Pro Patria Mori: Vatan İçin Ölmek (Öldürmek) ya da Vahşetin Estetiği

“My friend, you would not tell with such high zest
To children ardent for some desperate glory,
The old Lie; Dulce et Decorum est
Pro partria mori.”

(Wilfred Owen, 1917)

Tüm toplumlar “savaş kurbanlarını” şu ya da bu şekilde estetize etmişlerdir. Siyasi, hukuki ya da dini bir değer uğruna “hayatını ortaya koyan” ve ortaya koyduğu bu hayatı, savaş esnasında yitiren kişiler ya tanrılaştırılmış ya da kahramanlaştırılmışlardır. Gerek Antik Yunan’da gerekse Roma İmparatorluğu’nda “vatan için ölmek” (pro patria mori) genel siyasi düşüncenin önemli bir bileşenini oluşturuyordu. Patria, yani vatan, Yunan’daki polis ya da Roma’daki respublica kavramlarıyla doğrudan ilişkiliydi. Öte yandan vatan için ölmeye, siyasi ve hukuki söylemin bir parçası olması hasebiyle manevi bir içerik yüklenmişti. Kantorowicz’in belirttiği üzere Antik dönemde patria salt coğrafi bir anlama sahip değildi. Vatan kavramı daha ziyade yurttaşların (politai) içinde yaşamlarını sürdürdükleri “evren” (kosmos) anlamında kullanılıyordu. Bu kosmos, Yunan’da polis, Roma’daysa respublica’da cisimleşiyordu. Bu nedenle vatan için ölmek, aslında yurttaşların siyasi bütünlüğünü ifade eden polis ya da respublica için ölmek demekti. Örneğin geniş bir alana yayılan Roma İmparatorluğu kendi “bütünlüğü” içinde bir kent (polis) olarak tasavvur ediliyordu. “Roma’nın gittiği her yer Roma’dır” söylemi de, bu duruma atıftı. Kantorowicz’e göre, Romalı bir asker Galya, Suriye ya da İspanya’daki bir çarpışmada hayatını kaybettiğinde pro patria (kahraman) olarak ölüyordu. Ne var ki, Roma İmparatorluğu bir patria, vatan değildi. Patria’dan ziyade orbis Ramanus (Roma dünyası) vatan kavramının yerine geçiyordu. Bir başka ifadeyle bu geniş imparatorluğun savunulması esnasında yaşamını kaybeden insanlar respublica Romana (Roma siyasi bütünü) adına hayatlarını feda ediyorlardı.

Yunan’daki polis ya da Roma’daki respublica uğruna ölenlere karşı büyük bir “saygı” duyuluyordu. Kantorowicz’e göre, bu saygının altında yatan saik başlangıçta “ölülerin geri döneceğine dair dini korkuyla” alakalıydı. Söz konusu dinsel korkudan hareketle daha sonra ölülerin yarı-tanrılaştırılması süreci yaşandı. İÖ V. yüzyılda savaş kurbanlarının estetik-mitik kurgulanma süreci son şeklini aldı. Savaşlarda ölenler için ilk defa “resmi mezarlar” yapılmaya başlandı. Ölüler, mezarlar ya da törenlerle onurlandırılıyordu artık. Epik şiirlerde, felsefi anlatılarda, dinsel söylemlerde savaşçıların “cesaretleri”, “fedakârlıkları” ve “kahramanlıkları” işleniyordu.

Ne var ki, bu onurlandırma pratikleri tek taraflı değildi. Şöyle ki, resmi onurlandırma sadece zafer kazanmış güçler için değil, mağlup güçler için de geçerliydi. Savaşta hayatını kaybedenlere yönelik olarak karşılıklı saygı duyuluyordu. Sözgelimi Homeros İlyada adlı eserinde kendi halkı olan Akhaları savaşçılıkları ve erdemleri bakımından överken, düşman güçlerin başında yer alan ve ağır bir hezimete uğrayan Hektor’u da övüyordu. Zira düşman, düşman da olsa hâlâ insandı. Düşmanın düşman olma hali, onun belli bir “estetik bütünlüğe” kavuşturulmasını gerekli kılıyordu. Bu nedenle Antik dönemde savaşçıların cesetlerine yönelik estetik bir hassasiyet geliştirilmişti. Ölüm, belli bir kutsallık tasarrufuyla güzelleniyordu.

Antik çağın “savaş kurbanı” ve savaşçı imgeleri, Ortaçağ’a girişle birlikte çözülmeye başladı. İmge ikiye bölündü. Ortaçağ’da insanlar polis ya da respublica için değil, efendisi ya da lordu için ölüyordu bu defa. Manevi içerik, bir başka anlam ve değerler kümesi tarafından yeniden kurgulanıyordu. Daha sonra Hıristiyanlığın da etkisiyle vatan için ölmek ile Tanrı için ölmek arasında bağ kuruldu. Vatan ve Tanrı kavramları birbirlerinin muadili olarak tahayyül ediliyordu. Kişinin hayatını “Tanrı’nın Krallığı” uğruna feda etmesi ile dünyevi krallık uğruna feda etmesi arasında paralellikler kuruluyordu. Ölenleri nitelemek için şehitlik kavramını kullanmak yaygın bir hal aldı. Zamanla efendi ya da krallar adına ölenler ile Tanrı adına ölenler arasındaki ayrım silikleşti. Böylece Antik dönemin vatan kavramı niteliksel bir değişim geçirdi; coğrafi anlamda ülkeye, siyasi anlamdaysa devlete göndermede bulunmaya başladı. Vatan kavramının devlete ve siyasi iktidara olan mesafesinin ortadan kalkmasıyla imgenin bölünmüş yapısı yeniden birleştirilmiş oluyordu. Dönemin sonuna doğru insanlardan hayatlarını talep eden siyasi iktidarlar, hem Tanrı’ya hem de siyasi temsil olarak krallığa vurgu yapıyordu.

Modern devlet paradigmasına geçişle birlikte vatan kavramının Ortaçağ’ın sonlarında kazandığı anlam, Weber’in ifadesiyle “büyüsünü” yitirdi. Mistik unsur olarak Tanrı kavramı vatan kavramının çeperlerine itildi. I. ve II. Dünya Savaşlarında vatan için ölmeye atfedilen tarihsel ve kültürel anlam, büyük ölçüde dağıldı. Bu durum oldukça ürkütücü bir düzeye ulaştı. Öyle ki, Kantorowicz’in gözlemiyle “bir askerin hayatını, hayat kaybına eşdeğer herhangi bir manevi karşılık olmaksızın istemek üzeriyiz” (Devlet Kuramı, Dost Kitabevi, s. 125). Modernliğin ölme ve öldürme biçimlerindeki kritik eşik de, burasıdır. Siyasi iktidarlar egemenlikleri altında olan yurttaşlarından hayatlarını talep ederken, talepte bulunduğu hayatların karşılığını sunma hususunda kifayetsiz kalmıştır. Herhangi bir yeni değer yaratamamışlardır. Geleneksel şehitlik anlayışını modern ölümlere uyarlayarak, ölümü “ulusal onur”, “vatanseverlik” gibi söylemlerle telafi etmeye çalışmakla yetinmektedir modern siyasi iktidarlar.

Vatan sözcüğünün modern yeniden değerlendirilmesiyle, sözcüğe yüklenen anlamlar Antik modeldeki kullanım biçimine tuhaf bir biçimde geri döndü. Vatan mefhumu siyasi iktidar olarak, dünyevi devletle ilişkilenmeye başladı. Lakin Antik dönemin düşman ve savaş kavramlarına değer bahşeden unsurlar ya yapısal dönüşümlere uğradı ya da büsbütün ortadan kalktı. Geleneksel yiğitlik ve kahramanlık söylemleri tuzla buz oldu. Zira düşman kavramının insan kavramıyla olan ilişkisi kesildi. Modern anlamlandırmada düşman, “onura” sahip değildir. Düşman, onurdan ziyade belirleyici sıfat olarak “hayvanlık” çağrışımlarını da barındıran kahpelikle tanımlanır. Öyle ki, düşman terörle mücadelede olduğu gibi “düşman statüsüne” dahi çoğu zaman sahip olmayabiliyor. Düşman cephede konuşlanır, hayvanlarsa inlerde. Düşmanlar göğüs göğse çarpışmada öldürülüyorken, hayvanlar inlerinde avlanıyor artık.

Bu durumun yansımasını Türkiye’deki “kirli savaşta” gözlemleyebiliriz. Kürt Sorunu özelinde öldürülmüş “savaşçıların” burunları ve kulakları kesiliyor; gözleri oyuluyor. Cesetlere yapılan kötü muamelelerle cesedin temsil ettiği düşman kuvvetler aşağılanıp, çirkinleştiriliyor. Bu durum bir de-estetizasyon, yani çirkinleştirme süreci olarak değerlendirilebilir. Fakat bana öyle geliyor ki tam tersi biçimde de değerlendirilebilir. Öyle ki, modern savaş ve düşman gerçekliğine uygun yeni bir estetiğin tedavüle sokulduğu kanaatindeyim. Bu estetik vahşetin, çirkinliğin estetiğidir. Öncelikle ve sadece korkuyu eksen almaktadır bu estetik. Varlığıyla dehşet saçan, kanı donduran vahşet estetiği modern devlet aklının tezahürüdür. Modern devlet, M. De Sade’ın güzellik ve çirkinlik arasında yaptığı ayrımın geç de olsa farkına vardı gibi: “güzellik basit bir şeydir, olağandışı olan çirkinliktir. Güzellik basit anlamıyla çarpıcı olamaz. Çirkinlik, çürümüşlük çok daha sert bir darbe yaratır, çok daha güçlü sarsar” (Sodom, Çiviyazıları, s. 57). Türkiye’de “çirkinliğin gücü” 1990’ların ortalarında keşfedildi. Bugünlerde yeniden görünür hale geldi. PKK üyelerine ait cesetlere yönelik çirkinleştirme uygulamalarının, Kürt toplumunda “sarsıcı” ve “sert bir darbe” yaratma amacıyla gerçekleştirildiği vakıadır. Cesetlere birer leş muamelesi yapılarak, mücadele edilen insanların, insan olmaktan kaynaklanan itibarları ellerinden alınıyor. Bu durum da anlaşılırdır zira Antik dönemin karşılıklı saygı anlayışı, yerini topyekûn bir saygısızlığa bıraktı.

Türkiye’de Kürt Sorunu özelinde Kantorowicz’in gözleminin geçerli olduğu kanısındayım. “Herhangi bir manevi karşılık olmaksızın” askerlerden yaşamları isteniyor. Vatan için ölme fikri sıcaklığını, seferber edici gücünü halen muhafaza etmektedir. Fakat mesele burada değil. Asıl sorun, vatan kavramından anlaşılan tasavvurun belirsizliğindedir. Coğrafi olarak vatan için mi yoksa siyasi birlik olarak “vatanın bölünmez bütünlüğü” için mi askerlerden yaşamları talep ediliyor? Tanıl Bora, Türk milliyetçiliğinin söylemsel olarak vatan sözcüğüne yüklediği anlamın “haritalardan” ve “kilometrekarelerden” ibaret olduğunu belirtiyor. Bu tespite katılmamak mümkün değil. Harita olarak vatan, devlete dolayım kurmanın da yegâne vasıtasıdır. Bu tasavvurda Türk kimliği dışındaki çeşitli etnik unsurların kültürel çokluğu bir zenginlik değil, zillet belirtisidir. Terk-i diyar etmek zorunda bırakılanlar diyardan olduğu kadar haritalardan da sürülmüş, silinmişlerdir.

Vatanın bölünmez bütünlüğü esprisi ile “devletin bölünmez bütünlüğü” esprisi arasında kurulan bağda bir müphemlik söz konusudur. Türkiye’de vatan için ölmek ya da öldürmek devlet için ölmek ve öldürmek anlamına geliyor. Fakat hâkim ideolojik söylem tam da bu durumu peçelemek üzere işliyor. Zira niçin ve neden savaştığı hakkında pek bir fikri olmayan insanları, ölmeye ve öldürmeye şartlandırmak, başka türlü mümkün değildir. Vatan sözcüğü siyasilerin muhayyilesinde haritadan ibaret olduğu için, terörle mücadele esnasında ormanların yakılması gibi uygulamalardan imtina edilmiyor. Ormanların yakılmasıyla birlikte insanların yanı sıra, hayvanların da varlığı silinip gidiyor.

Devlet özgülünde gerçekleşen süreç, bir bakıma PKK için de geçerli. PKK de yılları bulan bu savaşta militanlarından hayatlarını talep ederken eski “manevi karşılıkları” epeyce bir aşındırdı. Gerillalar niçin ölmektedirler? Bu soru aslında Türkiye kamuoyunda bir başka önemli sorudan sonra geliyor: PKK ne istiyor? PKK’nin siyasi talepleri, militanlarının ölme ve öldürme gerekçesidir. PKK tarafından öne sürülen gerekçelerin belirsizliği, dahası politik taleplerin mütemadiyen değişmesi, sanırım Türk halkından önce Kürt halkı nezdinde kimi soruların sorulmasına neden olacak, oluyor. Hakikaten Kürt gençleri niçin ölüyor? Parçalanmış bir vatan imgesi olarak Kürdistan için mi, kültürel-anayasal haklar için mi, devrim için mi, “demokratik özerklik” için mi? Niçin bu ölmeler, öldürmeler?

Wilfred Owen’ın dizeleri bugün her zamankinden daha bir çarpıcı. Şaire göre, vatan için ölmek (pro patria mori) “eski bir yalandır”. Bu yalanın böyle şevkle dile getirilmemesini talep ediyor Owen. Bilhassa da bu yalanın yaratacağı “umutsuz şöhrete” heves eden çocuklara karşı…