Şemdinli ve İddianamesi

Şemdinli olaylarını izleyen gelişmelerden ileride toplumsal bellekte ne kalacak? Onlarca benzeri arasında unutulacak faili belirsiz bombalama olayları mı? Benzer gerginliklerin olduğu her yerde karşımıza çıkan, itirafçılar, bazı istihbarat görevlileri ve emniyet güçleri arasındaki karanlık ilişkiler yumağı mı? PKK’ya karşı mücadele ederken, aynı zamanda onu manipüle eden, ülkedeki siyasal konjonktüre göre gerginlik konusunda gaz veya fren pedalına basılmasını örgütleyen derin irade veya iradelerin varlığı mı? Eğer beklenmedik bir gelişme olmazsa, ileriki yıllarda Şemdinli deyince, içinde muhtemelen bütün bunlardan bir iki tutam bulunan ama büyük ölçüde gizli kalmış uğursuz bir ilişki ağının varlığı hatırlanacak. Üzerinden on yıla yakın bir zaman geçen Susurluk trafik kazasında ortalığa saçılan bilgilerden bugün ortak bellekte kalanlar gibi.

Halbuki Şemdinli davasının hazırlık soruşturması tutanağında ve savcılık iddianamesinde yer alan suçlamaların basına yansıyan bölümleri, söz konusu olanın sıradan bir provokasyon veya öç alma eylemi olmadığını, Meclis Araştırma Komisyonuna yansıyan ifadeleri kat be kat aşan, çok daha vahim suç iddialarının savcılık makamınca şüphelilere yöneltildiğini gösteriyor. Hazırlık soruşturması tutanağının basına yansıyan bölümlerini burada hatırlatalım:

“Sanıklardan Ali Kaya, isminin geçmesi nedeniyle 1998-2000 yıllarında Diyarbakır’daki aşağıda belirtilen suçları nedeniyle şüpheliler Tümen Komutanı Ali Karababa, Kurmay Başkan Aziz Ergen, Tümen Komutanı Ahmet Yavuz ve Habip Doğan haklarında ‘görevi kötüye kullanma, rüşvet ve kaçakçılık’ suçu nedeniyle; Orgenaral Yaşar Büyükanıt, Diyarbakır eski İl Jandarma Komutanı Eşref Hatipoğlu, Ali Osman Celasun, 76. kolordu Komutanlığı eski Kurmay Başkanı Erhan Tavşancı, 7. Kolordu Komutanlığı eski Kurmay Başkanı Reha Çatana ve Diyarbakır İl Jandarma eski Personeli Cemal Temizöz haklarında, ‘suç işlemek için örgüt kurmak, görevi kötüye kullanmak ve sahte belge düzenlemek’ suçlarından (...) tefrik edilip (...) Genelkurmay Başkanlığı’na gönderildiği anlaşılan dosyanın Ali Kaya yönünden takibine; (...) Dosyanın sanıklarından Astsubay Başçavuş olarak görevli Ali ve Özcan’ın anlaşarak devlet birliğini ve bütünlüğünü bozmaya yönelik eylemleri ve adam öldürmeye teşebbüs suçlarından sanıkların görev yerleri itibariyle amir olmaları nedeniyle halen Hakkari İl Jandarma Komutanı Erhan Kubat, Erhan Özbek ve Van Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Selahattin Uğurlu ve Yaşar Büyükanıt haklarında ‘görevi kötüye kullanmak ve ihmal’ nedeniyle (Erhan Kubat, Erdal Öztürk haklarında) adli yargılamayı etkileme suçları nedeniyle (şüpheli Büyükanıt hakkında) yine Van Savcılığı tarafından hazırlanıp görevsizlik kararı ile Bakanlık aracığılıyla Genelkurmay’a gönderildiği (...)”

İçinde yer alan askerî personelin sayısı, rütbeleri ve onlara yöneltilen suç ithamları dikkate alındığında, tutanak ve iddianame Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, sivil yargının askerî personele karşı yönelttiği en kapsamlı ve en ağır ithamları içeriyor. Bu açıdan, Şemdinli davası bir ilk oluşturuyor.

Cumhuriyet tarihinde subayların yargılanmaları ilk değil. Son örneği eski Deniz Kuvvetleri Komutanı olan yolsuzluk davasının büyüklü küçüklü benzerleri veya “çıkar amaçlı çete” kurma iddiasıyla yakın tarihlerde haklarında dava açılan azımsanmayacak sayıda subay var. Geçmişte başarısız darbe girişimlerini izleyen subay tutuklamalarını, idama kadar varan ağır cezaları veya Mustafa Muğlalı davasında olduğu gibi, bir generalin kasıtlı toplu adam öldürmek suçundan yargılanıp, hapis cezası aldığı Cumhuriyet tarihinde benzeri olmayan bir davayı da unutmamak gerekir. Ama yukarıda bir bölümü aktarılan suçlamaların bütünü dikkate alındığında, bunların diğer dava örneklerini nitel ve nicel olarak aştığı görülüyor. Ne sadece kişisel çıkar amaçlı bir yolsuzluk, ne münferit bir yetki aşımı, ne de başarısız bir darbe girişimi söz konusu. Savcılık iddianamesi, bu öğelerin bir kısmını içinde barındırıyor. Fakat diğer tüm örneklerden farklı olarak, askerî hiyerarşinin neredeyse kusursuz biçimde çalıştığını gösteren ilişkileri sergileyerek, görevlerini ifa ederken ve asli görevlerinin bir parçası olan kararlar ve eylemler nedeniyle asker kişileri itham ediyor. Bundan böyle siyasal tarihimizin önemli bir belgesi olacak olan bu iddianame, sivil yargının asker kişilere yönelttiği Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı suçlamasıdır. Genelkurmay Başkanlığı, adları geçen üst düzey subay için kovuşturma izni vermese de, burada yer alan suçlamalar ister istemez toplumsal belleğe kazınacaktır.

İddia makamının yapılanları çete faaliyeti olarak tanımlaması aşırı bulunabilir. Ama işlendiği iddia edilen suçların bir o kadar vahim olduğu olgusunu bu aşırı tabir ortadan kaldırmaz. Ayrıca yumurta atmanın da çete kurma suçu kapsamına girdiği bir hukuk düzeninde, bu tabirin iddianamede yer alan suçları tarif etmek için kullanılmasına şaşırmak, buna kızmak ancak kişiye göre değişen hukuk anlayışını savunmakla mümkün olabilir. Kısacası, savcının iddialarının doğru veya yanlış olmasının, iddiaların yeterli kanıtlarla desteklenmiş olması veya olmamasının ötesinde, iddianame ile toplumsal tahayyülde kapatılması mümkün olmayan bir gedik artık açılmıştır. Ordunun da sivil güçler tarafından denetlenmesinin olmazsa olmaz gereği bugünden itibaren çok daha güçlü biçimde gündemimizde olacaktır. Bundan böyle ulusal basına söz konusu iddiaların izini sürmek sorumluluğu düşmektedir. Medyanın apoletli olup olmadığının göstergesi, bu konuda basının önümüzdeki aylarda sergileyeceği tavır olacaktır.

İleride toplumsal belleğe kazınacak diğer olgu, Genelkurmay Başkanının Başbakanla yaptığı görüşmeden çıkarken ettiği sözlerdir: “Bu olay Silahlı Kuvvetlerin halkın gözündeki itibarını zedelemeye yönelik bir girişimdir. Silahlı Kuvvetleri savunmak, destek olmak ve sahip çıkmak sizin görevinizdir. Bu yapılmadığı takdirde, biz konuştuğumuzda, kendimizi savunmak zorunda kaldığımızda herkes bundan zarar görür. Bu durumdan başta ekonomi ve AB süreci olmak üzere herkes zarar görür.” Hilmi Özkök’ün, “TSK olarak en alt rütbelisinden en üst rütbelisine kadar Yaşar Paşa’nın arkasındayız” türünden laflarla biten bu beyanında dikkati çeken iki nokta var.

Birincisi, Türkiye’de Ordunun kendini savunma ihtiyacının ekonomik ve siyasal dengeleri olumsuz yönde altüst ettiğinin kabul edilmesi. Genelkurmay Başkanı, “bundan borsa bile zarar görür” derken, günümüz toplumunda neyin önemli neyin önemsiz olduğuna da TSK cephesinden işaret etmektedir. İsteyen burada dile getirileni bir tehdit olarak algılar, isteyen yeni koşullara TSK hiyerarşisinin uyum sağlama çabalarının bir ifadesi olarak bunları değerlendirir. Ama açıkça görünen olgu, TSK içinde bu iki eğilimin orta ve üst kademe subaylar arasından çok güçlü biçimde çatıştığıdır. Hükümetin, Parlamentonun, siyasetin, demokratik kurumların zarar görmesinin değil, borsa ve AB sürecinin zarar görmesinin önemli olması, günümüzde TSK’ya hakim olan pragmatik zihniyeti ele vermektedir. İşte bu zihniyet, günümüz TSK üst kademesi ile Türkiye orta sınıfının esas buluştuğu yerdir.

İkinci nokta, iddianamede sadece birçok üst rütbeli subayın adı geçmesine rağmen, Hilmi Özkök’ün sadece Büyükanıt’ın adını telaffuz ederek, diğer subaylar hakkında bir yorumda bulunmamasıdır. Bunu Genelkurmay Başkanının tüm şüphelileri korumak gibi bir tavır içinde olmak istememesi olarak yorumlamak mümkün.

Türkiye’de Ordu dışında, “kendini savunma ihtiyacı duyduğunda” ekonomiyi ve siyaseti rayından çıkaracak başka bir güç yok. Başlı başına bu olgu, Türkiye’de Ordu-siyaset-toplum üçgeninde temel ayağın Ordu olmaya devam ettiğinin yeterli göstergesidir. İşte tam bu nedenle, Şemdinli davası iddianamesi, iddianame tekniği olarak bazı konularda aşırı genellemeci ve içerik olarak malumatfüruş ve lafazan olmasına karşılık, ortaya serdiği suç karineleri ve itham ettiği zanlıların nitelikleri itibariyla, TSK’nın da kesinlikle üzerine eğilmesi gereken bir tablo çiziyor. Ordu hiyerarşisi, kovuşturmalara izin vermeyip, iddiaları kibirli bir tavırla reddeder veya şimdi bir kenara not edip, terfi ve atama dönemlerinde Yüksek Askeri Şura’da sessizce bunları dikkate alarak temizlik yapmayı tercih ederse, Türkiye’de yıllar boyunca büyüyüp şişecek, Türkiyeli Kürtlerin önemli bir bölümünün çok daha güçlü bir mağduriyet algılamasıyla toplumsal tahayyüllerinin damgalanmasına yol açacak bir söylenti ateşinin üzerine benzin dökmüş olacak. Bu nedenle TSK komuta heyetinin, sadece Şemdinli iddianamesinde dile getirilenleri değil, örneğin Yüksekova’da dağıtılan “Ey Kürt Halkı” veya “Beş Şehidin Kanı Yerde Kalmayacak!” başlıklı buram buram provokasyon kokan bildiriler türünden girişimlerin kendi içindeki kaynaklarını araştırmak, varsa faillerini cezalandırmak ve bunu kamuoyuna bildirmekle de yükümlüdür.

Türkiye’de Ordunun kendini savunmaktan daha önemli bir işi olması gerekir. O da, Türkiye Cumhuriyetini oluşturan yurttaş topluluğunun barış içinde beraberliğinin savunulmasına destek olmaktır. Çünkü borsa, ekonomi, döviz kuru ve AB sürecinin sarsılmasından çok daha büyük bir tehlike bu toplumda beraberlik harcının onulmaz biçimde bozulmasıdır. Van savcısının iddianamesi, TSK içinde bu misyonu çok farklı biçimde algılayan kişilerin bulunduğunu ve, eğer iddialar doğruysa, bu kişilerin de ortak geleceğimiz için bir o kadar büyük bir tehlike oluşturduğuna işaret ediyor. Bu iddianameden itibaren Ordunun itibarını korumak herkesten önce Ordunun sorumluluğundadır.

Radikal İki, 19.3.2006