Seçimin Ardından: Jouissance Vaadi Olarak Politika I

Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu şeyi usulünce adlandıralım önce: Her birimizin gözünde büyük ölçüde açığa çıkmış bir yolsuzluk, hırsızlık, hukuksuzluk ve yalan düzeni onaylanmıştır. Çok katmanlı ve aleni bir rüşvet çarkı esaslı bir itiraza yol açmamıştır. Ufacıkken vurulup öldürülmüş bir çocuğu ve annesini on binlerce kişiye yuhalatan, daha baskıcı ve zalim olacağını açıkça ifade eden, bir seçim stratejisi olarak ‘delice’ bir tutkuyla, korkutucu bir iç savaş söylemi içinden konuşmaktan hiç çekinmeyen bir lidere ve partisine evet denmiştir. Sefil bir vicdansızlığa rıza gösterilmiştir. Ürkütücü bir totaliter tavrı, performansı ve mantığı harfiyen ete kemiğe büründüren bir lider ‘zafer’ kazanmıştır. Hiçbir vicdan ve ahlak ölçüsüne aldırmayan, büyük bir hınçla “köklerini kazımaktan”, “inlerine girmekten” söz eden, ilahi ya da dünyevi hiçbir yasaya ve yasağa itibar etmeyen, “yasa ve kural ben’im” mertebesinden konuşan, hakiki hiçbir inanca ya da imana sahip olmayan bir sahtekarlar/kalpazanlar çetesi ‘güvenoyu’ almıştır. Örgütlenmiş kötülük kazanmıştır. Bütün bunların gösterdiği aşırı, tekinsiz çekirdeği, bu sert kaya parçasını anlamadan yapılacak her değerlendirme daha baştan eksik kalacaktır.

Hem halkı aptal ,”kaz kafalı” bir sürü gören (“midyeyi kabuğuyla yiyenler”, “göbeğini kaşıyanlar”, “makarna söz konusu olduğunda bütün erdemlerini yok sayanlar” diyerek yapılan tarifleri buraya yerleştirebiliriz) seçkinci, üstten ve iğrenç dil ve tavrın, hem de solu/sosyalistleri halkın değerlerinden uzaklaşmış, halka inanmayan, milli bünyeye yabancı, “nerede yanlış yaptık diye sormayan” kalın kafalı ve kökü dışarıda akılsızlar topluluğu olarak resmeden toptancı ve kestirmeci tavrın en temelde paylaştığı aynı jest değil midir? Olan-biteni anladığını sanarak aynı öfkeli ve aceleci mizacın tuzağına düşmekten söz ediyorum. Seçimde ortaya çıkan feci sonucun bütün yükünü mevcut siyasal aktörlerden birine yüklemenin ya da daha ideal, daha yerli, daha eksiksiz bir sol söylem ve pratik tarifine girişmenin öncesinde o soruyu sormalıyız asıl: Niçin? Niçin, hangi saik ve özlemlerle, ne umarak insanlar böylesine zalim ve vahşi bir sermaye-tiranlar koalisyonuna evet demiştir? İğrenç bir kötülükler rejimini deşifre eden onca hakikat karşısında bunca insanı sağır ve kör bir konuma sıkıştıran ne tür bir arzu ve güdülenmedir?

Hatta belki, AKP’nin gayet anlaşılır bir sebeple başarısını endekslediği karşıtlık olarak her vesileyle yeniden ürettiği ve incelttiği, Batıcı seçkinler ya da gayrı-milli unsurlarla derin millet ve onun öz temsilcileri biçimindeki –esasında toplumun/ezilenlerin gerçek ve somut hayatında hiçbir maddi karşılığı olmayan- kültürel ve psikolojik yarılmanın etkili ve işlevsel olabilmesini, o ideolojik manipülasyonun/‘kutuplaştırmanın’ toplumu inşa eden gerçek antagonizmayı, toplumun sınıflara bölünmüş temel yapısını ikame edişi meselesini de bu bağlama yerleştirebiliriz. Bizzat bu durumun kendisi, o temel sınıfsal mücadelenin bir semptomu iken –sınıf mücadelesi çünkü, toplumun anlamının ne olduğu üzerine bir mücadeledir aynı zamanda-, bazen tam da o yarılmayı derinleştirecek, o meşhur “Fatih –Harbiye” ikiliğine işaret edecek tutum ve tepkiler AKP’nin kurduğu tuzağa kapılmaktan başka nedir ki? Mücadeleyi tamamıyla AKP’nin çok iyi bildiği bir alanda kabullenmekten, bu “sanal” zemine teslim olmaktan başka yani?

Tadını çıkarmaya doyamadıkları apaçık bir ‘çarpıtma’ bu. İşte onun, tuhaf bir “Beyaz Türk” tarifi üstüne yamanmış tipik bir örneği: “Zencilerin varsa; kendin gibileri seçkin görüp ötekileri hayatın güzelliklerini hak etmeyen hizmetçiler olarak görüyorsan, beyazsın.” Her bakımdan mide bulandırıcı. JOUISSANCE, KISACA

Lacan’ın psikanalitik teoriye en önemli katkılarından biri Jouissance kavrayışıdır. Çevirmenler tarafından İngilizceye “enjoyment” olarak da çevrilmiş (Türkçe çevirilerde de keyif ya da zevk karşılıkları önerilmiştir), ancak çoğu zaman –kavramın içerdiği aşırı, travmatik karakteri muhafaza etmek için- çevrilmeden olduğu gibi bırakılmıştır.

Lacan’ın “dayanılmaz haz olan” diye adlandırdığı jouissance, aşırı haz ve acıya, hazzı büyüleyici bir yoğunluğa kadar büken fazlaya işaret eder: “Jouissance acının görünmeye başladığı düzeyde vardır. Ve biz biliyoruz ki organizmanın bütün boyutu –başka türlü örtülü kalacakken- yalnızca bu acı düzeyin deneyimlenebilir.” Örneğin arzu temel olarak eksiklik, varlıktaki eksik iken jouissance bir pozitiflik olarak, haz (pleasure) haz olmaktan çıktığında bedenin yaşadığı “bir şey” olarak ortaya çıkar. Bir fazladır ya da hazzın ötesindeki duyumdur. “Haz İlkesinin Ötesinde” dir. Arkadaşlıkla karşılaştırıldığında tutkulu bir aşkta var olan şeydir, misal. Arkadaşla birlikte olmak haz verici iken aşk ızdırap yüklüdür. Ama aşka eşlik eden ızdırap yine de hayatı daha değerli kılan, bizi daha canlı ve tam hissettiren tuhaf bir niteliğe sahiptir. Başka zaman yanlış, saçma, irrasyonel ve ahlaksızca bulduğumuz ya da kendimiz ve yakınlarımız için feci ve yıkıcı sonuçlarını tekrar tekrar gördüğümüz onca şeyi yapa duruyor olmamızın gerisindeki fazla şeydir jouissance. Lacan orgazm örneğini de verir, insanın sürdürmekten ziyade bitirmek istediği yoğun zevk uğrağı olarak.

Lacancı psikanalize göre jouissance’ın hikayesi kabaca şöyledir: Başlangıçta var olan, bebeğin annesiyle arasındaki birincil bağdır sadece. Mutlak çaresizlik ya da saf ihtiyaç içindeki bu organizma, bu proto-özne ile anne-Öteki tam/ideal bir birlik içindedir. İlk doyum deneyimidir bu. Memenin henüz bebeğin bedeninin bir parçası olmamak anlamında ayrı bir nesne olarak kurulmadığı “ilksel durumdur”. Bebek ile meme, özne ile nesne arasındaki ayrımın olmadığı bir tür mutlak kaynaşma hali. Anneyle bir olmanın harikulade zamanları; bebeğin anneden kendini henüz ayıramadığı, annenin memesi ve bedeninin bebeğin ta kendisi olduğu.. Memenin bebeğin kontrolü ötesindeki, onun ağzı ve dudaklarından ayrı bir nesne olarak kurulması daha sonra, deyim yerindeyse “olgudan sonra” mümkün olur. Yani, annenin mevcut olmadığı ya da beslemeyi ıskaladığı/reddettiği sayısız durumun ardından, kendi yokluğundan sonra meme bir nesne olarak kurulur. Nesne bir kez kurulduğunda, eksik meme bir nesne olarak zuhur ettiğinde başlangıçtaki o “ilksel durum”, ilkinde yaşanan eksiksiz tatmin, o ilk bağ artık bir daha tekrar etmeyecektir. Bebek kendini anneden ayırmaya başladıkça, meme, yokluğu dolayımından geçerek ayrı bir nesne olarak kuruldukça ilk temel bağ ebediyen kaybedilir. Bebeğin/çocuğun bir olma duygusuna yeniden kavuşmak, o kayıp parçayı yeniden kazanmak için ümitsizce çabalayacak bir özne olarak dile ve kültüre yerleşeceği tarihe giriştir bu. Geride kalan bir tür safiyet ya da masumiyetin ebediyen kaybedilmiştir.

Dile ve kültüre girişin, orada yerleşmenin bedelidir jouissance. Dilin sembolik düzenine girdiğimizde o ilk bağı, ilksel bir-arada oluş halini kurban ederiz. Lacan’ın nesne (a) dediği şey, işte bu nesnenin kurulması sürecinin artığıdır. Sembolizasyonun yakalayamadığı, ondan kaçan parçadır. Demek ki, asla sahip olmadığımız bir şeyin kaybedilmesi hikayesidir bu. Arzu, özlem ve yoksunluk deneyimlerini anlamlı kılan bir hikaye.İDEOLOJİ, YENİDEN

Her ideolojinin etkili olmasının koşuludur özümsenemeyen bu jouissance çekirdeğine yaslanmak: Özneler ideolojik formasyonlara tanımlanıp sınıflandırılabilir bir dizi sebeple değil, o fazla şey yüzünden angaje olurlar. Bir ideolojinin bizi çağırma ve cezbetme gücü, kim olduğumuz ve dünyanın bizim için nasıl bir yer olduğu duygu ve düşüncesine yol açtığına inandığımız şeyin ötesinde yer alan bu fazla, rasyonel-olmayan ve söze dökülemez şeye yaslanması ölçüsündedir. Bu jouissance parçası/çekirdeği arzuladığımız ancak asla ulaşamayacağımız bir şeydir mesela, ya da yok etmek istediğimiz ama asla edemeyeceğimiz şey. Bizi eksiksiz bir tamlık ya da saydamlığa ulaşmamızı engelleyen aşırı parçadır.

Belki de asıl hatamız şu oldu: AKP’nin “mağduriyet söylemi”ni en yüzeysel anlamına eşitledik. Sanki bir dizi mağduriyetten geçmişler de onları tahsil ediyorlarmış gibi düşündük. Bu haklarıymış gibi. Ha bire mazeret ürettik. En sonunda mağduriyet söyleminin sonu gelecek ya, olsun dedik. Hele şu Ergenekon/balyoz vb. davaları sonuçlansın, askeri vesayetten kurtulalım; “biz ne çok mağdur edildik” kılıfını kullanamazlar sandık. İşte başörtüsü yasağı da kalktı, belki de nihai nokta budur diye avuttuk kendimizi. Endişeye kapıldık kimi zaman, hiç sonu gelmeyecek bunun diye. Mağdur edebiyatının çok prim yaptığını düşündük. Karşı atağa geçtiğimiz, mağduriyet yarıştırmaya kalktığımız zamanlar oldu: Örnekleriyle asıl mağdur edilenlerin solcular, sosyalistler olduğunu göstermeye çalıştık, sanki tarafsız bir hakem heyeti önündeymişiz de, hüküm verilecekmiş gibi. Midemiz bulandı bazen; sahici desteklerden yoksun, uzadıkça uzayan “biz ne çok mağduriyet yaşadık” sulu gözlülüğünden. Aynı algıyı güçlendirmek için en ilgisiz şeyleri bile manipüle etmelerine sinirlendik. Pasif, atıl bir seyirci topluluğu olarak endişe içinde asıl aktörün, AKP’nin bu stratejiyi terk etmesini bekledik. Yok artık deyip buna bir son vermelerini umduk. Gözlerinin asla doymayacağını, o söylemin aslında hastalıklı bir aç gözlülüğün ve yatışmayacak bir hıncın perdesi olduğunu görüp dehşetle irkildik. Sürekli genişleyen bir dizi halinde faiz lobisinin, seçkinci/yabancı sermayenin, dış mihrakların mağduru olduklarını –ve hiç utanmadan, sanki asıl misyonları bu toplumu küresel sermayenin arzusu ve hareketi doğrultusunda yeniden yapılandırmak değilmiş gibi- nasıl söyleyebildiklerine inanamadık. En zalim, en merhametsiz, en acımasız halleriyle zuhur ettiklerinde bile mağduriyet devşirmeye çalışmalarını tiksinerek izledik. Müslümanların hassasiyetlerini kışkırtarak, hiçbir terbiye ölçüsüne aldırmadan sürdürülen bu siyaset biçimini deşifre etmeye çalıştık…vb., vb.

Ya da basbayağı bir yanılgı içindeyiz sanki: Mütemadiyen "gündemi değiştirdiklerini", "ekonominin, dış politikanın sorunları dururken özel hayatı didiklediklerini", "dikkatimizi dağıttıklarını", "hepimizi bu meseleleri konuşmak zorunda bıraktıklarını" (onu da buraya yerleştirebiliriz yeniden; "mağduriyet edebiyatı" yaptıklarını) söyleyip duruyoruz ya; temel politik tasavvurlarını, politika yapış biçimlerini, politikalarının özünü oluşturan şeyi ıskalıyoruz belki de.

Apaçık değil mi halbuki: O mağduriyet/zalimlik zemini, o mağdur/zalim diyalektiği AKP politikalarının en esaslı zembereğini oluşturuyor tam olarak. Asıl hünerleri o çerçeveyi daimi kılmak ve hepimizi tam orada zapt etmekten ibaret. Başarıları hepimizin o oyunun aktörleri olmasına bağlı. “Ne mağduriyeti! Siz değil asıl biz..” diye başlayan tüm karşı-pozisyon ve reaksiyonlar daha baştan kurulu bu tuzağa kapılmakla aynı şey aslında.

Karşı karşıya olduğumuz şey günümüz muhafazakar popülizminin libidinal ekonomisidir tamı tamına. Onun en temelde ırkçı bir fanteziyi manipüle ederek işleyen ve başarılı olan politik söylemidir. AKP’nin sürekli olarak varlıklı ve güçlü seçkinlerin çıkarlarına hizmet eden ve milleti dışarıda bırakan bir “kurulu düzen” kurgusuna yaslanması boşuna değil. Kendini batıcı, elitist, köksüz, yozlaşmış zümreden alıp hep mağdur edilmiş asıl millete dağıtma vaadini ete kemiğe büründüren bir araç/hizmetkar olarak sunması da. Bu, aşağıdakilerin, dışarıda tutulanların, alttakilerin bütün yoksunluklarının ve ızdıraplarının tek bir seferde milli/gayrı-milli ikiliğine tercüme edilmesi, bir kimlik politikası mantığına göre yeniden biçimlendirilmesi operasyonudur. AKP’ye oy veren insanlarda seçim sonuçlarına –ya da örneğin, sadece başbakan, cumhurbaşkanı eşlerinin başörtülü olmasına- bakıp “sonunda oldu be!” dedirtecek bir vaadin yörüngesinde zapt edilmesi, oraya kadar geriletilmesi girişimidir.Jouissance özneyi sadece tam yerine, neredeyse oraya mıhlar çünkü.

Mahrum bırakıldığımız, bizden çalınmış, esirgenmiş, ama başkalarının zevkini sürdüğü, elde edersek kendimizi tamamlanmış hissedeceğimiz şeyin/ jouissance’ın politikasını yapmak bu. Eksikliğini kavrukluğumuzun asıl sebebi saydığımız şeyin.. Onu düzenlemeye, kontrol etmeye, kışkırtmaya yönelik, tam da bu derin libidinal çekime/cezbe seslenen bir politika. Bu savurgan, hoyrat dil, debdebeli retorik, gözümüzün içine sokulan aşırılıklar, "ahlaki" öğütler; tümü aynı arka plana yaslanıp, onu pekiştirmeye yarıyor.

Kök-faşizm denen şey, toplumun temel antagonizmasını belirli bir ırkın üzerine yerleştirerek sınıf kavgasını çözme girişimiyse eğer, kapitalizmin düzensizliklerinin ve 'aşırılıklarının' tüm suçunun Yahudi figürüne atfedilmesi ve milletin organik bütünlüğünü/birliğini bozan, tehdit eden bu yabancı unsurun yok edilmesine yönelik çağrı ise; toplumu için için çürüten Yahudi'nin yok edilmesini toplumsal bünyenin eski saflığına kavuşmasının yegane yolu olarak görmekse faşist çözüm, AKP’nin yönetici zümresinin zihniyet dünyasının proto-faşist bir çerçeveye sahip olduğunu söylemekte hiç bir tereddüt göstermemeliyiz.BİRİNCİ SONUÇ

AKP’nin yönetici elitinin en önemli avantajı da tam burada, bünyevi tabiatlarının niteliğindedir. O jouissance politikasını tasarlama, düşünme, planlama yükünden azade oluşlarındadır. Şimdi yeterince açık olmalı, yıllardır rüyasını gördükleri şeyin Allah’ın yasalarının hükmedeceği şeriat olmadığı. Sadece şuna; seçim sonrası balkondaki topluluğun kompozisyonuna, bunun akıl edilmiş olmasına, buna cesaret edilmiş olmasına bakmak bile yeterli: Hiçbir şeye inanmıyorlar. Tek bir şeyle mükellef, tek bir şeye, “bizim olanı çalanlardan geri almaya” konsantre olmuş bir topluluk bu, hepsi o.

Sol sözün, sol anlatının öncelikli hedefi başka bir mazlumiyet, başka bir mağduriyet düzlemi kurmak olmalıdır. Bütün sloganlarımız ve hamlelerimiz oraya işaret etmelidir. Hiçbir tereddüte düşmeden, hiçbir ikircilik yaşamadan ileri süreceğimiz kapsamlı bir anti-kapitalist çerçevede ezilenlerin ve dilsizlerin hayatına ve çıkarlarına. Onların haklarına. Bu kutlu vazife karşısında AKP’yle konuşmak, o partiye ve liderine hitap etmek nedir ki!’ Bundan derhal vazgeçmeliyiz.

Çok kolay dolaşıma girebilen ve hazır karşılıklar bulan bütün o yukarıdan, kibirli, seçkinci, dışlayıcı, 'aydınlanmış' dil, üslup karşısında tam anlamıyla radikal bir tavır geliştirmeli, oradan uzaklaşmalıyız. O dil ve ethos çoğunlukla kan, ter, dışlanma, zulüm ve acıyla yoğrulmuş somut hayatın ta kendisine yönelen bir aşağılama ve küçümseme halini içerdiği, o berbat aşırılığa varabildiği için değil sadece, aynı zamanda yukarıda anılan jouissance politikasının dairesine düşmek, o politikayı tersinden pekiştirmek anlamına da geleceği için.

Bir kez daha: Geçmiş ‘iyi zamanlara’ yönelik nostaljik kışkırtmanın, bu iki yüzlü, ruhsuz ve sahtekar sermaye-tiranlık koalisyonunun karşısına çıkaracağımız tek şey, ümitli bir anti-kapitalizm olabilir ancak. Kolektif kurtuluşumuz için onlar ve biz bölünmesini ortaklaşa aşarak, birlikte kuracağımız hayaller, birlikte yürüteceğimiz adalet, eşitlik ve özgürlük mücadelesi yalnızca.

Çünkü: “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım”