurgu yapılmaktadır. Hukuksal ve felsefi açıdan ele alındığında ise özel mülkiyeti temel almakla birlikte liberalizmin ferdiyetçiliğinin reddi ve ferdin devlet içerisinde eritilmesi, kişisel özgürlüklerin yerine devletin katı düzenlemesi altında toplumsal görevlere adanmışlığın getirilmesi türünden özelliklerini öne çıkaran tanımlamalara rastlanmaktadır.[4] Hatta faşizmin iktisadi hayata getirdiği hukuksal kısıtlamaların zayıfı koruyucu nitelik taşıdığı ve bu amaçla teşkil edildiği dahi ileri sürülmüştür.[5] Bu bakış açılarının çeşitli bileşimlerde sentezlenmesinden oluşan ayrıntılı faşizm tanımlamalarına ansiklopedilerde de rastlanmaktadır.[6]

Faşizmin tanımını verebilmek için çeşitli faşist iktidar dönemlerinin özgül niteliklerini değil ortak yanlarını ele almak gerekmektedir. Bu yaklaşımla faşizm: kapitalist eşitsiz gelişme ve derin sömürü koşullarında meydana gelen ekonomik ve sosyal çöküntü dönemlerinde, bu çöküntüden büyük zarar gören küçük burjuva ve orta sınıfta oluşan huzursuzluk ve dinamizmin işçi sınıfıyla işbirliği içerisinde siyasi harekete dönüşmesini engellemek amacıyla tekelci sermaye gölgesinde katı devlet denetimine ve güdümüne dayanan bir kontrol mekanizması olarak tanımlanabilir.

Bu mekanizma, toplumsal yapıyı devlet kontrolüne alabilmek için, o toplumun özgül niteliklerine göre, kişisel ve toplumsal özgürlükleri kısıtlama; devleti, lideri veya ülküleri kutsallaştırarak, fertleri bu kutsallara yönelik ödevlerle baskılama; koyu milliyetçilik, etnik-mezhepsel ayrımcılık, tektipleştirme ve törensellik gibi farklı farklı araçları içerebilmektedir. Ancak toplumsal kontrolün temel ve yönlendirici unsuru, işçi ve işveren sendikalarından, çeşitli meslek örgütlerinden temsilcilerin ve yüksek devlet memurlarının iştirakiyle oluşturulmuş ve böylece devlet güdümüne alınmış üst yapısal ekonomik kurumlar (korporasyonlar) dır.

Faşizm işçi örgütlenmesini reddetmemiş fakat onu korporatif anlayış içerisinde devlet kontrolüne alarak soysuzlaştırmıştır. Zaten faşizmin temelinde üretim ve tüketim ilişkilerini korporatif bir yapıda devlet kontrolüne alarak dolaylı yoldan tekelci sermayenin kontrolüne bırakmak amacı yatar.[7]

3. FAŞİZM NEDEN ALMANYA VE İTALYA’DA TÜREDİ?

20. asrın ilk çeyreğinde Liberal düşüncenin ve kapitalist üretim düzeninin belirleyiciliği altında aşırı üretim krizi olarak adlandırılan bunalım dönemine girilmiştir. Ücretlerin aşırı düşüklüğü, gelir dağılımı adaletsizliği ve tekelleşme nedeniyle işçi sınıfı, orta sınıf ve küçük burjuvazi çok yoksullaşmış, aşırı üretimi emebilecek bir iç pazar kalmamıştı. Batı Avrupa ülkeleri üretim fazlalarını sömürge ve yarı sömürge pazarlarda eritmeye çalışıyor ama Almanya ve İtalya gibi ikinci kuşak kapitalist ülkeler yeterli sömürge pazarına sahip olmadıkları için bunu yapamıyordu.

Bu ağır koşullarda çok zor duruma düşen geniş emekçi kitleler ve ekonomik durgunluk nedeniyle her şeyini tekelci sermayeye kaptırmakla karşı karşıya kalan küçük burjuvazi patlama noktasına gelmişti. Bu olumsuz şartlar nedeniyle çekiciliğini yitiren Liberal Kapitalizmin yerine, üretim ve paylaşım ilişkilerinin temel dokusunu zedelemeden siyaseti güçlendirecek bir şeyler koymak gerekiyordu. Çünkü Rusya’da Ekim Devrimi ile oluşan sosyalist rejim Avrupa’yı etkiliyor, oradaki sosyalistlere hem örnek oluyor hem de destek vererek kendi rejimini yayma girişimlerinde bulunuyordu. İşte, bu şartlarda Faşizm Avrupa egemen sermayesine de şirin görünmeye başlamıştı.[8] Örneğin Almanya 1935’e kadar Avrupa içerisinde siyasi açıdan tecrit edilmiş bir durumda iken, Hitler’in anti-bolşevist tutum takınması ve İspanya iç savaşında Mussolini ile birlikte hareket ederek sosyalistlere karşı Franco’yu desteklemesi ve buna ek bazı barışçı tavırlar sergilemesi Almanya’ya askeri ve ticari alanda yeni manevra alanları bırakılmasını sağlamıştır.[9]

Benzer şekilde Cengiz Uygur’un vurguladığı gibi, eşitsiz kapitalist gelişme sonucu Almanya, İtalya ve Rusya(ikinci kuşak) gibi ülkeler, uluslaşma ve kapitalistleşme açısından İngiltere, Fransa, Amerika (birinci kuşak)gibi ülkelere nazaran gecikmiş olmaları nedeniyle, kapitalizmin zayıf halkaları olarak kalmışlardı. Bu zayıf halkalarda, yukarıda anlatmaya çalıştığımız ekonomik sosyal nedenlerle ortaya çıkan devrim potansiyeli (Rusya hariç) sonuca ulaşamamış ve burjuvazi-toprak ağası ittifakına yenik düşmüştü (Nazizmin Alman Sosyalist İşçi Partisi bağrında yeşerdiği hatırlanmalıdır). Sosyalist hareketi yenen burjuvazi hem kapitalist sömürü koşullarını devam ettirme hem de yeni sömürge pazarları elde etme amacını gerçekleştirebilecek bir siyasal-militer dinamizme ihtiyaç duyuyordu ki, bu Faşizm ve Nazizm olmuştur.

İşte o nedenle faşist iktidarlar döneminde, sömürünün sınıfsal niteliğini örtecek ve kitleleri kontrol edip güdümleyebilecek bir ideolojiyi(milliyetçilik) devreye sokma; kamusal kurumları, propaganda kurumlarını(basın yayın vb) ve bürokrasiyi bütünleştirmek amacıyla sınırlandırma ve tek merkezden yönetme; siyasal temsil mekanizmasını güdümlü ve daha hızlı çalışır hale getirmek amacıyla egemen tek parti dışındaki muhalefetin tamamen devre dışı bırakılması gibi uygulamalara başvurulmuştur.[10]

Bu dönemde, kapitalizmin birinci kuşağında da her şey yolunda değildi. Hemen tüm kapitalist ülkelerde sosyalist hareketler devletin faşist uygulamaları ile karşılaşıyordu. Fransa’da Dreyfus Davas etrafında gelişen olayların Yahudi düşmanlığına varması, Amerika’da grevcilerin üzerine kapitalistler tarafından silahlandırılmış paralı askerler gönderilerek katliamlar yapılması (Jack London, Demir Ökçe’sinde bu olayları uzun uzun anlatır)* gibi örneklere her yerde rastlanmaktaydı.[11] 1920 yılında kapitalist coğrafyadaki liberal hükümetlerin sayısı 35 iken, 1938 itibariyle bu sayı 17 ye gerileyerek, yarı yarıya azalmıştı. Bu değişimin büyük bölümü faşizm yönünde olmuştur.[12] Yani faşizm sadece ikinci kuşak Avrupa kapitalizmine özel bir durum değildi. Ancak orada toplumsal yaşamın ve siyasetin merkezine oturmasının nedeni birinci kuşağa göre geç kapitalistleşmiş olmanın getirdiği üretim, hammadde ve pazar sorunlarıdır. O nedenle Mussolini ve Hitler ikilisi yayılma alanları aramışlar ve savaş ekonomisi uygulamışlardır.

Yoksa, Almanya’da Faşizmin Hitler’le başladığı zannedilmemelidir. Bu gün olduğu gibi o dönemde de ezilenlerin, yoksulların, işçilerin sosyal, ekonomik haklarını ve örgütlenme özgürlüklerini savunan sosyalistler sık sık faşizmin hedefinde olmuşlardır. Örneğin Almanya’da hem de henüz Hitler gelmeden 1905 yılında II. Wilhelm “önce sosyalistleri kurşuna dizmek, kafalarını uçurmak ve zararsız hale getirmek, ondan sonra da dışarıya karşı savaş açmak” tan söz ediyordu.[13]

4. FAŞİZM YERİNE BU KEZ REFAH DEVLETİ?

Faşizmin oluştuğu koşulları inceleyip düşününce akla ister istemez şu soru gelmektedir: I. Dünya Savaşının yarattığı tahribat ve eşitsiz kapitalist gelişme koşulları altında Avrupa’nın özellikle ikinci kuşak kapitalist rejimlerinde faşizm olgusu kristalize olurken neden II. Dünya Savaşından sonra o ülkelerde veya benzer niteliklere sahip olan diğerlerinde Faşizm kendini tekrar göstermemiştir?

Bu soruya doyurucu bir cevap verebilmek için savaş sonrası şartlara dikkatli bakmak gerekmektedir. Özetle ifade edelim: II. Dünya Savaşı Avrupa’daki fiili ve potansiyel emek gücünü cephelerde yutup yok etmiştir. Buna ek olarak “beşeri fiziki çevre” onarımı güç bir yıkıma uğramış, kentler yaşanabilir mekânlar olmaktan çıkmış, her tarafta açlık, yoksulluk ve salgın hastalıklar temel sorun haline gelmiştir. Dolayısıyla Avrupa, üretemez ve yaşanamaz bir hal almıştır. Savaşın stratejik sonuçlarından biri de sosyalist SSCB’nin savaş sonunda galipler bloğunda yer almasıdır. Savaşı kaybeden taraf olduğu için, faşist cephe tüm bu yıkımdan sorumlu tutulmuş ve faşizm günah keçisi haline gelmiştir. Yani yenenler haklı yenilenler sorumlu kabul edilmiştir.

Avrupa’da, kapitalist üretim ve paylaşım ilişkilerinin devam ettirilebilmesi için, yeniden yapılanmaya ihtiyaç duyulmaktaydı. Ancak savaşın yol açtığı ağır yıkımın onarımı yüksek maliyetlere katlanmayı gerektirmekteydi. Kapitalist sermaye bu yükün altına bizzat girmek yerine devleti bu yükün altına sokmayı daha uygun görmüştür ve Avrupa devletleri özellikle Amerikan kaynaklı kredi ve yardımlarla (Marşhall Planı) finanse edilmeye başlanmıştır. Kentlerin ve ulaşım-haberleşme sisteminin yeniden inşası, yoksulluk ve sağlık sorunları, üretimin fiziki araçları ve üretici emeğin yeniden oluşturulması gibi ivedi, karmaşık ve zor sorunlarla boğuşmak zorunda kalan Avrupa devletleri, SSCB tarafından desteklenen ve devrim potansiyelini yakalamış sosyalist hareketle de karşılaşınca yapacak pek fazla bir şey kalmamıştı. Avrupa egemen sınıfları(Burjuvazi ve işbirlikçileri) ya her şeyi göze alarak sosyalist hareketle cepheden savaşacaktı ya da sosyalist hareketi manipüle etmenin yollarını arayacaktı. Henüz savaştan çıkmış, yorgun ve yıpranmış bir devlet ve yukarıda söz ettiğimiz alt yapı sorunları karşısında sosyalist hareketle uzlaşma yolları aramak ve bu sırada onu manipüle etmenin çaresine bakmaktan başka çıkar yol gözükmemekteydi.

Sol’a taviz vererek onunla uzlaşmanın ve Sovyetler’den gelen sosyalizm rüzgârını manipüle etmenin; aynı zamanda da kapitalist üretim ve paylaşım biçiminin gerektirdiği onarımı gerçekleştirmenin formülü kısa sürede bulundu: Sosyal Demokrasi.[14] Bu dönemde sosyal demokrat iktidarlar devlet eliyle ekonomik ve sosyal yapıya çeşitli müdahalelerde bulunarak savaş yıkıntılarını giderip yeni konutlar inşa etme, işsizliği azaltma, ücret düzeyine yasal alt sınır, gelir dağılımını iyileştirme, çalışanlara sağlık ve emeklilik güvenceleri sağlama, eğitimi devlet eliyle yaygınlaştırma ve ortalama süresini yükseltme gibi konularda önemli gelişmeler sağlamışlardır. Bu ve benzeri nedenlerle bu döneme “Refah Devleti” denmiştir.

Aslında, bu gelişmeler kapitalizmin uzun erimli çıkarlarıyla da örtüşmekteydi. Savaş teknolojisinin üretim alanına da yansımasıyla teknolojik gelişme ivme kazanmış, verimlilik artmış ve kapitalist üretim biçiminin sağlıklı ve bilgili iş gücüne olan ihtiyacı geçmişe oranla çok daha fazla artmıştı. Refah devleti, onun bu ihtiyaçlarının yanında çeşitli altyapı hizmetleri ve girdi avantajları da sağlıyordu.[15] Yani kısaca ifade etmek gerekirse yükselen sosyalizm ile mücadele etmeye ve egemenliğini sürdürmeye çalışan kapitalizm bu kez refah devleti trenine binmeyi kabul etmişti. Ancak bu kabulleniş geçiciydi. Çünkü refah devletinin yaptığı harcamaların büyük bölümü vergilerle finanse ediliyordu ve bu, kapitalist tekellerin kârlarında önemli azalmalar demekti. Nitekim SSCB’nin çökmesiyle birlikte Avrupa Kapitalizmi hiç vakit kaybetmeden bu trenden ineceğini dillendirmeye başlamıştır.[16] Günümüzdeki gelişmeler ve yükselen Sağ(Neoliberalizm) siyasete bu çerçeveden bakmak gerekir.

I. Dünya savaşı sonrasındaki krizini atlatabilmek için faşizmi üreten Burjuva Egemen Düzen, II. Dünya Savaşı sonrasındaki krizini atlatabilmek için de Refah Devletine bir süre katlanmıştır. Çünkü Burjuva Egemen Siyaset, devleti, kendisinin baskı aracı olarak örgütler ve tarihsel şartlara göre bazen bastırma bazen de uzlaşma amaçlı pratik değişikliklere gidebilir. Ancak öz hiç değişmez. Bu öz burjuvanın siyasi, ekonomik egemenliğidir. Uzlaşmaz bir kitle(işçi sınıfı) veya karşı hareket(sosyalist devrim) ile karşılaştığında faşizme yönelmekten kaçınmayabilir ve monarşik cumhuriyet, militarist diktatörlük, bonapartist bir baskı rejimi veya faşist bir diktatörlük görünümü sergileyebilir. Tehlikeli sular atlatıldığında ise baskıyı örten ve toplumsal gerilimi azaltan, sistemin vazgeçilmezi olan piyasalarda hareketliliği arttıracak bir olağan dönem formuna, yani parlamenter demokrasiye geri döner. Tarihsel şartlar uzlaşmaya zorladığında ise geçici olarak soysal demokrasiye katlanabilir. 1970’lerin sonlarında İtalya,da Yunanistan’da, Pakistan’da ve Türkiye’de yaşanan darbeler ve askeri yönetim dönemlerini de bu perspektiften değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla faşizmi yalnızca iki dünya savaşa arasında Avrupa’da ortaya çıkmış özgül bir rejim olarak algılamak doğru bir yaklaşım olmaz.[17]

5. YENİDEN LİBERALİZM VEYA TRENDEN İNİŞ

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaşın galipleri arasında yer alan Sovyetler’den gelen sosyalizm rüzgârlarından büyük güç alan Avrupa İşçi Sınıfı’nın taleplerine direnmek rasyonel bulunmadığı için, Avrupa Egemen Sınıfları, iktidarı Sosyal Demokratlara bırakarak, refah devleti uygulamalarıyla, sosyalizm baskısını atlatmaya çalışmışlar, Keynezyen ekonomi politikaları ve Fordist üretim teknolojilerinin de yardımıyla başarılı olmuşlardır.[18] Ancak Refah Devleti: toplumsal artığı emekçilerle adilane şekilde paylaşmaya hiçbir zaman gönüllü olmayan egemen burjuva sınıfı için, yaklaşık 30 yıl boyunca, alışkın olmadıkları vergiler, sosyal güvenlik payları ve baskısını giderek arttıran yüksek ücret ve sosyal haklar gibi emek lehine etkenler nedeniyle kârların azalması anlamına geliyordu. Belki tüm bunlardan daha da önemli olarak, 60’ların ikinci yarısıyla 70’li yıllar boyunca özellikle Avrupa’da sosyalist hareketin hızla yükselmesi ve iktidarı zorlaması; çevre(az gelişmiş) ülkelerin, sürekli merkez kapitalist ülkeler lehine kaynak aktarımı yaratan dünya sistemini, birleşmiş milletler nezdinde, sorgulamaları ve değişim talep etmeleri Amerika ve Avrupa egemen burjuvası için, Refah Devleti treninden inme vaktinin geldiğini göstermekteydi.[19]

Dolayısıyla, adilane paylaşım ilişkilerini hiçbir zaman içine sindirememiş olan burjuvazi, ülkesindeki kâr kaybını ikâme ettiği sömürgelerinde de dirençle(1973 OPEC krizi ile başladığı varsayılır) karşılaşmaya başlayınca refah devletinden dönüş sinyalleri vermeye başlamış ve sosyalist bloğun çökmesiyle de hiç vakit kaybetmeden (neo)liberalizm akımını dünyanın burnuna dayamıştır.

19. yüzyıl liberalizmiyle karşılaştırıldığında, neo-liberalizmde öz itibariyle yeni olan hiçbir şey yoktur. Teknolojinin her alana sirayet etmesiyle finans, mal ve emek piyasalarında yeni tekniklerle karşılaşılabilir, farklı ve karmaşık mülkiyet biçimleri(ilişkileri) görülebilir, ancak liberalizm 19. asırda ne söylüyor idiyse neo-liberalizm de bu gün aynı şeyi söylemektedir: Devletin –zayıfı koruma amaçlı dahi olsa- müdahalesini reddeden kişisel özgürlükler, (kutsal) serbest piyasa, sermayenin serbest dolaşımı (emeğin serbest dolaşımına hayır) vs.. Yani, benzetme yerinde ise, örtü farklı olabilir ama masa aynı masadır.

Egemen Burjuva, bu gün, liberal değerlere geri dönerek 19. yüzyıldaki mutlak egemenlik düzenini küresel hale getirebilmeyi ummaktadır. Ayşe Buğra’ya göre, özelleştirmeler, emek piyasasını düzenleyen kuralların ortadan kaldırılması, asgari ücrete kadar bütün düzenleyici kurumlara saldırılması gibi girişimler, toplumu ekonominin aksesuarı haline getirme amacı taşımaktadır. Çevrenin kontrolsüzce tahribi, tüm koruyucu önlemler kaldırılarak emeğin piyasada bir meta haline getirilmeye çalışılması, paranın spekülatif bir araç haline gelmesi nedeniyle büyük krizlerin doğması gibi olaylar 19. yüzyıl tarzı bir piyasa ekonomisine yönelişi gösteriyor.[20]

Avrupa Sol Partisi 2. Kongresi (2007) Sonuç Bildirgesi de Buğra’yı haklı çıkartır şekilde, küreselleşen finansal ve askeri kapitalizmin zorunluluklarından doğan neoliberal politikaların katlanılmaz bir sosyal gerilemeye sebep olduğunu ve Avrupa’yı, görülmemiş derecede ağır şartlar içeren bir çıkmaza sürüklediğini vurgulamıştır. Bildirgenin tümüne bakıldığında temel sorun alanlarının: işsizlik, sosyal güvencesizlik, toplu sözleşme haklarına yönelik saldırılar, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinden doğan adaletsizlikler, ekolojik bozulma, emekçi örgütlerine karşı planlı saldırılar, küresel ısınma, kapitalist üretim ve tüketim ilişkileri, çarpık kentleşme, savaş ve silahlanma, nükleer enerji, çarpık serbest rekabet, tek tipleştirme, ırkçılık, cinsiyete veya cinsel tercihe dayalı ayrımcılık, ötekileştirme olarak belirlendiği görülmektedir.[21]

Bir şeyi özellikle belirtmek gerekmektedir: Refah devleti uygulamalarının, düşük yoğunluklu da olsa, benzerleri çevre ülkelerde de Avrupa örnek alınarak, hatta İMF önerileriyle[22], uygulamaya konulmuş ve sosyal adalet açısından kayda değer iyileştirmeler sağlanmıştır. Ancak bu alanda da Avrupa’yı yakalamaktan çok uzakta kalan bu ülkeler, İMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi kuruluşlar eliyle neoliberal politikalara zorlanmalarının sonucu olarak ağır sosyal sorunların içine sürüklenmişlerdir. Söz konusu ülkelerin birçoğunda, spekülatif para hareketleri, bütçe açıklarını borçlanmayla finanse etmekten kaynaklı yüksek faiz, özelleştirmeler, dışa bağımlı ve yüksek maliyetli üretime yol açan tarım ve enerji politikaları, bütçe disiplini adına sosyal harcamaların kısılması, nüfusun görece genç olması gibi etkenlerin bir araya gelmesiyle birlikte, işsizlik aşırı artmış ve buna eklenen enflasyon, sosyal güvenlikten mahrum geniş kitleleri aşırı derecede ezmeye başlamıştır.

Kapitalizmin merkez ve çevre ülkelerinde, siyaset ve ekonomide neoliberalizm ile birlikte oluşan sosyal çöküntü, aşırı sağ partilerin güçlenmesine, milliyetçilik ve ırkçılığın yükselmesine sebep olmaktadır.[23] Ayrıca, günümüzde, ABD ve Avrupa’da artan sosyal sorunlar ve işsizlik ile birlikte göçmenlere karşı politik sertleşme ve yer yer ırkçı saldırılar yaşandığı haberleri süreklilik kazanmıştır. Yalnızca Avrupa siyasetindeki aşırı sağcı yükselişten hafızaları tazeleyecek birkaç örnek vermek bile konunun ciddiyetini göstermesi açısından yeterlidir:[24]

Avusturya, 1999 Seçimler, Haider, Parlamentoda 52 sandalye

Fransa, 2002 Cumhurbaşkanı seçimleri, Le Pen, ikinci oldu (% 18 oy)

Hollanda, 2002, Pim Fortuyn’in Listesi, toplam sandalyelerin 1/6’sını aldı (%17,1)

Danimarka, 2001, ırkçı “Danimarka Halk Partisi” %12 oy alıp ikinci oldu.

Belçika, 1999, Vlaams Bloc Partisi, 15 sandalye kazandı.

İsveç, Norveç, ırkçı partiler ikinci parti haline geldi.

İtalya, 2001, faşist Allianze National % 12 oy aldı.

İspanya, 2000, Partido Popular % 44,5 oyla hükümet kurdu.[25] (ancak 2008 seçimlerini sosyalistlerin kazandığını biliyoruz)

Kapitalist sermaye sınıfının, neo-liberalizm propagandaları altında egemenliğini küresel düzlemde mutlaklaştırma girişimlerinde önemli yol kat etmesinin yarattığı sosyal çöküntü ve siyasi tepkiler ile birlikte yükselen ırkçı aşırı sağ siyaset, ister istemez, II. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da, yetmişlerin sonunda da birçok Akdeniz ve Ön Asya ülkesinde yaşanan ırkçı-faşist yükselişi hatırlatmaktadır.

7. VARGI

Burjuva Demokratik Düzenin faşistleşmesiyle eş zamanlı olarak ırkçılığın yükseldiği, gözlenen bir gerçektir. İkisi arasındaki ilişki ekonmi- politik bir temele dayanmaktadır. Faşizmin, yukarıda açıkladığımızı düşündüğümüz temel üzerinde yükselmesi gibi ırkçılık da bu temel etrafında egemen burjuvanın tarihsel çıkarlarına hizmet eden bir ideolojidir. Yani faşizmin benimsetilip meşrulaştırılmasında kullanılan bir söylem biçimidir.

Irkçılık ve milliyetçilik: faşizmi yaratan eşitsiz gelişme, sermayenin genişleme, tekelleşme ve toplumu tahakküm altına alma hedefleri, ağır sosyal adaletsizlik, yoksulluk ve bunun yarattığı sol siyasal tepkiler gibi etkenler altında ortaya çıkan toplumsal kaynamayı kontrol altına alma ve toplum içerisinde yaratılacak ezici bir çoğunluğu tekelci sermayenin hedeflerine koşma amacına hizmet eden bütünleştirici söylemden başka bir şey değildir.

Bu söylem, çoğunluk tahakkümü yaratmak amacıyla o toplumun özgül durumuna göre bazen derinin rengi, dinsel-mezhepsel farklılıklar, göz, saç rengi gibi diğer fiziksel farklılıklar, bazen de çarpıtılmış etnolojik, tarihsel veriler kullanmak yoluyla üretilmiş sözüm ona bilimsel ayrımları referans alabilmektedir. Bu yönelimin asıl amacı, ekonomik temelli eşitsizlik ve adaletsizlikler üzerinde oluşan sınıfsal konumlanma ve mücadeleyi manipüle edip etkisiz hale getirmektir.

Başka bir ifade ile emperyalist ve tekelci sermaye, tahakkümü altında tuttuğu sınıfları bir taraftan sömürürken, bu sömürünün yol açtığı tahribatın sonucu olarak doğabilecek sosyal patlamayı önlemek ve kitleleri kontrol etmek için gerektiğinde faşizmi ve ırkçı-milliyetçi ideolojiyi çeşitli bileşim ve dozlarda kullanabilmektedir. Sosyal adaletsizliğin temeli olan ekonomik eşitsizliği ve sınıfsal farklılıkları örtebilmek için biyolojik, etnolojik, tarihsel çarpıtmalara dayanan yeni ayrımlar yaratabilmektedir. Tüm dünya toplumlarını türdeş bir küresel piyasa etrafında toplayarak tektipleştirmeyi kendi çıkarlarına uygun gören emperyalist sermayenin bir taraftan da kültürel, etnik, bölgesel farklılıklara özgürlük sloganları atmasını bu bakış açısıyla değerlendirmek gerekmektedir.

Özellikle 1980’lerden sonra, refah devleti döneminin tüm sosyal kazanımlarını, küreselleşme, uluslararası serbest finansal dolaşım, özelleştirme ve serbest rekabet adı altında geri almaya ve toplumsal düzenin mutlak egemeni olmaya çalışan liberal kapitalizm, neoliberal maske altında teknolojik gelişmelerden de yararlanarak bu amacına ulaşır ise yaratacağı sosyal-ekonomik adaletsizlik, işsizlik, enflasyon ve sefalet ortamı bizi 21.yüzyılın yeni faşizmlerine sürükleyebilir.


[1] “Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder ile Sosyal Politika Forumu’ndan”, Sunan: Ö. Marda, Özgür Radyo 10-08-2005

[2] Halis Çetin, “Liberalizmin Tarihsel Kökenleri”, s: 88-89, C.Ü. İİBF Dergisi, cilt3, say 1, 2002, s: 79-96; www.cumhuriyet.edu.tr/edergi/makale/134.pdf

[3]; John Gray “Sahte Şafak”, çev: Gül Çağalı Güven, OM Ekonomi-Politik, İstanbul 1999, s:18-21

[4] Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “Devirden Devire”, Bilgi Yayınları Ank 1975, cilt 2, s:87-91; Fikret Başkaya “Paradigmanın İflası”, Doz Yay. 1991,s:164; Esat Çam “Siyaset Bilimine Giriş İ.Ü Yayını 1981, s:420,446,460

[5] Francesko Messineo, “Batı Avrupa Memleketleri Hukukunda Akit Mefhumunun XX. Asırdaki Tekamülü” 16- 11-1960 Ankara Üniversitesi konferansı, çev: Haluk Tandoğan; http//auhf.ankara.edu.tr/dergiler/auhfd-arsiv/ AUHF-1960-17-01-04 AUHF-1960-17-01-04-Messinco.pd

[6] “Büyük Larousse”, Librairie Larousse 1986’ dan Miliyet için İnterpress Basın ve Yayın AŞ tarafından hazırlanmış Türkçe basım cilt 8; “Ana Britannica” Ana Yayıncılık ve Encyclopaedıa Britannica işbirliği ile yayımlanmış Türkçe basım, İstanbul 1988, cilt 8

[7] Cengiz Uygur a.g.m

[8] Fikret Başkaya a.g.e, s: 164

[9] Hüseyin Salihoğlu, “Alman Kültür Tarihi” İmge yay 1993; s: 196-197

[10] Hıfzı Veldet, a.g.e s: 80-95

* Okunması şiddetle tavsiye edilir.

[11] Cengiz Uygur “Faşizm ve Devlet Üzerine”, “Faşizm ve Devlet” içinde, Gelenek 2. Cilt, 11. kitap, Ekim 87, s: 15-33

[12] Zafer Toprak, “Türkiye’de ‘Sol Faşizm’ ya da Otoriter Modernizm” 1923-1946, 27 mayıs 2006, s: 8; www.obarsiv.com/cagdas_turkiye_seminerleri_0506.html

[13] Hüseyin Salihoğlu, a.g.e; s: 165

[14]Meryem Koray, “Görülmek İstenmeyen Gerçek: Sosyal Refah Politikaları ve Demokrasi İlişkisi”, www.calismatoplum.org/sayi5/Makale5/makale2, s:31; Birgül Ayman Güler, “Sosyal Devlet ve Yerelleşme”, www.yayed.org/resimler/ekler/4f23670e1833f3f_ek, s:2; John Gray, a.g.e, s:13

[15] Nihat Uçukoğlu, “Neo-Liberal Politikalar, Özelleştirme ve Sanayiye Etkileri”, www.metalurji.org.tr/dergi/dergi136/d136_5973, s:3

[16] Benzer bir değerlendirme için bkz. İlhami Alkan “Refah Devletine Artan Talep: Neoliberalizmin İnisiyatif Kaybı”, s: 23, “Türkiye’nin Sosyalist Seçeneği” içinde, Nazım Kitaplığı 2006, s: 23-37

[17] Cengiz Uygur, a.g.m, s:17-20

[18] Nihat Uçukoğlu, a.g.m, s: 3

[19] Korkut Boratav, “Geçmişe Dönüşü Savunarak İleriye Gitmek”, s:31-34, “Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi 2005 Bildirileri” içinde, Nazım Kitaplığı 31, İstanbul 2005, s: 31-40

[20] “Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder ile Sosyal Politika Forumu’ndan”, Özgür Radyo 10-08-2005

[21] “Avrupa Sol Partisi 2. Kongresi Sonuç Bildirgesi”, 25 Kasım 2007 Prag, www.european-left.org/fileadmin/download/spressfinal-declaration-tr_1_.pdf

[22] Nihat Uçukoğlu, a.g.m, s: 9

[23] Özlem Hançer “Avrupa’da Aşırı Sağın Yükselişi ve Nedenleri Üzerine Bir İnceleme: Fransa ve Almanya Örnekleri” Yük. Lis. Tez. Ank 2005, s:13-18, http://acikarsiv.ankara.edu.tr/fulltext/2640.pdf

[24] “Avrupa’nın Değişen Siyasal Çehresi”, http://ankarasgd.org/site/pdf/Avrupanin_yenicehresi

[25]Ayrıntılı bilgi için bkz: Özlem Hançer, a.g.t. s:33-43