Küreselleşme, ABD ve Trump’ın Dil Oyunları


Modern kapitalizmin ortaya çıkması, Karl Polanyi’nin meşhur kavramı ile dile getirirsek ekonomi ve toplum arasındaki sürekli bir gerilimi anlatan bir “çifte hareket” yarattı.[1] Ekonomik büyümeye, sermaye birikimine ve kâra odaklanan mantık, üretim-teknoloji-tüketim sarmalında topluma saldırdıkça toplum da kendini koruma araçları geliştirerek bu saldırıya cevap vermeye çalıştı. Ne var ki bu cevapların daima gelecek vaat eden ve umut dolu cevaplar olduğunu söylemek zor. Toplum kimi zaman ekonomik saldırıya cevap olarak daha çok ekonomik saldırıyı içinde gizleyen siyasal eğilimlere ve hareketlere savruldu. 1980 sonrası neoliberalizmin ve yeni sağın yükselişi bunun en iyi örneklerinden bir tanesidir. Bazen sorunlara yönelik siyasi cevaplar ve arayışlar sahte cennet vaatleriyle birlikte otoriter siyasal tahayyüllerin ve pratiklerin yolunu açar.

Her ne kadar yeni bir süreç olmasa da özellikle 1980’li yıllardan sonra ivmelenen ekonomik küreselleşme ve kuralsız piyasalar doktrini beraberinde çok ciddi ekonomik ve toplumsal sorunlar üretti. 1990’lı ve 2000’li yıllar çoğunlukla gelişmekte olan ülkelerin ekonomik ve mali krizleriyle çalkalandı. Bu krizler söz konusu ülkelerin siyasal ve toplumsal yapısında da uzun sürecek etkiler üretti. Krizlerle birlikte milyonlarca insan çok ağır yaşam koşullarına mahkûm edildi. Küreselleşmenin hızlanması ile birlikte, ülkelerarası ekonomik gelişme farkları özellikle Çin ve Hindistan gibi ülkelerin atılımlarıyla azalırken, ülkelerin kendi içlerindeki gelir eşitsizlikleri muazzam boyutlara oluştu. Gelişmekte olan ülke krizlerinden sonra 2008 yılı birlikte hâlâ etkileri devam eden ve özellikle gelişmiş ülkeleri etkileyen küresel ekonomik ve mali kriz belirdi. Bu kriz büyük oranda artan eşitsizliklerin ve kuralsız piyasaların bir sonucuydu.

Bütün bu ekonomik krizler sadece iktisadi alanda değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal alanda da önemli depremler yarattı. Artan eşitsizliklere ve ekonomik dengesizliklere karşı toplum bir şekilde savunmacı refleksler göstermeye başladı. Ve fakat bu refleksler zayıflamış veya bilerek zayıflatılmış eşitlik ve özgürlük arayışındaki sol siyasetlerin yokluğunda sağ ve popülist söylemleri öne çıkaran siyasal blokları birçok ülkede kurtarıcı olarak sundu. ABD’de Trump’ın seçilmesi bunun önemli örneklerinden birini oluşturuyor. ABD seçmeninin nasıl olup da popülist ve uçarı politikalar savunan bir politikacıyı seçtiği sorusuna anlamlı cevaplar bulmak için Trump’ın popülist dil oyunları kadar Amerikan ekonomisinde yaşanan depremlere de göz atmak gerekir. Ekonomik küreselleşme hakkındaki tartışmalar genellikle az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler bağlamında yürütüldü. Ekonomik küreselleşmenin gelişmiş ülkeler üzerinde oluşturduğu negatif etkiler ise çoğunlukla göz ardı edilerek gelişmiş ülkelerin bu sürecin mutlak kazananları olduğu yönünde bir sabitfikir geliştirildi.

Küresel düzeyde üretimin parçalanması ve ticaretin bütünleşmesi olarak tanımlanabilecek ekonomik küreselleşme bütün ülkelerde hem kazananlar hem de kaybedenler yarattı. Üretim parçalandıkça ve coğrafi olarak yer değiştirdikçe kazanım ve kayıplar daha belirgin olmaya başladı. Bu konudaki ilginç gelişmelerden bir tanesi özellikle 1980’li yıllardan sonra Amerika’da ortaya çıktı. Çin’in küresel sahneye çıkması ve Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) ile birlikte Amerikan yakasında üretimin coğrafi örgütlenmesinde etkileri zamanla hissedilecek ciddi değişimler yaşandı. Bu süreçte sınai üretim sadece Amerika’dan Meksika ve Çin gibi ülkelere kaymakla kalmadı Amerika’nın kendi içerisinde de bölgelerarası yer değiştirmeler ve kaymalar ortaya çıktı. Özellikle geleneksel sanayi kentleri olan ve otomobil üretimine ev sahipliği yapan kuzey eyaletleri bu sürecin kaybedenleri oldular. Sınai üretimde yaşanan gerilemeden dolayı sallantıdaki eyaletler olarak adlandırılan Michigan, Pennsylvania ve Ohio gibi eyaletler yaşanan sorunların neticesinde son başkanlık seçimde oldukça belirleyici oldular.[2] Örneğin, Pennsylvania eyaleti 1990 ve 2016 yılları arasında yaklaşık 400.000 kişilik bir istihdam kaybı yaşadı ve bu kayıp bu bölgedeki toplam istihdamın %40’nı oluşturuyor.[3] Yaşanan ekonomik değişimlerin sonucunda üretim daralması yaşayan bölgeler hem büyük bir sınai kaçışla hem de gelir kaybıyla karşılaştılar. En fazla kayıp yaşayan bölgeler neredeyse bir yüzyıldır otomobil endüstrisine bağımlı olarak yaşayan bölgeler oldu. Bu bölgelerin belediyeleri gelir azalması dolayısıyla neredeyse iflasın eşiğine geldi.[4] Bu gelir kaybı da beraberinde kamu hizmetlerinin sunulmasında ciddi problemler yarattı.

Donald Trump’ın “Ohio giderse ülke gider” sloganı bu gelişmeler ışığında okunduğunda anlam kazanmaktadır.[5] Trump’ın korumacı, yerelci ve istihdam vaat eden popülist söylemleri ile birlikte ötekileştirici siyasal söylemlerinin gerisinde ABD ekonomisinde yaşanan sınai depremler bulunuyor. Şüphesiz burada sadece milli gelir kayıplarından, kapanan fabrikalardan ve azalan üretimden bahsetmiyoruz. Bütün bunlar beraberinde kayıp yaşayan bölgelerin insanları üzerinde ciddi yaşamsal sonuçlar üretiyor. Ekonomideki sallantılar kendini bir süre sonra toplumsal ve siyasal yapıda hissettirmeye başlıyor. Peki, böyle bir ortamda neden daha çok eşitlik, sosyal adalet ve özgürlük vaat eden politikalar değil de sağ popülist politikalar öne çıkıyor?

Şunu belirtmek gerekir ki sağ popülist politikalar ve söylemler seçmenlere onların durumlarını daha kötü yapacağını söylemiyor. Aksine daha müreffeh, zengin ve mutlu bir hayat vaat ediyor. Muhtemelen bu vaatlerini küçük bir azınlık için de gerçekleştiriyorlar.  Ancak bu yapılırken ekonomik ve toplumsal gerçekler yerine bunların bir öneminin kalmadığı veya rafa kaldırıldığı bir dil mobilize ediliyor. Post-hakikat dili olarak adlandırılan bu söylemler, yaşanan sorunlara dair hakiki tespit ve tartışmalara değil, insanları kolayca ikna edebilecek ve bir günah keçisi aramalarını sağlayacak dilsel oyunlara dayanıyor. Bu dil oyunları içerisinde önemli olan ne olduğu değil, ne söylendiği ve bunun ikna gücüdür. Bu dil ikna gücünü de ortaya çıkan problemlere dair ürettiği muhayyel “şer odaklarından” devşiriyor. Bu söylem içerisinde artık her şey mubahtır ve hedeftedir. Dolayısıyla adalet ve adalete dair tartışmalar da ortadan kalkıyor.

Toplumsal ve ekonomik sorunlara dair nihai çözümlerin olduğunu söyleyemeyiz. Bu sorunlara dair her türlü çözüm reçetesi gerisinde politik ve toplumsal mücadelelerin tarihini saklar. Ortaya çıkan sorunların basitleştirici bir dille değil, gerçekliğin ele avuca sığmaz yapısına saygı içeren çoğul perspektiflerle tartışılması önemlidir. Post-hakikat dil oyunları elimizden bu çoğulluğu alıp kendi keyfince ürettiği sembolik bir dünyanın imparatorluğunu kurmak istiyor. Şüphesiz var olan toplumsal, ekonomik ve sosyal koşullarla kurulan muhayyel bir ilişkiyi belirten post-hakikat söylemi inandırıcı olduğu sürece de etkiler üretiyor. Fakat tıpkı, toplumu ihmal eden ekonomi politikaları gibi hakikati ve gerçekliğin çoğul yapısını önemsizleştiren söylemler de etkisi zaman içinde ortaya çıkacak ve daha da ağırlaşacak büyük depremler yaratacaktır.



[1] Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, çev. Ayşe Buğra, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000.

[2] Thibaut Bidet-Mayer et Philippe Frocrain, “Où va l’industrie américaine?”, Les Synthèses de La Fabrique, Numéro 11, Janvier 2017,  http://www.la-fabrique.fr/wp-content/uploads/2017/01/S11-O%C3%B9-va-lindustrie-am%C3%A9ricaine.pdf.

[3] A.g.e.

[4] A.g.e.

[5] A.g.e.