Şövalyenin Ölümü
Ey mekanların nostaljisi
Geçip giden o anda yeterince sevilmemiş
O unutulmaz jesti, fazladan bir eylemi
Şimdi uzaktan vermek istiyorum size.

Rilke*

 

Picasso’nun “Kore’de Katliam” adlı tablosu, 1950’li yıllarda Kore Savaşı’ndaki bir katliamı anlatır. Koreli yoksul halka nişan almış, ağır silahlı askerler resmedilir bu tabloda; kadınlar ve çocuklar, savaşın ve açlığın şekilsizleştirdiği bedenleriyle çıplaktırlar. Halk ne kadar çıplak ve perişansa, askerler de o kadar zırhlı ve donanımlıdır. İşgalci askerler ve halk, taban tabana zıt bir dolayımla simgelenirler ki, katliam gerçekliği neredeyse kaybolur. Gerçekliğin yok olması katliamın kendisinde gizlidir bir bakıma; asla tehlike unsuru olamayacak bu baldırı çıplakların yeryüzündeki varlıkları başlıca tehdittir işgalcilerce; kadınlar ve çocuklar olarak, hiçbir işe yaramazlar, fazlalıktırlar bu dünyada!

Geçen hafta Diyarbakır’da, Tahir Elçi’nin katledilmesi de tıpkı Picasso’nun tablosunda resmettiği gibi, ürkütücü boyutlarda paradoksal. Ellerinde, “İnsanlığın mirasına sahip çık” yazılı küçük dövizler taşıyan naif bir grup, şaşırtıcı bir çocuksuluk ve yüzlerinde kararlı bir ifadeyle bildirilerini okuyorlar; insanlığın ortak mirasından söz ediyorlar, çatışmaların ortasında yara alan, kentin beş yüz yıllık simgesi Dört Ayaklı Minare’nin, “Beni ayağımdan vurdular. Ne savaşlar ne felaketler gördüm ama böyle ihanet görmedim” feryadını dillendiriyorlar. O mekânın insanlığın ortak mekânı olduğunu, çatışmalara, operasyonlara son verilmesini haykırıyorlar. İşte tam da bu haykırışla (Müslüman mahallesinde salyangoz satılmış gibi), tetiğe basılıyor; barış Elçi’sine yapılan silahlı saldırı ve yerde yatan cansız bedeni. Aniden, birbiri ardına patlayan silahlar, barışı ve kent mirasını savunan bu insanlara sıkılan kurşunlar zihinlerimizde bomba etkisi yaratmaya yetiyor.

Picasso’nun tablosunda, bu dünyada var olmaktan başka suçları olmayan, kendi hallerinde yaşayıp giden yoksullara nişan alan askerler ne kadar donanımlı ve ürkütücüyse, savaşın ortasında, barışın ve kentin savunulması da o kadar naif ve cesurcadır. Bir avuç insanın kent mirasını savunması... basın açıklaması sonunda cılız ama coşkulu alkış... dinleyici olarak bir Kürt nine ve oradan geçen birkaç meraklı; seyircisi olmayan bir oyun misali... Birbirlerine tamamen karşıt zıtlıkların karşılaşmaları, bazen öylesine sarsıcı boyutlarda gelişebiliyor ki, zihinlerimizde gerçeklik algısı da yerle bir oluveriyor. Bütünselliği kavrama gerçekliğini yitiriyoruz. Picasso’nun tablosunda olduğu gibi, Tahir Elçi’nin katledilmesinde de, parçaları ancak ayrı algılayabiliyoruz. Bir bütünü oluşturamayacak kadar aykırılar çünkü.

“Hakikati söylemek zordur çünkü sadece tek hakikat vardır, ama o canlı bir varlıktır, bu nedenle çehresi de canlıdır, hep değişir,”[1] diyordu Kafka. Gerçeğin farklı cephelerinin çokluğu ve kavrama güçlüğü karşısında hakikati ortaya çıkarmanın güçlüğüne işaret ediyordu.

Anlamaya ilişkin zorlukları yazarken Hannah Arendt, anlama etkinliğini doğru bilgi sahibi olmaktan ayırır ama anlamanın bilgiyi öncelediğini yazar:

“Sonu gelmeyen, sürekli değişim ve varyasyon içerisindeki bu etkinlik sayesinde gerçeklikle uzlaşır, yani dünyayı bize yabancı bir yer olmaktan çıkarmaya çalışırız. (...) totaliterizmi anlamak da hiçbir şeye göz yummama, fakat böylesi şeylerin mümkün olduğu bir dünyayla hiçbir şekilde uzlaşmama anlamına gelir.” [2]

Onca katliam ve vahşetten sonra dünyada kalanların yaşama tutunabilmeleri ve dünyayı yaşanır kılmalarının herhalde bu etkinliğin yönünün, yaşamın savunulmasına çevrilmesi ve yollarının bulunmasıyla sağlanabileceği açıktır.

Basın açıklamasının yapıldığı gâvur mahallesinde, sayıca az olunmasına rağmen, basın bildirisi, içerik olarak kapsamlı ve şiirsel bir üslupla yazılmış: İnsanlığın tarihî mirasının barbarca yok edilmesine duyulan öfke ve kederle başlayıp, bu vahşetten uzak durulması çağrısıyla bitiyor. Elçi’nin, dünyada eşi olmayan bir yapıya hak ettiği ilgiyi gösterircesine olaya verdiği önem ve kınama biçimi de şövalyece. Dünyayı mirasıyla sahiplenmek, bu dünyadan göçüp gitmiş insanlara derin bir saygıyı da içinde barındırıyor.

Mekânların, insanların yaşamlarında kapladığı yer, iç içe geçmişliği, yaşanmış, aktarılmış anılarla örüntüsü; o mekândaki o simgesel yapının insanların belleğinde tuttuğu yer vb., fenomenolojik olarak ayrı bir inceleme konusu olabilir. Ama mekânlarla kurduğumuz bağlar, dirimselliğin bir göstergesi olabiliyor çoğu zaman.

Hannah Arendt Kafka’nın kahramanları için “‘Sıradan insan’ın bir insanlık ideali olarak modelidir,” der ve ekler; “Bu iyi niyetin de bir işlevi vardır; en müşterek ihtiyaçları göz göre göre boşa çıkaran ve insanın en güzel niyetlerini yok eden toplumun o gizli yapılarının maskesini neredeyse masumane bir şekilde düşürür.”[3]

Tahir Elçi gibi iyi niyet elçileri de, tıpkı Kafka’nın kahramanları gibi haklı ve masum eylemleriyle, dertlerini anlatamadan yok olup gidiyorlar. Geçen yüzyıldan farklı olarak şimdi (suç, ceza kavramları ve bunların şüphelide/kahramanda özdeşleşmesi süreci gibi), uzun bir yolu izlemeye, gerçeklik kazandırmaya gerek duymadan, kestirmeden gidiliyor: sokak ortasında infaz!

Picasso’nun tablosundan zihnimize kazılan; yaşayan birer ölüye dönmüş çıplaklara, bir orduya saldırırcasına zırhla donanmış askerlerin katliamları.

Diyarbakır cinayetinden bize kalan tek gerçek resim ise; ellerinde dövizlerle barışı haykıran bir avuç insanın ve cesur bir şövalyenin özgür sesi. Darp edilmiş Dört Ayaklı Minare’nin ayaklarına özenle asılan (kimbilir belki korunur umuduyla!); “İnsanlığın mirasıyım, mirasına sahip çık” yazılı dövizler. Ve kötülüklere savaş açmış cesur bir şövalyenin (tıpkı Hrant Dink gibi) yerde yatan cansız bedeni.

Tarihî mirasa yapılan suikastı kınarken bir suikasta kurban gitmek! Acı bir ironi!.. ancak Yunan Tragedyalarında ya da masallarda rastlanabilir cinsten!

Acının Coğrafyasında yakılan ağıtlar, şimdilerde “şiir” oluyor: Yüzyıllık acının, dehşetin şiiri, topallasa da, eksik de olsa direnişini sürdürüyor.

Kadınlar, Amed’in meydanlarında, çığlık olup, seslerini yedi cihana duyurmak için ayağa kalkıyorlar şimdi, Elçilik görevini devralıp, öte dünyanın cisimsiz mağdurlarının, sesini ebediyen yitirmişlerin mektuplarını okuyorlar meydanlarda... ölüme meydan okumanın değişik yollarını keşfediyorlar.

Ezilen cinsin, dehşetin içinden ayağa kalkması umudun kendisi oluyor.

Picasso’nun tablosundaki oyun oynamayı sürdüren çocuk, ölüme direnişin bir simgesi olarak umut veriyor.

“İmkânsızı istemek gerek,” diyen Kafka’ya atfen, “imkânsız”, savaşın ortasında barış istemek olabilir mi? Çatışmaların içinde, bir yüce gönüllü barış Elçi’sinin, “İnsanlığın ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz,” diye haykırması mıdır!..

İmkânsız olsa da yaşamı savunmaya devam etmeli.
[*] Akt. Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, çev. Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, 2008, s. 87.

[1] Akt. Hannah Arendt, Formasyon, Sürgün, Totalitarizm:
Anlama Denemeleri 1930-1954
, çev. İbrahim Yıldız, Dipnot Yayınları, 2014, s. 425.

[2] A.g.e., s. 132.

[3] A.g.e., s. 132.