Paylaşılan Acılar: Hintliler ve Ermeniler Ras al-‘Ain Esir Kamplarında (1916-1918)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Stephen Vertannes’in anısına (1959-1978)


Noravank Manastır’ı

I
Ermenilerin çok uzun zamandan beri Hindistan’la bir bağı vardır. Hint yarımadasındaki Ermeni cemaatinin en önemli tarihçisi Mesrovb Jacob Seth bizlere, büyük Babür İmparatoru Akbar’ın talebiyle Ermenilerin 16. yüzyılda Agra’ya yerleştiğini anlatır. Ayrıca Babür İmparatoru Akbar, kendisine Mariam Zamani Begüm isimli Ermeni bir eş de almıştır. İngilizlerin, Babür hükümdarlığı sırasında Hindistan’a geldikleri vakit Ermeniler artık kök salmışlardır ve İngiliz İmparatorluğu’nun inşası için oldukça önemli bir adım olan Diwani hakkının, Doğu Hindistan Şirketine verilmesinde de İngilizlere yardım etmişlerdir. [1]

Doğduğum şehir Kalküta, çok uzun seneler boyunca, Hindistan’daki en büyük ve en canlı Ermeni cemaatine ev sahipliği yapmıştı. Kendi çocukluğum sırasında Ermenilerin varlığı şehirde önemli bir yer tutuyordu. Küçük bir çocukken Ermeni boksörlerle ilgili hikâyeler dinlemiştim; babam Ermenilerin işlettiği eski oteller ve pansiyonlarla ilgili hatıralarını anlatırdı. Ben de sıklıkla İngiliz romancı William Makepeace Thackeray’ın [2] da doğduğu yer olan Ermeni okulunun önünden yürüyerek geçerdim.

Bahsettiğim bu bağlantılar ve hatıralar, kitaplarımda neden Ermeni karakterlerin olduğunu açıklayabilir. Kalküta Kromozomu romanımda, ana karakterlerden biri Bayan Aratounian’dır (Bu soyada sahip bir aile bir zamanlar Kalküta’da otel işletmiştir), en yeni kitabım Duman Nehri’nde yine karakterlerden biri Zadig Karabedian isimli Mısırlı bir Ermeni saat ustasıdır (Söz konusu saat ustası, eserleri hâlâ Kahire Mu’allaqa Kilisesi’nde görülebilecek olan ikon ressamı Orhan Karabedian’nın yeğenidir).

Bir roman yazarı olarak, karakterleri yaratmaya ve hikâyeler uydurmaya alışığım. Ama kitaplarım için sıklıkla tarihî kaynaklara da başvurmam gerekiyor ve ara sıra karşılaştığım şeyler bana gerçek hayatın bazen olabilirlik açısından kurguyu aşabileceğini hatırlatıyor. Şüphesiz şimdi burada size anlatacaklarıma benzer bir hikâyeyi asla uyduramazdım. Bahsedeceğim hikâyedeki olaylar I. Dünya Savaş’ının son yıllarında bir grup Hintli askerin ve sağlık çavuşunun, şimdi Suriye sınırlarında kalan Ras al-‘Ain dolaylarında tutuklu bulundukları zamanda geçiyor. Ermeni Soykırımı’nın en korkunç kıyımları bu şehrin yakınlarında gerçekleşmiştir ve o yıllarda koşullar yüzünden Hintlilerin ve Ermenilerin hayatları sıklıkla kesişmiştir.

Anlatacağım hikâyenin bize ulaşmasının sebebi, esir düşen Hintli askerlerden birinin kırk sene sonra savaş tecrübelerini yazmasıdır. Bu Hintli askerin ismi Sisir Sarbadhikari’dir. Yazdığı Abhi Le Baghdad (Bağdat’a Doğru) adlı kitap ise 1958 yılında ortaya çıkmıştır. [3] Yazar kitabı kendi kaynaklarıyla yayımlatmış ve büyük ihtimalle de sadece bir avuç dolusu insan bu kitabı okumuştur. Fakat bu belgenin basılmış olması bile, günümüze kadar gelmesinde oldukça etkili olmuş. Çünkü basılan her eserin bir nüshasının da Kalküta milli kütüphanesine verilmesi gerekmektedir. [4] Geçen yıl kütüphaneden aldığım kitap, Sarbadhikari’nin kütüphaneye teslim ettiği işte bu nüshasıdır.

Sisir Sarbadhikarı (benim gibi) Kalkütalı bir Bengalliydi ve orta sınıfa mensup Hindu bir aileden geliyordu. Sarbadhikari’nin böyle bir aileden gelmesi, anlatacağım hikâyenin gerçekleşmesinin imkânsızlığını oldukça artırmakta. Çünkü 20. yüzyılın ilk yıllarında, böyle bir çevreden gelen genç bir adamın yolunun, askerî harekâtlarda en ön safhalara düşme ihtimali yok denecek kadar azdı. Bengalliler, İngiliz İmparatorluğu’nun Hindistan ordusunda hizmet etme hakkına sahip değildiler. Ordu, askerlerini özel olarak belirlenen belli “ırklardan” seçiyordu. [5]

Ordunun asker toplama politikası, Hintlilerin büyük bir kısmını dışlıyor ve bu da çoğunluğun bu durumu içerlemesine neden oluyordu. Bunun bir nedeni, asker toplama politikasının aşağılayıcı ırksal ayrımlara dayanıyor olması iken, bir başka nedeni ise sömürge ekonomisinin en önemli istihdam olanaklarından biri olan ordunun, Hintlilerin çoğunun erişimine kapatılmış olmasıydı. Fakat Hintlilere uygulanan engeller ordunun idari ve tıbbi kanadı için geçerli değildi ve birçok Bengalli, ordunun içerisindeki bu yapılar aracılığıyla maaş alma yolunu bulmuştu. I. Dünya Savaşı başladığında öne çıkan bazı Bengalliler ordunun düzenli kadrosuna girmede taleplerini bir adım ileri götürmek için tıbbi hizmetleri bir araç olarak gördüler. Bu yüzden savaş gayreti içerisindeki orduyu desteklemek amacıyla gönüllü bir ambulans gücü oluşturmayı teklif ettiler. Böyle bir teklifin kriz anında asla geri çevrilemeyeceğini düşündüler. Haklı da çıktılar. Çok hızlı bir şekilde Bengal Ambulans Gücü (BAG) olarak bilinecek olan bir birim kurmak için izin aldılar.

BAG, Sisir Sarbadhikari’nin, 1915 yılında gönüllü olarak katıldığı birimdi. Sarbadhikari, yirmili yaşlarının başındaydı ve daha yeni üniversiteden mezun olmuştu. BAG’a katılmak için o kadar hevesliydi ki, katılabilmek için araya tanıdıkları bile soktu. Saradhikari, sonraları o zamanlar gönüllülük konusundaki heyecanını olması gerektiğinden çok daha fazlasına sahip olduğu “maceracı ruha” bağlayacaktı. Elbette, Sarbadhikari, ambulans gücüne büyük bir hevesle başvuran tek gönüllü değildi. Bazı başvuranlar o kadar heyecanlıydılar ki bu birime katılabilmek için yaşlarını bile büyüttüler. Bu kişilerden biri olan Bhola, BAG’a katıldığında sadece on altı yaşındaydı. Daha sonra Sisir’in en yakın arkadaşlarından biri oldu ve o da sonunda Ras’al-‘Ain kamplarında esir düştü.

BAG, toplam yüz on yedi kişiden oluşan küçük bir birimdi. Bu sayının üçte biri orduya hizmet eden sempatizanlardan oluşuyordu. Bu kişiler aşçılık, su taşıyıcılığı gibi işlerle uğraşıyordu. BAG’ı beş İngiliz subay ve bir düzine Hintli astsubay yönetiyordu. Sisir’in de aralarında olduğu birimi oluşturan geriye kalan altmış kişi ise erdi.

Sisir, orduda düşük bir rütbede görev almış olsa da, Bengal’de kendilerine soylu olarak hitap edilen iyi eğitimli meslek sahibi orta sınıf bir aileden geliyordu. Hem İngilizce hem de Bengaliye oldukça hakimdi: Kitapları hem İngilizce hem de Bengali şiirleriyle bezenmişti, ve sıklıkla Xenophon ve antik çağlardan düşünürlere atıfta bulunuyordu.

Orduda gönüllü olarak bulunan diğer birçok kişinin durumu Sisir’inkine benziyordu. Bu kişiler mümkün olsa bile, orduya subay olarak katılacak türden adamlar değillerdi. Ambulans Kuvvetleri’nin onlara çekici gelmesinin nedeni büyük olasılıkla tıpla ilgili oluşunun orta sınıf saygınlığına katkıda bulunmasıydı.

BAG gönüllüleri, Bombay’dan Tümgeneral Charles Townshed komutundaki Mezopotamya’ya gidecek olan 6. Poona Bölüğü’ne katılmadan önce üç aylık bir eğitime tabi tutuldular. Bombay’ı, 2 Temmuz 1915’te Madras isimli bir hastane gemisiyle terk ettiler. Bu tarihten itibaren, hiç durmadan kuzeye, Bağdat’a doğru giden altıncı birliğe eşlik ettiler.

Harekâtın ilk aylarında, Osmanlı ordusu, İngiliz-Hint güçlerine sınırlı bir direniş gösterdi. İngiliz-Hint birliklerinin ilerleyişi o kadar sorunsuz bir şekilde gerçekleşiyordu ki, harekât Sisir tarafından “nehir kenarında pikniğe” benzetilmişti. Fakat Bağdat’ın güneyinde, antik kent Cetsiphon’da, Tümgeneral Townshend’in ordusu büyük ve oldukça sağlam bir şekilde konuşlanmış bir Osmanlı ordusuyla karşılaştı. İngilizlerin ilerleyişi tıkanmıştı ve Osmanlı güçleri, altıncı birliği küçük bir kasaba olan Kut al-Amara’ya püskürtmüştü. İngiliz-Hint güçleri bu kasabada sadece bir aylık yiyecek stokuyla beş ay süren bir kuşatmaya korkunç bedeller ödeyerek katlandılar. Tümgeneral Townshend, 29 Nisan 1916’da [6] Halil Paşa’ya teslim olana dek, birçok asker beş aylık kuşatma boyunca açlıktan ve hastalıklardan can verdi. O tarihlerde yaşanan bu olaylar, İngilizlerin Asya’daki en büyük mağlubiyeti olarak görüldü.

12 Mayıs’ta, Sisir Sarbadhikari ve diğer savaş esirleri bir vapurla Bağdat’a gönderildiler. Sisir, Bağdat’ta birkaç ay kaldı. 19 Temmuz’da, o ve diğer bazı esirler trenle yaklaşık doksan altı kilometre ötedeki Samarra’ya sevk edildiler. Burada Mezopotamya yazının yakıcı sıcağında oldukça zorlu yürüyüşler başlamıştı. Esirler, korkunç şartlarda kendilerine konukseverlik göstermeyen bir ülkede kısıtlı yiyecek ve suyla kuzeye doğru götürüldüler. İngiliz kaynaklar bu yürüyüşe dair kırbaç cezalarından, açlıktan ve dehşet verici zulümlerden bahseder: “Askerler (İngiliz ya da Hintli) tamamen tükendikleri için yürüyüş yolundan ayrı düşüyorlardı. Geride kalan bu askerler ya açlıktan can vermeye ya da Araplar tarafından öldürülme olasılığına terk ediliyorlardı.” [7]



Samarra, Irak

Zulüm ve zorluklar, Sisir’in anlatımında da görülüyor fakat Sisir’in üslubu oldukça metin ve neredeyse hissiz. Yazılarında anlattıklarına bazen, yaşananlar üzerine düşünmek ve yürürken geçtiği kırsal bölgenin güzelliğine ilişkin yorum yapmak için ara verdiği oluyor. Yürüyüşün bütün dehşetine ilişkin, Sisir’in hafızasında çok net bir şekilde iz bırakacak olan anının, muhafızların gece yarısından sonraki saatlerde esirleri uyandırmak için bağırışları olduğu görülüyor (121).

Esirler yirmi beş günde Tikrit, Sargat ve Hamman Ail üzerinden Samarra’dan Musul’a yürüdüler. Musul’u terk ettiklerinde, bu bölgede yaşayan Ermenilerin başına gelen yıkımın izlerini görmeye başladılar.

II.
Fakat bunu anlatmadan önce size Sisir Sarbadhikari’nin kitabı hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Bağdat’a Doğru daha önce de söylediğim gibi yazarın kendi yayımlattığı ve görünüşe bakılırsa, oldukça hızlı bir şekilde karanlığa gömülmüş bir kitap. Kitabın varlığından ilk olarak, askerî tarihçi Kaushik Roy’un çalışmaları aracılığıyla haberdar oldum. Ama beni, kitabı bulmaya teşvik eden şey oldukça genç ve çok iyi bir edebiyat eleştirmeni olan Santanu Das’ın yazdığı bir makale oldu. [8] Santanu, şimdi bu konuya ilişkin çok daha uzun süreli bir çalışmanın hazırlığı içerisinde. Sisir’in kitabını tarihsel bağlamda tam olarak anlayabilmemiz ve Mezopotamya’daki savaşa ilişkin yazılmış diğer anlatımlara bağlantılı olarak yerini tam olarak belirleyebilmemiz, ancak Santanu Das’ın kitabının basımından sonra mümkün olacak.


Bağdat’a Doğru’nun kapağı (Abhi Le Bagdad)

Bağdat’a Doğru’nun detaylı bir değerlendirmesi, sadece kitaba ilişkin değil, ayrıca kitabın içinden çıktığı sessizliğe dair de oldukça önemli bir katkı sağlayacak. Bağdat’a Doğru’yla ilgili en dikkat çekici özellik aslında kitabın yazılabilmiş olması: derin ve karmaşık sessizliği delen neredeyse tek başına bir ses.

I. Dünya Savaşı’ndan yüz elli yıl önce Hint askerleri, hem kendi topraklarında hem de yabancı ülkelerde İngiliz İmparatorluğu için savaştılar; sadece I. Dünya Savaşı’nda bir buçuk milyondan fazla Hintli farklı cephelere sevk edilmişti. Yine de bu birlikler muharebe alanlarında olsalar da, dışarıdan bakıldığında hayaletlerden oluşan bir ordu gibi sessiz gözüküyorlardı. Onlara ilişkin bilinen neredeyse her şey askerlerin efendisi olan İngilizlerin sesinden ve dilinden söylenmişti. I. Dünya Savaşı’nı takip eden yüzyılda Hint ordusunun personeli tarafından yazılan anlatıların sayısı o kadar azdı ki bir elin parmaklarını geçmezdi. Ayrıntılı bir eser olarak bir Hintli tarafından yazılmış I. Dünya Savaşı biyografisi: Bağdat’a Doğru o yüzden neredeyse tek başına raflarda durmakta. [9]

Hindistan’ın, I. Dünya Savaşı’na ilişkin yazınsal suskunluğu, bu büyük harbin, diğer milletlerin askerleri arasında çok verimli bir konu olup üzerine çok fazla eserin yazılması açısından oldukça dikkat çekici. İngiltere, Fransa, Almanya ve başka yerlerde I. Dünya Savaşı, yazı ve diğer birçok farklı alanda birçok eserin üretilmesine sebep olmuş. Yine de bütün bu geniş külliyat içerisinde bile, Bağdat’a Doğru özel bir yer işgal ediyor. Bunun tek sebebi konuya ilişkin anlatının bir Hintli tarafından yapılmış olmasından ibaret değil. En önemli sebebi, savaşa ilişkin yazılanların çoğunun subayların kaleminden çıkması. Sisir’in hatıratı, düşük rütbeli erler tarafından yazılmış az sayıda eserden bir tanesi (I. Dünya Savaşı’na ilişkin yazılan en önemli hatırat olan Erich Maria Remarque’ın eseri: Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok da bir er tarafından yazılmıştır).

Bağdat’a Doğru’nun bu kadar dikkat çekmesinin sebeplerinden biri de kitabın kaynağının oldukça alışılmadık olması -Sisir Sarbadhikari’nin esir düştüğü yılları da kapsayan Ortadoğu’da geçirdiği süre boyunca tuttuğu günlüğü. Sisir Sarbadhikari’nin postallarının içine gizlediği notları, zorlu yürüyüşler boyunca devam ediyor. Ras al-‘Ain kampında, birileri tarafından keşfedilmeleri, Sisir için bir felaket olacağı için yerin altına gömülüyorlar. Yine de mevcut tehlikelere rağmen, Sisir şartlar el verdiği sürece günlüğünü tutmaya devam ediyor. Mart 1917-Nisan 1918 uzun olarak ara verdiği tek dönem.

18 Mart 1917’de günlüğüne yazdıklarının altına, Sisir yazmaya neden ara verdiğini açıklıyor ve not tutma şeklini anlatıyor:

“Bu tarihten itibaren bir sene boyunca günlük tutamadım. İlk olarak yazma fırsatı bulmak zordu. Bunun dışında notlarımın çoğunu bulunmalarından korktuğum için yırtmak zorunda kaldım. Yırttığım notları sonradan tekrar yazdım, ama bazılarını yazamadım. Siz (okuyucu) şimdiye kadar değindiğim ve yeniden değineceğim günlüğümün, ilk yazdığım günlük olduğunu düşünme hatasına düşmemelisiniz. Kut’ta teslim olduktan sonra, günlüğümü yırttım, sayfaları parçalara ayırdım ve çizmelerimin içine koydum. Daha sonra bu parçaları kullanarak, Bağdat’ta yeni günlüğümü yazdım. Bu yeni yazdığım günlük de Tigris’i yürüyerek geçerken darmadağın oldu. Ama yazdıklarımın hepsi silinmemişti çünkü yazarken kopya kalemi kullanmıştım. Günlüğü kuruttum ve Samarra’dan Ras al-‘Ain’e yaptığım yürüyüşü anlatan notlarım için kullandım. Ras al-‘Ain’de günlüğü bir süre gömmem gerekti ama bu yüzden çok fazla zarar görmedi. Halep’teki revirde günlüğü tekrar yazdım” (157).


Günlük, Sisir’le birlikte Kalküta’ya döndü ve yıllarca bir kenarda durdu. Santanu, Bağdat’a Doğru’nun yazılmasıyla ilgili kısa bir açıklamasında, Sisir’in gelini Romala Sarbadhikari’nin [10]  teşviği ve desteği olmasaydı kitabın belki de asla yazılmamış olabileceğini belirtir. Elbette ‘savaş alanında’ alınan notları temel alan harp günlüklerine rastlamak çok olağanüstü bir durum değildir. Fakat çok az günlük, Sisir’in katlanmak zorunda kaldığı tutsaklığa benzer badireleri atlatıp ortaya çıkabilmiştir. Hatta, bu günlüğün mucizevi ve ısrarcı varlığı, Sisir’in gelinini de kitabın ortaya çıkmasına ebelik etmeye teşvik etmiştir.

Sisir’in tuttuğu notlar, Bağdat’a Doğru’nun olağanüstü bir şekilde dolaysız yazımına olanak tanımıştır. Kitap bazı durumlarda günlük niteliğini taşımaktadır. Sisir’in çarpışmalar, yürüyüşler ve esir kampındaki hayata ilişkin açıklamaları birtakım durumlarda korkutucu bir canlılık taşır. Verdiği tarihler ve detaylar da olaylara ilişkin anlattıklarını sıradışı bir şekilde ikna edici kılmaktadır. Sisir’in yazılarında gurura ve kendisinin yaşadığı yaralanma ve zorluklara yer yok. Belki de kitap yazılırken zamanın ilerleyişi, Sisir’in tecrübelerinin keskinliğini azaltmıştır. Bu sebeple de en zor durumları bile bir etnografın tarafsızlığıyla yazabilmektir. Ayrıca Sisir’in kitabı alışılmadık bir raddede kinden uzaktır: Çok nadiren “düşmanlar” da dahil insanlar hakkında kötü sözler sarf etmektedir. Tanık olduğu ve yaşadığı dehşete rağmen besbelli onu esir alanlar ve gardiyanları da dışlamadan diğerlerinin içindeki insanlığı hissetmekten asla vazgeçmemiştir. Tek başına bu durum bile, I. Dünya Savaşı’na ilişkin yazılmış bir kitap için dikkate değer bir özelliktir: Çünkü savaş zamanında çoğu Avrupalı yazar kendi milletleri şöyle dursun kendi sınıflarından bile olmayanlar insanlığını zar zor takdir edebilmişlerdir. Örneğin oldukça meşhur İngiliz savaş yazarı Seigfried Sassoon da bir süreliğine Ortadoğu’da bulunmuştur. Fakat etrafında yaşananlara çoğunlukla kayıtsız kaldığı görülür ve (veya belki bu yüzden demeliyim) kendisi Mezopotamyalı bir Yahudi ailenin soyundan gelmektedir.

Bütün bu sebeplerden ötürü Bağdat’a Doğru sadece sürükleyici olmakla kalmayıp oldukça inandırıcı bir kitaptır.


III.

 

Sisir’in hikâyesine dönecek olursak, 25 Ağustos’ta kendisi ve diğer mahkûmlar Musul’a vardıklarında hâlâ nereye götürüldüklerini bilmiyorlardı. Ancak Musul’a vardıktan sonra nereye gönderilecekleri hakkında bir bilgiye ulaşabildiler: Hintliler (ve Sihler), İngiliz ve Müslüman savaş esirlerinden ayrılacak ve demiryolu hattında çalışacakları Ras al’Ain’e gönderileceklerdi [11] (124).


Sisir çok önemsiyor olmasa da burada “Hindu” kelimesini kullanışında bir farklılık var. Bu kelime metinde çok fazla görülmüyor. Anlatı bu noktaya gelene dek, yazar bu kelimeyi İngiliz Hint ordusunda farklı birtakım Müslüman olmayan grupların kendilerini hem “benzer” hissedip hem de diğer silah arkadaşlarından farklı gördüklerini ima etmek için kullanmıyor. Bu yüzden Sisir’in “Hindu” kelimesini şimdi bu şekilde kullanmasından, kendisiyle birlikte aynı savaş meydanlarında çarpışan silah arkadaşlarının (yani Hintli savaş esirlerinin) artık dinî farklılıklar doğrultusunda ayrıştırılacaklarından ötürü ne kadar şaşırdıkları ve rahatsız olduklarını çıkarıyorum. [12]

 

Çoğu, Hinduların ve Sihlerin; ne Avrupalı ne de Türklerle dindaş olmadıklarından ötürü en kötü kamplara gönderileceği sonucuna varmıştı. [13]  Binlerce Ermeni’nin mahsur bırakıldığı tecrit kamplarının bulunduğu yere gönderildiklerini öğrenince de bu konuya dair endişeleri muhakkak artmıştı. Söz konusu Hintlilerin karşılaştıkları Ermenilerle kurdukları duygudaşlık bağında, aynı korkunç koşullar altında beraber dışlandıkları hissinin bir payı olmalıydı.

Esirler, Musul’dan Tell Kaaf’a yürüdüler. [14] Yürüyüşlerinin ertesinde oldukça farklı bir manzaranın içine girdiler:


“Burada her şey değişmeye başlıyor, [15] havadan, manzaraya, evlerin görünümüne kadar her şey. Eskisinden çok daha serin ve geceleri soğuk. Arazi artık düz veya inişli çıkışlı değil. Artık dağlık bölge içerisinden yürüyoruz; evlerin kerpiç duvarları veya çatıları yok, taştan inşa edilmişler. Daha önceden ağaçlar ve yeşillik yoktu, ortalık çok boştu. [16] Burada ağaçlar görülebiliyor. Taş evlerin arasında temiz, iyi bakılmış ve güzel görünümlü olanları Hıristiyanlara ait (Nasrani). Şimdi Kürdistan hudutlarındayız. Kürt köylerinin çoğu dağların tepelerinde konumlanmış, erişilmez yerlerde. İnsanların buralara nasıl gittikleri bizim anlayabileceğimiz bir şey değil. Kürtler, Bedeviler gibi göçebe bir hayat sürmüyorlar, biraz tarımla uğraşıyorlar” (124-125).

Sisir’in, Ermenilerden ilk olarak bahsetmesi birkaç gün sonraya, 18 Ağustos’a denk gelir. O günün yürüyüşleri esnasında esirler al yanaklı sekiz-on yaşlarında iki Ermeni çocukla karşılaşırlar. Sisir, bu çocukların göğüslerinde haç kolye taşıdıklarını günlüğüne not eder. “Bize bozuk Arapçalarıyla söyledikleri şeylerden Türklerin babalarını ve abilerini öldürdüklerini; annelerinin nerede olduklarını da bilmediklerini anladık” (126).



Ermeni köyü Gündemir, 1901 wikicommons

23 Ağustos’ta esirler küçük bir köye gelirler.

“Uzaktan dağların beşiğinde küçük taş evler bir resim kadar sevimli gözüküyorlardı. Daha yakına gelince bu evlerin insanlardan yoksun olduğunu gördük. Terk edilmiş bir evden bir köpek çıktı… O zaman bu köyün sakinlerinin Ermeni olduklarını, erkeklerin öldürüldüğünü, kadınların da kovulduğunu bilmiyorduk. (129)”


Sisir’in köyle ilgili açıklamasına Oliver Goldsmith’in şiirinden birkaç mısra eşlik ediyor.

Metruk Köy:
Senin kayranında, yalnız bir misafir...
Çardağının ortasında, bir zalimin eli belirdi,
Ve keder bütün yeşilliklerini hüzünlendirdi.
(129)



Nusaybin, 1916 (Midestimage.com)


Sisir, bu köyle ilgili başka bir hikâye daha anlatıyor: Bir kuyuya bakmaya gittiğinde içerisinden bir dolu böcek uçarak çıkıyor. Bu kuyudan su içmeyi düşünmediğini, sadece meraktan içine baktığını şu şekilde açıklıyor: “Bu kuyulardan su içmek mantıklı değildi, birçoğunda Ermenilerin cesetleri çürüyordu” (129-30).

Sonraki birkaç gün, esirler kuzeye doğru giderlerken başka boş terk edilmiş köylerle karşılaştılar; bazı evler yakılmıştı. Yaklaşık kırk günlük yürüyüşün ertesinde şimdi Türkiye-Suriye sınırında olan Nusaybin adlı bir kasabaya vardılar. [17] Sisir, günlüğüne şöyle yazıyor:

“Eski çağlarda Nusaybin bir Roma şehriydi. Buradaki bina stilleri hâlâ mevcut. Nehirdeki Roma köprüsü yerinde duruyor. Ağır askerî kamyonlar bu köprüyü kullanıyor. Nusaybin oldukça büyük bir yerleşim; yiyecek kolaylıkla her yerde bulunuyor. Habur nehri (İncil’deki Habur) şehrin merkezinden akıyor; bu yüzden de bol su mevcut. Burası şimdiye kadar gördüğümüz yerlerden farklı; askerî kamp kurmak için iyi bir yer. İnsanları aydın ve iyi giyimli. Şehrin Ermeni yerlilerinden kimse kalmamış. Kalan halkın hepsi ya Müslüman ya da Hıristiyan Suriyelilerden oluşuyor” (131-132).

Sisir, Nusaybin’e geri dönecektir fakat buradaki ilk ziyareti oldukça kısa olmuştur. Esirler, kısa süre içerisinde kuzeye doğru olan yürüyüşlerine devam edip 2 Eylül’de Ras al- ‘Ain’e varmışlardır. Bu yolculukta kırk altı gün boyunca Samarra’dan Ras al ‘Ain’e yürüyüp yaklaşık beş yüz mil yol kat etmişlerdir (133).

Sisir, Ras al-‘Ain’deki kampı şu şekilde anlatmaktadır:

“Sığınmamız için Bedevi çadırlarımız vardı. Bağdat’taki dinlenme kampında olanlar gibi. Kum girdaplarıyla sürekli devam eden fırtınalar vardı, vücudunuza iğne batıyormuş gibi. [18] Küçük bir odada sözde bir hastane kurulmuştu. Sadece çok ağır hastalar oraya gönderiliyordu. İlaçlar ve malzemeler azdı ama en azından yağmurda ve rüzgârda sığınacak bir yer mevcuttu… Yiyecek istihkakı düzensizdi… Sadece iki ya da üç gün sonra geliyordu. Yemek pişirmemiz için bize hiç yakacak odun vermediler; üç-dört mil dolanarak ince dal ve deve pisliği topluyorduk. Dal koparabileceğimiz ağaç yoktu” (138).



(Bu fotoğraf İmparatorluk Savaş Müzesi Arşivlerinden alınmıştır. (Dünya Savaşı Şiirleri Dijital Arşivi & Osmanlı Tarihi podcastleri aracılığıyla) Fotoğraf “Mezopotamya’da Hintli Mühendisler” olarak başka bir detay verilmeden etiketlenmiştir.)

7 Eylül’de, yüz savaş esiri demiryolu hattında çalışmaya başladı. Birkaç hafta sonra, muhafızlar, bir teftiş sırasında esirlerin kışlasını yerle bir ettiler. İşte bu sırada Sisir, günlüğünün bulunmasından korkarak onu gömdü. Olaylar yatışana dek geri almak için tekrar toprağı kazmadı. (140)

Sonraki birkaç hafta içerisinde kampın tıbbi tesisleri genişletildi. Yeni doktorlar geldi. Bu doktorların aralarında Ermeni olanları da vardı. Hint sağlık çalışanları ve Ermeni doktorlar arasındaki ilişki her zaman pürüzsüz değildi.

“Bir gün hastanenin Ermeni doktoru, Champati’ye (astsubaya) küfretti ve Sundar Singh’nın hapse atılmasına sebep oldu. Bunun sebebi Rus asıllı Ermeni esirin, hastanenin Hintlilerle dolup taşmasını ve Hintli hastaların daha iyi yemek aldığını şikâyet etmiş olmasaydı. Kendisi de Ermeni olan doktor kimseye olayı sorma gereksinimi duymadan doğrudan olay yarattı. Yüzbaşı Puri’ye bildirilerek Sundar Signh serbest bırakıldı. Bizler ve Rus esirler arasında her zaman bir anlaşmazlık vardı” (141).


Halep, 1919- Sydney W. Carline

Kasım ayında, Hint kamplarında tifüs baş gösterdi. Hastalık salgın hale gelerek çoktan Ras al-‘Ain bölgesindeki birçok Ermeni kampı kırıp geçirmişti. Şimdi de Hint esirlerine ciddi bir şekilde zarar veriyordu. Ambulans Kuvvetleri’nin birkaç üyesi hastalığa yakalanmıştı; aralarında Sisir’in, yaşını büyüterek orduya giren 16 yaşındaki arkadaşı Bhola da vardı. Sisir kampta baş gösteren bu hastalıktan kurtulmuştu. Sisir hastalarla ilgilenirken, durumu çok ciddi olanların Halep’e götürülmesi kararlaştırıldı. [19]

Sisir, Halep’e gitme konusunda isteksizdi çünkü arkadaşlarından ayrı düşmek istemiyordu. Ras al’-Ain kampından ayrılması için verilen bu emrin gizli bir lütuf olduğundan şüphesiz habersizdi. Gelecek kış kampta kalan esirleri kırıp geçirecekti. Çoğu hastalık, yorgunluk ve soğuktan ölecekti. Eğer Sisir de Halep’e gönderilmemiş olsaydı o da ölen askerlerden biri olabilirdi. Daha sonra günlüğüne şöyle yazacaktı:

“Bu bizim Türkiye’deki ilk kışımız, adeta giyecek hiçbir şeyimiz yoktu; çoğu kişinin çizmesi bile yoktu… [Esirler] çalışmaları için demiryolu hattına kar yağarken çıplak ayakla götürülüyorlardı. Çıplak ayakları kara basmaktan ilk başta soğuktan yanıyor, sonrasında etleri soyuluyor, yaraları kangren oluyordu” (167-8). [20]

E.A Walker isimli bir İngiliz subayı, Hintli esirlerin %75’inin ilk sene öldüğüne ilişkin bir tahminde bulunmuştur. [21]

Sisir, 19 Kasım’da Halep’i elli ağır hastayla birlikte bir posta treniyle terk etti. Çok korkunç şartlarda seyahat ettiler; penceresiz bir tren kompartımanında kilitli bir şekilde tuvalet ihtiyaçlarını köşelere yaparak. Fakat bu koşullar, Sisir’in defterine tren garının kiremitli çatısıyla “Avrupa’daki garlara benzer” olduğunu not etmesine engel olmadı (143).

Halep’e bir gün sonra vardılar. Şehir, Sisir’in üzerinde derin bir etki bıraktı, günlüğüne şöyle yazdı:

“Halep, şimdiye kadar gördüğümüz şehirler olan Bağdat ve Musul gibi değil. Evler seyretmek için oldukça güzel; sokaklar o kadar da kötü değil. Avrupa’daki şehirlere benzediğini duyduk. Sokaklardaki insanlar görgülü, kıyafetleri hoş; Avrupalılara özgü kıyafetler baskın. Farklı cemaatlerden birçok insan var -Türkler, Suriyeli Hıristiyanlar, Rumlar ve Yahudiler” (144).

Halep’e vardıklarında Sisir ve hastalar bazı koğuşların esirlere ayrıldığı Merkez Hastaneye sevk edildiler.

Sisir’in hastanede kaldığı süreye ilişkin anlattıkları birçok açıdan oldukça şaşırtıcı. Kısa bir mesafe ötede olan Ras al-‘Ain kampında binlerce Ermeni ölürken, Halep’teki bu hastanede, Ermeniler kayda değer bir varlık gösteriyordu. Birlik komutanı üsteğmen Bagdasar Bey bir Ermeni’ydi, doktorların çoğu da Hıristiyan. Sisir, Hıristiyanların çoğunun Nasranilerden veya Suriye Hıristiyanlarından oluştuğunu; geri kalanlarının da Rum olduklarını yazıyor.

Sisir, hastanede Ermeni doktor Saghir Efendi’nin yönetimi altında bir koşuğa koyuluyor. Günlüğüne doktorla ilgili “Harika bir adam, esirlere çok iyi bakıyor,” diye yazıyor. Fakat Saghir Efendi hastanede çok uzun süre kalmaz. Ocak 1917’de hastaneye gelmemeye başlar. Sisir günlüğünde bu konuya ilişkin şu notu düşer: “Saghir Efendi’nin ateş hattına gönderildiğini duyduk. Bunu öğrendiğimiz için çok üzüldük. Asla iyiliklerini unutmayacağız” (151).

Hastane koğuşunda diğer çalışanlar arasında, bilhassa diğer insanlara göre çok daha iyi Marum isimli bir Ermeni kadın vardır. Sisir günlüğünde onunla ilgili “Bize ne kadar da iyi baktı,” diye yazar. Fakat Ermeni kadının iyiliğinin idarecilerin gözünde hiçbir önemi yoktur çünkü onu kısa süre sonra, ilk olarak başka bir koğuşa sürüp sonradan da kovarlar (151-152).

Böyle bir zamanda kendi cemaatlerinden birçok insan yakındaki kamplarda öldürülürken hastanenin Ermeni çalışanlarının ruh halini merak etmemek mümkün değil. Hintlilerin durumu tamamen farklı olsa da, Ermenilerin bu zor durumu onlara kesinlikle tanıdık gelmiş olsa gerek: Çünkü onlar da itaat eden konumunda oldukları bir durumda bir imparatorluğa hizmet etmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Tutsak düştüklerinde bile, Hint esirlere imparatorluğun hiyerarşik düzeni içerisinde değersizlikleri mütemadiyen hatırlatılıyordu. Sisir, kitabında bu konuya sıklıkla değiniyor, özellikle de savaş kanunlarına uygun olarak esirlere verilen paranın dağıtımına ilişkin olarak. 12 Şubat 1917’de bir memurun hastaneye gelip esirlere para dağıttığını belirtiyor: “Beyazlara 5 lira, Ruslara 4 lira, ve sizlere 3 lira. Bu para İngiliz veya Hint esirleri fonundan geliyor fakat Ruslar hâl bizden daha çok para alıyor. Sadece mağlup olmuş bir ırk olmakla kalmıyoruz, bir de üstüne üstlük siyahız” [22]  (153).

Bir sonraki sene Temmuz ayında Sisir tekrar bu konuya değiniyor:

“Kızılhaç örgütünden bize bir yardım geldi -İngilizlere 3 lira, bize de bir buçuk lira. Hepimiz parayı reddettik. Fakat uzun süren ikna etme çabalarından sonra bir buçuk lirayı almayı kabul ettik. Parayı reddettiğimizde onlara beyaz askerlerin Hindistan’da (bharatvarsha) daha fazla para aldığını çünkü yabancı topraklarda hizmet ettiklerini ama bu mantığın bu durum için uygun olmadığını, Türkiye’nin onların ülkesi olmadığı gibi bizim de ülkemiz olmadığın belirttik… Beyazlar ve siyahlar arasında yaratılan bu ayrım her şekilde bizim için çok aşağılayıcı. Hintli bir asker beyaz bir askerin aldığının yarısını alıyor; onun kıyafetleri ve üniforması da farklı -beyaz askerinkiler çok daha iyi. Fakat beyaz ırka mensup Tommy ve Hintli siyah askerin ikisi de savaşa gitmek için sevgililerini ve hayatlarını geride bırakıyorlar, ikisi de eşit bir şekilde acı çekiyor -fakat çekilen bunca zorlukların ortasında Tommy’nin durumunu iyileştirmek için mümkün olan her şey yapılıyor. [23] Verilen yiyecek ve içeceklerin oranları bile farklı. Tommy çayını şekerle içiyor, biz ise palmiye şekeriyle. Ve ne kadar korkunç bir çay! İçtiğimiz çayın çuvalları deponun önünde duruyor ve herkes çizmeleriyle üzerine basıyor. Eğer bir kantin varsa bizim girmemiz yasak; sadece beyazlar buradan alışveriş yapabiliyorlar. Bu konuya ilişkin birçok şey yazılabilir” (187-188).

IV
1916 Kasım ayının sonlarına doğru Sisir de tifüsten fena halde etkilenmişti. Bir ay boyunca o kadar hastaydı ki yaşıyor mu yoksa öldü mü ayırt edemiyordu (148). Fakat Aralık ayında, tekrar şansı yaver gitmişti: Arkadaşı Bhola’da, Halep’teki Merkez Hastanesine yollanmış, bu olayın ertesinde de Sisir’in sıhhati gitgide iyileşmeye başlamıştı.

Sisir’in anlattıklarına göre, Halep’teki Merkez Hastanesindeki koşullar, Hintlilerin korkunç zorluklar çektiği Ras al-‘Ain kampıyla şaşırtıcı bir tezatlık sergiliyordu. Hastanede diğer yandan, bazı açılardan esirlerin durumu, burada tedavi gören Türk askerlerinkinden daha iyiydi (160).

Sisir, sık sık Türk askerlerin çekmek zorunda oldukları zorluklara işaret ediyor: “Çok kötü durumdalardı,” diyor Sisir. “Sigara almak için paraları yoktu ve bizden rica ediyorlardı.” Başka bir yerde şöyle yazıyor:

“Bugün koğuşumuzda çok acı bir görüntü vardı. Türk askerlere hiçbir ödeme yapılmıyor, hepsi fakir; sigara almak için bile paraları yok, çoğunlukla sokaktan izmaritleri topluyorlar; tütünü çıkarıp, daha sonra bu tütünü sigara sarmak için kullanıyorlar. Dört-beş izmarit bir sigara ediyor” (154).

Sisir, hastanede geçirdiği zaman zarfında besbelli Türkçede ilerleme kat etmişti. “Türk askerlerle çok samimi olduk,” diye yazıyor:

“Hiçbiri okuryazar değildi. Fakat hepsi cana yakın ve içtendi. Bizlere, bizimle artık savaşamazsınız, çünkü hepimiz kardeşiz diyorlardı. Kardeş kelimesi çokça kullanılıyordu. [24] Eğer ismini bilmedikleri birini görürlerse ona kardeş diye sesleniyorlardı. Biz de aynısını yaptık” (157).

Hastanedeki Türk askerler kendi içlerinde oldukça farklılıklar barındıran bir gruptu. Çoğu Anadolu’dandı; aralarında Bulgaristan ve Arnavutluk’tan olanlar da vardı (158). Sisir, kitabın bu kısmında şöyle yazıyor: “Aralarında kötü adamlar eksik değildi... Çoğu zaman onların hakaretlerine uğruyorduk ve bazen de yumruklarına.” Sisir, bir gün nasıl tıraş olmak için hastaneye gittiğini ve ortada hiçbir sebep yokken üzerine tükürüldüğünü anlatıyor. Ayrıca bir kere, bir onbaşının sebepsiz yere, Hintli hastaları nasıl dövdüğünden bahsediyor (159).

Fakat Hintliler ve Türkler aralarında birçok benzerlik de buldular: “Ülkelerimiz hakkında konuşurduk,” diye yazıyor Sisir.

“Mutluluklarımız ve üzüntülerim hakkında. Onlara bizim ülkemizde bu var, şu var diye anlattığımızda, bize bizim ülkemizde her şey nasıl iyileşebilir diye sorarlardı. Yaptığımız tek şey savaşmak ve bunu da büyük ve güçlü ülkelerle yapıyoruz. Eğer memleketlerimize gitseniz, tarlalarımızın boş durduğunu göreceksiniz. Kim bu işleri yapacak? Herkes savaşmak için uzakta, sadece kadınlar evde” (158).





“Her zaman söyledikleri şey şuydu: Bu savaştan ne kazanacaksınız? Neden birbirimizin boğazını kesiyoruz? Siz Hindistan’da, biz Türkiye’de yaşıyoruz, hiçbirimiz daha önceden tanışmadık, aramızda bir anlaşmazlık yok, fakat birkaç adamın buyruğunda bir gecede düşman olduk.” Sisir, burada okuyucuya soru sormak için ara veriyor: “Bu söylenenler bütün ülkelerdeki, bütün askerlerin kalbinde yatan şeyler mi?” (158)

Sonrasında da şöyle devam ediyor: “Her şey nasıl iyileşecek? Sultan Abdulhamit bize lanet okudu, bu yüzden de yüz sene savaşmak zorunda kalacağız, neden bize böyle bir bela okudu, bunu bilemem kardeş diyen Edirneli (Adrianopolis) bir adam vardı” (159).

Sisir, kitabında kardeşleri hakkında oldukça dokunaklı bazı hikâyelere değiniyor. Örneğin:

“Yaşlı bir Türk asker izmarit toplamak için bizim koğuşumuza geldi. Yaşından ötürü sırtı eğilerek yürüyordu, fakat birden kafasını kaldırdığında yataklardan birinde genç bir Türk’ü fark etti ve seslendi. Sonrasında onları yüzlerinden akan gözyaşlarıyla sarılırken gördük. Sakinleşmelerinin ardından, onların baba-oğul olduğunu ve üç yıl boyunca birbirlerinden hiçbir haber alamadıklarını öğrendik; sonrasında bugün bu ani buluşma!.. Türkiye’de böyle olaylar çok tuhaf değil, babalar oğullarından haber alamıyorlar. Oğulları babalarının nerede olduklarını bilmiyor, aileler savaşmaya gidiyor ve evlerinde neler olup bittiğinden haberdar olmuyorlar. Neler olup bittiğini ancak evlerine dönünce ya da kendi memleketlerinde yaşayan askerler izinden dönünce öğrenebiliyorlar” (155).

Sisir, daha sonra o zamanlar asker olmanın koşullarını oldukça canlı bir şekilde özetleyen bir hikâye anlatıyor:

“Bizim koğuşumuzda otuz yaşlarında bir Türk asker vardı, muharebede yaralanmıştı. Onunla beraber beş-altı yaşlarında çok tatlı küçük bir kız vardı. İsmi Feride’ydi. Hepimizle oyun oynardı. Türk askerin kızını bırakabileceği hiçbir ev olmadığı için onu da yanında savaşa getirmişti ve sonrasında hastaneye gelmişlerdi. Savaş sırasında onu güvenli bir yerde silah arkadaşlarıyla bırakıyordu... (Bir gün) ona sordum: Kardeş, eğer savaşırken öldürülseydin, kızına ne olacaktı? Bana gülümsedi ve ‘Allah biliyor -ya da Her şeyi Allah bilir,’ dedi. Bu kardeşimi hiç sıkıntılı görmedim. Ya kızı? Kızı her zaman neşeli, oyun oynamakla meşguldü” (155-156).



Gelibolu’ndaki Osmanlı askerleri

Sisir’in, hastanedeki kendi arkadaşları arasında George isimli bir Ermeni vardı.

“Evi Diyarbakır’daydı. Oğulları ve kızlarının hepsi öldürülmüştü. Kendisi bir şekilde canını kurtarmayı başarmış, Halep’e kaçabilmişti. Ona hastanede tuvaletleri temizleme görevi verilmişti. Büyük bir salonda yan yana dizilmiş bir sürü tuvalet vardı. George bu salonun bir köşesinde yaşadı -burada yedi ve uyudu. Soğuk akşamlarda onuna birlikte oturur, onun mangalının yanında kendimizi ısıtır, sonrasında da sohbet ederdik” (159).

Sisir’in hastanedeki kalış süresi, Haziran 1917’de sona erdi ve birçok Hintli, taburcu edildi. Fakat bir süre şansı yaver gitmeye devam etti; söylemesi çok hayret verici ama talihin tekrar gülmesiyle, Hintli esirler Ras al-‘Ain kampında açlıktan ve hastalıktan ölürken, Sisir ve Bhola iyileşebilmeleri için misafirhaneye gönderildiler. Bu misafirhane, Halep’in Yahudi mahallesindeydi. Burada iki ay geçirdiler. Ancak taburcu edildikten sonra Müslümanlar İslahiye’ye, İngilizler Belemedik’e giderken, Hintli esirlerin tekrar Ras al-‘Ain kamplarına gönderildiklerinden haberdar oldular (165).

Ras al-‘Ain’e geri dönerken Sisir birçok değişiklik fark etti. Demiryolu hattının inşası uzarken, kendisi uzaktayken Hintlilerin kampı da ilerlemişti. Demiryolu hattının inşası Almanlar tarafından denetleniyordu; ve yine bu bölgenin birçok kamp ve hastanesinin de yönetimini almışlardı.

Sisir, bir süre boyunca “Ermenistan’ın iç bölgesi” olarak nitelendirdiği Mardin taraflarına bakan bir kampta kaldı. [25]  “Mardin şehrinin bomboş olduğunu duyduk, içinde hiç kimsenin olmadığını. Evler terkedilmiş ve hayalet bir şehir gibiymiş” (168).

Sisir, son olarak Nusaybin’de Almanların yönetimindeki bir hastaneye gönderilmeden evvel başka bir esir kampına sevk edildi. Sisir’in, Ermeni mültecilerin kaderine en yakından tanık olduğu yer işte bu hastaneydi.

“Nusaybin’e vardığımda, burada hiçbir Hintli, İngiliz veya Rus esir yoktu. Buradaki tek savaş esiri bendim. Kaptaki diğer kişiler Ermeni sığınmacılardan oluşuyordu, bu sığınmacıların hepsi kadındı ve bu kadınların arasında sadece bir tanesinin yanında küçük bir oğlan vardı” (170).

“Kalmam için küçük bir çadır verilmişti. Büyük çadırlarda kalan Ermeni kadın sığınmacılar da yakındaydı. Bengalce bir yana, İngilizce veya Hinduca konuşabileceğim kimse yoktu -sadece Meinhof’la (Alman subay) birkaç kelime İngilizce konuşuyordum. Ermeni sığınmacılarla olan sohbetler ve diyalogların hepsi Türkçe oluyordu. Sığınmacılardan biri olan yaşlı Mary evim ve aileme dair en küçük detayı bile sabırla sorup öğrenmeye çalışırdı. Annemi kaybettiğimi öğrenince üzülmüş, bu sebepten ötürü benim savaşa gidebildiğimi söylemişti. Ona göre eğer annem yaşıyor olsaydı, savaşa gitmeme asla izin vermezdi” (170-171).

Sisir, esir kampının hastanesinde görevlendirilmişti fakat yapması gereken işler genel olarak idariydi.

“İki Ermeni sığınmacı oğlan Yakup ve İlyas yazıhanede benim için çalışıyordu. Yakup, 20 yaşlarında dar gelirli bir aileden geliyordu ve okuma yazma gereken hiçbir işi yapamıyordu. İlyas ise varlıklı bir aileden geliyordu ve 15 yaşlarındaydı. Biraz Fransızca biliyordu, yapacak fazla işi yoktu ve görevi telefonla gelen mesajları not almaktı” (175).


Ermeni mültecilerin sürgünü

İlyas’ın evi Erzurum’daydı. Savaş başlayana dek orada kendisi, babası, annesi, büyük ablası ve abisi huzur içerisinde yaşıyorlardı. Türkler, Ermenileri öldürmeye başladığında, İlyas’ın babası ve büyük abisi de kaçamadı. Erzurum’daki evlerinden zorla alınarak bir gün bir yere, diğer gün başka bir yere sürüklendiler. Bulundukları grupta Erzurum’un Ermenileri dışında yol üzerindeki başka kasaba ve köylerden onlarla birlikte toplanan birçok kişi daha vardı. Kendilerine “Erkekler diğerlerinden ayrılmalı, farklı kamplara girmeli,” denilen bir yere götürüldüler (176).

“(Ermeniler), bahsedilen bu erkeklerin öldürüleceğini çoktan biliyorlardı. Bu yüzden başka bir kampın olmadığını ve bunun bir yalan olduğunu fark ettiler. Kamp diye götürüldükleri yer aslında katledilecekleri yerdi. Çok fazla yakarış ve gözyaşı vardı, kadınlar erkeklere yapışıp gitmelerine izin vermiyordu. Fakat ellerinden ne gelirdi ki? Erkekler zorla sürüklendiler. Bir sonraki gün aralarından tek bir tanesi gruptan kaçmayı başarıp diğer herkesin öldürüldüğü haberini verdi. Kendisi de ağır bir şekilde yaralanmıştı fakat hâlâ yaşıyordu. Fakat birkaç saat sonra yaralarına yenik düştü” (176).


“Bu olaydan sonra kadınlar ve çocuklar yol üzerindeki terk edilmiş şehirlere bırakılmak üzere sürüldüler. Hayatta kalabilmeyi ellerinden geldiğince başarabilmeleri için kendi kendilerine yiyecek aramaları gerekiyordu. Yol üzerinde İlyas, annesinden ve kız kardeşinden ayrıldı, uzun süre yolunu kaybettikten sonra sonunda Nusaybin’e vardı. Almanlar demiryollarını inşa etmeye başladıktan sonra Ermeni sığınmacıların sorumluluğunu üzerlerine aldılar. Bu, sığınmacıların durumunu az da olsa iyileştirdi” (176).

“İşittiklerimize göre o korkunç toplu katliamları gerçekleştiren Türk askerler değil Çeçenler ve Kürtlerdi. Biz, Ras al-‘Ain’e varmadan önce birçok Ermeni buraya getirilmiş ve öldürülmüştü. Sachin (BAG gönüllüsü) bizden çok daha önce Ras al-‘Ain’e varmıştı; bize bir defasında bir katliama tanıklık ettiğini söyledi. Bir grup Ermeni ayağa kaldırılmış, elleri bağlanmış ve boğazları teker teker kesilmişti. Sachin, katliamı Kürtlerin gerçekleştirdiğini söyledi. Ras al- Ain’deki kampımızın arkasında bir tepe vardı, bu tür işler tepenin diğer tarafında gerçekleştiriliyordu. Sachin bir kere gizlice oraya gidip katliama kendi gözleriyle tanık olmuştu (176-177).

Sisir’in bu toplu katliamı anlatmak için kullandığı kelimenin üzerinde durmakta yarar var. Daha önceden, Ermenilerin öldürülmesini açıklarken genelde “kata” (tam olarak kesmek veya katletmek anlamına gelen) kelimesi kullanılırdı. Fakar Sisir günlüğünün bu kısmında, toplu öldürme anlamına gelen kelimeyi “hatyakanda” kullanmıştır. [26]

Sisir’in kampta tek Hintli olarak kalması çok uzun sürmedi. Kısa zamanda kamp İngiliz, Rus, Hintli subaylar ve Bengal Ambulans Gücü’nün birçok farklı üyesiyle dolmaya başlamıştı, bu askerlerin arasında Sisir’in arkadaşı Bhola da vardı (172).


Hintli süvari hücumu Mezopotamya cephesi


Aylar birbirini takip ederken, esirler Rusya’da bir devrimin olduğunu öğrendiler; İstanbul kargaşadan ötürü oldukça sarsılmış, İngiliz ve Hint birlikleri Filistin ve Mezopotamya’da hızla ilerlemeye başlamıştı. 1917 senesinin ortasında Ortadoğu’da savaşın gidişatının tersine döndüğü ve Türklerin geri püskürtüldüğü apaçık ortadaydı. [27]

Ermeni mülteciler için bu durum yeni birtakım endişelerin oluşmasına sebep oldu çünkü şimdi de Türklerin savaşı kaybetme olasılığı fikrine kapılıp “Hâlâ yaşayan Ermenileri öldürecekleri ve bu sefer kadınların bile bu durumdan kaçamayacakları,” düşünülüyordu.

Fakat yine de Sisir ve arkadaşları için Ermenilerin kaçmayı planladıklarını öğrenmek sürpriz olmuştu. Bu planı onlara anlatan da İlyas olmuştu.

“İlyas, Bhola’ya ve bana abileriymişiz gibi baktı ve biz de onu kardeşimiz gibi sevdik,” diye yazmıştı Sisir.

“1918’in Ağustos ayının sonlarına, Eylül’ün başlarına doğru Türkler çok daha güçsüz bir durumdayken İlyas bir gece yanımıza geldi. O zaman, Phoni, Bhola ve ben tek bir odada yaşıyorduk... İlyas ve Yakup bizden kısa bir mesafe ötede yaşıyorlardı. İlyas bizi uyandırdıktan sonra bize şunlardan bahsetti: ‘Birkaç gündür, Ermeni mülteciler, Rus ve İngiliz kontrolünde olan yerlere en iyi ne şekilde kaçabileceklerini gizli bir şekilde görüşmekteydiler. Bu görüşmelere Yakup’u dahil etmemiş gözüküyorlardı, belki de kaçmayı planlayanların hepsi Erzurum ve çevre bölgelerden oldukları için. Yakup’un evi çok daha güneyde kalıyordu.’”

Şimdi kaçmayı planladıkları yere karar kıldılar, İlyas buranın neresi olduğunu hâlâ bilmiyor. O gece kaçacaklardı, atları önceden ayarlamışlardı. Bize veda etmeye gelmişti. Elimizde ne kadar kalın giysi varsa bir araya toplayıp onları İlyas’a verdik -zavallı adamın neredeyse hiç kıyafeti yoktu. Bana sıkıca sarıldı! Hiçbirimiz bir şey söyleyemiyorduk, söylenecek bir şey de yoktu aslında. Gece yarısında İlyas gitti. Bir daha onu görmedik. Eve varmayı başardı mı? Annesi ve kardeşini bulabildi mi?”

Burada Sisir, Tagore’u alıntılıyor: “Her şeyini kaybedenler bütün dünyayı kazanırlar” [28] (178).


Mülteci bir Ermeni ailesi

İlyas ve başına gelecekler uzun süre Sisir’in üstünde ağır bir yük oluşturdu. Kitabın ilerleyen kısımlarında, Sisir şöyle yazıyor:

“Hâlâ İlyas’ı düşünüyorum. 14, 15 yaşlarında bir oğlan, çok iyi bir çocuk. Sonunda Erzurum’a varabildi mi? Ya da giderken öldü mü? Annesine ve kız kardeşine ne oldu? Bu sorular sadece İlyas’la ilgili değil; binlerce Ermeni ailesi bu sorularla boğuşuyor” [29] (189).

Ekimin başında, kamplardaki durum aniden değişti. Sisir, hastanenin kapatılacağını ve bütün hastaların taburcu edileceğini duydu.

Bu haber mültecilerin üzerinde oldukça tesirli oldu. “Ermeni kadınlar ağlamaya başladı,” diye yazıyor Sisir.

“Çok uzun zamandır Almanlar tarafından korunuyorlardı -bir dağın koruması altında olmak gibi bir şeydi; Türkler onlara hiçbir şey yapamıyordu. Fakat şimdi Almanlar gider gitmez, Türklerin onları yeniden katletmelerinden korkuyorlar; bu sefer kadınların bile canı bağışlanmayacaktı.”

“Her gün Yakup bize gelip yakınıp ağlardı; bize İlyas’ın zamanında kaçabildiğini kendisinin ise kapana kısıldığını söylerdi. Fakat İlyas evine varabildi mi? Zavallı İlyas! Fakat Yakup için çok endişelenmiyorduk, akıllı bir delikanlıydı, hatta kurnaz bile denilebilirdi” (190).

Birkaç hafta içerisinde olaylar gelişip son noktaya geldiğinde Sisir günlüğüne şöyle yazıyordu:

“Her şey karmakarışık. (Sadece) Türk askerler olaylara karşı kayıtsız; gizli bir şekilde her şeyin sona ermesinden ötürü mutlu olmalılar, yüzlerinde bir rahatlama ifadesi var. En çok endişeli gözükenler Almanlar; burada Türkiye’de mahsur kalıp, İngilizlere esir düşeceklerinden korkuyorlar. Fakat en büyük korku zavallı Ermeniler arasında yaşanıyor. Yaşlı Mary, Dudu, Haiganooush, Jarohi hepsi feryat ederek ağlıyorlar, bize şimdi ne olacak diye soruyorlar. Aralarında Dudu biraz İngilizce konuşuyor. Altı ya da yedi yaşlarında bir oğlu var. Almanları memnun etmek için ona William ismini vermiş. Dudu akıllı bir kadın ve işini biliyor. Belki bu durumda oğlunun ismini değiştirir.”



Ermeni mülteciler

Ermeni mültecilerin çoğu Diyarbakır, Urfa, Sivas, Kayseri, Maraş, Antep veya Mardin’dendi. Sonra Van’dan ve Bitlis’ten de gelmeye başladılar (191).

Bir müddet sonra da Almanlar ayrıldılar. Savaş esirleri ve Ermeni mülteciler hastanenin yiyecek stokunda kalanlarla idare etmek zorunda kaldılar. İngilizlerin kuzeye doğru ilerlediği biliniyordu. Fakat hâlâ ortada yoklardı. Bu durum da karışıklığa sebep oluyordu.

Sisir, “Her gün Ermeni arkadaşlarımızla karşılaşıyoruz,” diye yazmış ve “ama onlar için ne yapabiliriz? Eğer İngilizler kısa zamanda gelirlerse güvende olacaklar,” diye devam etmişti (193).

1918 yılının Kasım ayının başında ise Sisir günlüğüne şöyle yazıyor:

“Eve geri dönme düşüncesiyle çok seviniyorum ama bunu düşünürken mültecileri (Ermenileri) ve alın yazılarını düşünüp ümitsizliğe kapılıyorum. Beraber senelerce çalıştık, mutluluğu ve üzüntüyü paylaştık. Bizden birileri gibi oldular. Eğer Türkler onları öldürmezlerse, evlerine geri döndüklerinde ne bulacaklarını merak ediyorum. Neye geri dönecekler? Kime geri dönecekler? Evlerinin kalıp kalmadığını bile kim bilebilir!” (194)

17 Kasım’da bütün savaş esirleri aniden onları almak için geceleyin bir trenin geleceğini haber aldılar. Sisir ve arkadaşları, kapalı vagonlarla karşılaşamamaktan endişe duydukları için trenin gelme saatinden çok evvel istasyona gittiler. Sisir, bunun nedenini, yaşanan kömür sıkıntısından ötürü Türk trenlerinin odunla çalışıp, çok fazla buhar körükleyemediklerine değinerek açıklıyor: “Azıcık bir meyille motor sanki nefessiz kalmış gibi hırıltılar çıkartıyor, alevler bacadan çıkarak etraftaki her şeyi yakıyor” (198).

Bu durum açık bir vagonda riskliydi çünkü korlar ve alevler geriye doğru eseceğinden bazen yangınlara sebep olabiliyordu. Sisir bir keresinde Ambulans Gücü’ndeki ordu hizmetlilerinden biri olan çöpçü Jumman’la seyahat ettiğini anlatıyor. Bu seyahat sırasında bir kor, Jumman’nın sarığının üstüne düşüp alev alıyor. Aralarında yangını söndürmeyi başarıyorlar fakat Juamman yaşananların ertesinde “İyi ki Sih değilim yoksa saçım yanabilirdi,” diyor.

Sisir ve dört arkadaşı kapalı bir vagon bulmakta şanslı oldular ve akşam saat dokuzda bu vagona yerleştiler.

“Bir saat gibi bir süre sonra, Yakup’un bize dışardan seslendiğini duyduk. Yanına gittiğimizde ona vagonda yer açmamızı söyledi. Ona ‘Çıldırdın mı? Bunu nasıl yapalım? Seni kendi vagonumuzda götürmek sadece senin için değil bizim için de çok tehlikeli olur. Eğer Türkler bu durumu fark ederlerse, seni öyle bir döverler ki ölürsün; bize de ne olacağını kim bilebilir? Büyük ihtimalle askerî mahkemeye sevk ediliriz. Böyle bir şey yapamayız,’ dedik” (198-199).

“Fakat Yakup inatçıydı ve ağlamaya başladı. Bütün suçu kendisinin üstleneceğini; eğer Türkler onu yakalarsa, yapacak hiçbir şey olmadığını; Nisibeen’de kalırsa da nasıl olsa öleceğini, her şekilde ölecekse, kaçmaya çalışacağını söyledi. Sonunda içeri girmesine izin verdik. Vagonda sadece dört kişiydik -Phoni, Jagdish, Bhola ve ben. Vagonda bizden başka birileri olsaydı, Yakup’u içeri almaya cesaret edemezdik. Onu içeri almış olsak da vagondaki sıralarda onu herkesin görebileceği bir yerde oturmasına izin veremezdik; saklanması lazımdı. Saklanabileceği tek yer sıranın altıydı. İşte bu noktada sorunlar başlıyordu. Yakup genç olabilirdi ama büyük bir göbeği vardı; onu sıranın altına sokmak imkânsızdı. Sonunda Bhola, Yakup’un göbeğini içeri doğru soktu ve bir şekilde onu sıranın altına itti. Yakup’un pantolon düğmesi açılmış, göğsü ve karnı sıyrılıp kanamıştı. Bütün gece ve ertesi gün ve gece boyunca sıranın altında kalmıştı. Bir tren garında indikten sonra, bize artık bundan sonrasında başının çaresine bakabileceğini söyledi” (199).


Ermeni dul ve yetimlerle Hintli askerler

26 Kasım’da Sisir ve silah arkadaşları Tripoli’ye vardılar ve 4 Aralık’ta onları Port Said’e götürecek olan bir gemiye bindiler.

Fakat gemiye binmeden önce, bu hikâyedeki en garip olaylardan biri gerçekleşti. Olayın odağında Bengal Ambulans Gücü gönüllüsü çöpçü Jumman vardı. Olayı sizlere en iyisi Sisir anlatsın:

“Kuzeye doğru Musul’dan yürürken Jumman, Ras al-‘Ain’e yakın bir derenin kenarında Ermeni bir çocuk gördü ve onu aldı. Çocuğun annesi ölmüş, babası da öldürülmüş olmalıydı. Jumman çocuğa bakma sorumluluğunu kendi üzerine aldı ve ona Babulal ismini verdi. Çocuk Jumman’a Baba derdi” [30] (175).

Başka kaynaklardan tarafından da doğrulanmamış olsa, bu hikâyeye inanmak oldukça güç olurdu. Fakat E.A Walker isimli İngiliz bir subay, 1916 yılında Ras al-‘Ain esir kamplarında Ermeni dul ve öksüzlerle birlikte tutulan Hint koloni askerlerinden oluşan bir gruba denk gelir. Şu an İmparatorluk Savaş Müzesi’nde bulunan günlüğüne şöyle yazar: “Hint koloni askerlerinin yanında küçük, on yaşlarında bir Ermeni çocuk vardır. Bu çocuk katledilen binlerce Ermeni kadın ve çocuktan geriye sağ kalabilen tek kişidir.” [31]

Sisir günlüğüne Babulal’ın kısa zamanda Hintçe konuşmaya başladığını ve yeteri kadar büyüdüğünde de Bengal Ambulans Gücü’nde düdük çalmakla görevlendirildiğini yazar. [32] Bu görev İngiliz Hint ordusunda öteden beri süregelen bir gelenek olarak hep Avrasyalı öksüz çocuklar tarafından gerçekleştirilir; bu sebeple de bu hikâye kulağa ne kadar garip gelse de gerçekleşmiş olması imkânsız değil.

Fakat Trablus’ta bir sorun ortaya çıktı:

“Süveyş kanalından gemi kalkmadan önce Jumman’a Babulal’ı yanına alamayacağı söylendi. Ermeni bir rahip Babulal’ı aldı. Fakat neden Babulal onunla gidecekti ki? Büyük bir yaygara çıkarıp çok ağladı, Jumman da oğlanı tutarak ağlamıştı. Sonunda Jumman’a Babulal’ı yanında götürmesi için izin verildi” (175).
Babulal, Jumman, Sisir ve hayatta kalan diğer silah arkadaşları 8 Ocak 1919’da Hindistan’a vardılar

(Çeviren: Sena Akalın)  

[1] Armenians in India: From the Earliest Times to the Present-Mesrovb Jacob Seth İlk Basım tarihi Kalküta, 1937; tekrardan Asian Educational Services tarafından New Delhi 2005’te basılmıştır. Birinci Bölüm


[2] Okul aslen Ermeni Filantropik Akademisi olarak bilinir. Free School 39 Caddesi’ndeki bina 1883 yılında alınmıştır. W. M Thackeray 18 Temmuz 1811’de bu binada doğmuştur.

[3] “Indians at Home: Mesopotamia and France 1914-1918 towards an intimate history", (in Das, Santanu (ed.): Race, Empire, and First World War Writing.

[4] Bu konuyla ilgili yardımları için Kalküta kütüphanesinden Dr. Swapan ve Sri Ashim Mukhopadhyay’a teşekkür borçluyum. Sayfa referansları kütüphanede bulunan nüshadan yararlanılarak yapılmıştır.

[5] Bkz. Barua, Pradeeg P, "Inventing Race: The British and India’s Martial Races", Historian 58(1), 1995, s. 107-116 & Roy, Kaushik, "Recruitment Doctrines of the Colonial Indian Army: 1859-1913", Indian Economic and Social Historiy Review 34(3), s. 322-354, 1997.

[6] Sayı tam olarak hâlâ belirlenemedi. Fakat 3 bin İngiliz ve 10 bin Hintli askerinin teslim olunduktan sonra esir düştüğü tahmin ediliyor. Bkz. Heather Jones: "Imperial Captivities: Colonial Prisoners of War in Germany and the Ottoman Empire, 1914-1918", Das, Santanu (ed.): Race, Empire and First World War Writing, CUP, 2011.

[7] Heather jones, a.g.e.

[8] Santanu Das, a.g.e.

[9] Murali Ranganathan çok yakın zamanda bir Parsi’ye ait –Nariman Karkaria, Gujarati dilinde yazılmış yeni bir I. Dünya Savaşı hatıratı buldu. Bu kitap 1922 yılında D.A Karkaria aracılığıyla Manek Yayınevi tarafından basılmıştır. Kitap aldatıcı bir şekilde “Rangbhumi Par Rakhad” (Sahnedeki Hücum olarak çevrilebilir) başlığıyla yayımlanmıştır. Belki de metinde sıkça kullandığı "Jangbhumi" kelimesiyle yaptığı bir oyun olarak bu başlığı seçmiş olabilir. Bu konuyla ilgili 15 Ekim 2012’de bloğumda yazdığım yazıya bakabilirsiniz (www.amitavghosh.com/blog/). Bu tür başka hatıratların Marathi, Punjabi ve Gorkhali dillerinde yazıldığından eminim. Fakat bu yazıyı yazarken başka hatıratlarla karşılaşmadım.

[10] Bkz. Santanu Das, a.g.e. Bağdat’a Doğru’ya ilişkin ve Mezopotamya harekâtını daha geniş bir bağlamda inceleyebilmemiz için bitmek üzere olduğunu duyduğum Santanu’nun yeni kitabını beklemeliyiz. Bu kitabın yayımlanmasını büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum.

[11] Bkz. Heather Jones, a.g.e. Savaş esirlerinin ayrılmasının Ras al-‘Ain’de gerçekleştiğini öne sürüyor. “Diğer rütbelerden Hintli gayrimüslim esirler sonunda Ras-al-‘Ain’deki demiryolu hattında çalıştırılmak üzere ayrıldılar; Müslüman ve diğer rütbelerden İngiliz savaş esirleri Ras al-‘Ain’den trenle Türkiye’deki ayrı kamplara götürüldüler.” Fakat Sisir Sarbadhikari’nin günlüğünde yazılanlara göre bu ayrışma daha önceden gerçekleşmişti.

[12] “Hindu” ifadesi büyük ihtimalle askerlerin kendilerini algılayışlarından çok İngiliz askerî yönetim uygulamalarıyla daha alakalıydı. Türkler büyük olasılıkla Hintli askerleri dinlerine göre ayırarak İngiliz uygulamalarını örnek aldılar.

[13] Hint Müslüman birliklerinin Osmanlılar tarafından daha iyi muamele gördüğü konusu genelde herkes tarafından mutabık kalınan bir konu; fakat aynı şekilde İngiliz Birliklerinin de böyle bir muamele görüp görmemiş olması konusu tam net değil. Bu konuya ilişkin daha kapsamlı bir tartışma için Heather Jones’un kitabına bakınız.

[14] Vedica Kant, (Türkiye’de çalışan Hintli akademisyen) buranın Musul’un kuzeyinde kalan küçük bir kasaba olabileceğini ifade etti. Ayrıca metinde yer alan bazı yer isimleri ve Türkçe kelimelerin çevirisinde bana yardımcı olduğu için Vedica Kant’a minnettarım.

[15] İngiliz Gezgin J.S. Buckingham da bu genel bölgenin ve bölgede yaşayanların farklılığına değinir. Mezopotamya seyahatleri, Londra, 1827, s. 204-205.

[16] Sisir burada İngilizce kelimeyi kullanır. Burada diğer yerlerde bana bir şekilde ilginç gelen kelimeleri italik olarak kullandım.

[17] Bu kasaba şimdi Suriye ve Türkiye sınırında yer almakta. Fakat Buckingham, buradan Nisibir olarak söz etmektedir ve buranın antik “Nisibir” olduğunu ileri sürmektedir. Nusaybin’in ilk kuruluşu en eski kayıtları bile geride bırakmaktadır. Bazı bilgili rahiplere göre Nusaybin, kutsal kitaplarda sıralanan yerlerden biri. Burası Tanrının güçlü avcılarından biri olan Nimrod tarafından kurulmuş. Nimrod’un ismi daha çok saklanan madalyalarda da geçtiği gibi “Nesibis” olarak kullanılıyor. Yunan yazarların metinlerinde “Nisibis” olarak yazıldığı görülüyor. Arap coğrafyacı Abulfeda'nın söylediğine uygun olarak D’Anville bu ismin şimdiki söylenişinden “Nisibeen" ya da “Nesbin” olarak bahsediyor. A.g.e., s. 242-243.

[18] Heather Jones’un alıntıladığı E.A.Walker, Hintlilerin Ras al-‘Ain kampında kalışını şu şekilde anlatıyor: “Sığınabilecekleri hiçbir yer yoktu; sadece kendi battaniyeleri ve hayatta kalabilmelerini sağlayacak kadar kısıtlı bir yiyecek karnesi. Her iki anlatımda da bir uyuşmazlık olmasa da anlatımların bu kısmında ve diğer kısımlarında tondaki belirgin zıtlık beni şaşırtıyor. Sisir’in anlatımı dikkat çekici bir şekilde soğukkanlı ve metin bir tavrı var. Belki de bunun sebebi, olayların yaşanmasından çok sonra, tecrübenin keskin köşeleri zamanla aşındıktan sonra hikâyesini yazdığı içindir. Ya da anlatımındaki bu soğukkanlılığın sebebi bir er ve bir Hintli olmasından ötürü; beklentilerinin daha düşük olmasından ve daha zor şartlara çok daha alışık olmasından ötürü olabilir mi?"

[19] Sisir genelde Halep için "Halbe" veya "Halab" kelimelerini kullanıyor.

[20] Santanu Das şöyle yazıyor: “İngiliz şahitlerin belirttiklerine göre, Hintli savaş esirleri pis halılarla birlikte asılmış hareketli iskeletlere benziyorlardı. Race, Empire and First World War Writing, CUP, 2011.

[21] Heather Jones tarafından alıntılanmıştır, a.g.e., (IWM 76/115/1 Diary of E.A.Walker, 17/7/16).

[22] Sınıf ve rütbeden bağımsız olarak sömürge ordusuyla ilgili Hem İngiliz hem de Hint yazınında ırkla ilgili meseleler sürekli olarak yineleniyor. Santanu Das, Raiputlu bir soylu olan Amar Singh’ın günlüklerine ilişkin yazdığı yazılarda “Slur”u günlüklerde sürekli tekrar eden bir kelime ve duygu olarak gözlemliyor; bu kelimenin duygusal temelini sınıfsal imtiyazlar ve ırksal ayrımcılık arasında sürekli devam eden bir tereddüt belirliyor. İngiliz askerlerinin ona selam vermeyi kabul etmeyişlerinden (Amar Singh, Kral’ın yetkili memurlarındandı) ve yine sığır eti yemeyi kabul etmemesinden ötürü kendisiyle alay etmelerinden, önemli askerî meseleler konuşulurken kendisine “ epey saygısızca” odayı terk etmesini istemelerine kadar varan olaylarda Amar Singh "hafif" düzeyde öfkeleniyor. Kişisel ve ırka dair meseleler birbirine bağlı. ("Indians at home, Mesopotamia and France, 1914-1918: towards an intimate history", in Das, Santanu (ed): Race, Empire and First World War Writing, CUP, 2011). Aynı makalenin farklı yerlerinde Santanu İngilizlerin ırk sınırlarını geçerli tutmakta olan ısrarcılığına değiniyor. In Kut and Captivity (1919) adlı kitabında Binbaşı Sandes Bağdat’a varışlarını şu şeklide yazıyor: “İlk işimiz doğal olarak Hintlilerle İngiliz subayların uyuyacakları yeri ayırmaktı: Hintli askerlere ayrıca kendilerinin her zaman İngiliz askerlerden daha düşük rütbede olduklarını açıkladık" (22). Esaret altındayken bile sömürgenin ve ırkçılığın doğurduğu hiyerarşi sanki “doğal” bir şeymiş gibi öne sürülüyor.

[23] Bu bölümde ve diğer kısımlarda Sisir sürekli olarak Bengalice olan gora kelimesini “beyaz” askerlere atıfta bulunmak için kullanıyor. Kalo (siyah) kelimesini de kendisi ve diğer Hintlilere değinerken kullanıyor.

[24] Vedica Kant bu kelimenin “kardeş” olduğunu belirtiyor. Sisir’in bu kelimeyi yazı boyunca heceleyişi dikkate alınıp doğru bir şekilde yazıldığında “kardaş” olsa da Vedia Kant’ın önerisini dikkate aldım.

[25] Mardin çok eskiden beri büyük bir Ermeni cemaatine sahipti. J.S. Buckingham Mardin’i anlatırken şöyle yazıyor: “Mardin nüfusunun yirmi bini geçtiği düşünülüyor. Bu rakamın en az iki bölü üçü Müslüman, geri kalan kısmı da Hıristiyanlar ve Yahudilerden oluşuyor. Suriyelilerden iki bin hanenin Mardin’de bulunduğu tahmin ediliyor. İki bin haneden beş yüzü Ermeniler’in, dört yüzü de Yahudiler’in. Mezopotamya seyahatleri, Londra, 1827, s. 191-192.

[26] “Soykırım” kelimesi, elbette o zamanlar daha ortaya çıkmış bir kelime değildi ve Bengali dilinde de henüz karşılığı yoktu.

[27] Kronolojik olarak baktığımızda Sisir’in bir kez daha günlüğüne sadık kaldığını görüyoruz. Nisan 1918’den itibaren notları tekrar başlıyor (Ara verdiği dönem bir önceki sene Nisan’a denk geliyor).

[28] "Hatobhagyer gaan" şiiri 1899’da yazılmıştır (Bengali kayıtlarına göre 1305). Tagore’un Gitobitan kitabında da yer almaktadır. Şiiri bulmamda bana yardımcı olan kız kardeşim Dr. Chaitali Basu ve Dr. Swachhatoya Bannerjee’ye minnettarım.

[29] Sisir’in bu hasideyi hafızası ya da notları yardımıyla yazıp yazmadığı belli değildir. Kronolojik olarak bu hadise günlüğünü geri aldığında gerçekleşmiştir. Fakat kitapta Sisir bu olayı kronolojik sırayla anlatmaz.

[30] Yazıda bu hikâye kronolojik bir sırayı takip ederek anlatılmıştır.

[31] Heather Jones, a.g.e. Bu referansı bana gösterdiği için Santanu Das’a çok minnettarım. E.A. Walker’ın günlüğünün katalog numarası: IWM 76/115/1 Diary of E.A.Walker, 17/7/16.

[32] İngiliz Hint ordusunda uzun süren bir geleneğe göre, fifre ve davul çalacak olan kişiler Avrasya kökenli çocuk ve gençlerin kaldığı yetimhanelerden seçilirdi. Seçilenler genelde çocuk olurdu.