“Merkez” Dağılırken

Geçen hafta, Batı dünyasında epey ilginç siyasi gelişmelere sahne oldu. Bunlar elbette gazetelerden, haber sitelerinden okunabilir; tutarlı bir tartışma yürütmek adına kısaca üzerlerinden geçelim. ABD Başkanı Trump bir Avrupa turuna çıktı; önce devasa protestolarla karşılaştığı İngiltere’ye, ardından Vladimir Putin’le bir zirve gerçekleştirmek için Helsinki’ye gitti. Trump’ı en sakar anlarında bile kaldırmaya uğraşan büyük muhafazakâr haber kanalı Fox, bir “kaos turu” olarak niteledi bu ziyaretleri. Trump, İngiltere’de Başbakan May’e Brexit konusunda birtakım “tavsiye”ler vermeye kalktı -The Sun gazetesine verdiği röportajda bu tavsiyenin Avrupa Birliği’yle müzakere etmek yerine onları “dava etmek” olduğunu söylüyor-, Kraliçe’yi ziyaret etti -Windsor’da yürürlerken Kraliçe’nin önünde durmayı elbette atlamadı- ardından İskoçya’da golf oynamaya gitti; Avrupa Birliği’nin ABD’nin “düşmanı” olmadığını söylemekten geri kalmadı. Bu sırada İngiltere’de Brexit davasının baş aktörlerinden Dışişleri Bakanı Boris Johnson istifa etti, onu Brexit Bakanı David Davis izledi. Trump’sa Helsinki’de Putin’le görüşmesinin ardından 2016 Başkanlık seçimlerine Rusya’nın siber müdahalesi olmadığını, “Mueller probe” adıyla bilinen FBI soruşmasının geçersiz olduğunu açıkladı; ABD-Rusya ilişkilerinde suçlu tarafın ABD olduğunu, “ahmakça” davrandıklarını söyledi. ABD’de Demokratlar ve Cumhuriyetçiler bu durumu büyük bir öfkeyle karşıladılar. Kimileri bu görüşmeyi Neville Chamberlain ve Hitler’in 1939’da yaptığı Münih görüşmesine benzetti. Bir ABD başkanının yabancı bir lider karşısında hiç bu kadar zayıf düşmediğini, kendi ülkesinin istihbarat servisinin sözlerine karşı yabancı bir liderin sözlerini tercih etmesinin kabul edilemez olduğunu belirterek tepki verdiler. Bernie Sanders’la Paul Ryan, CNN ve Fox News bir gece olsun aynı şeyleri düşünüyorlardı. Atlantik’in öbür ucundaysa -aşağı yukarı aynı saatlerde- Brexit kampanyasında başı çeken Vote Leave ekibinin referandumda “bütçe aşımı”ndan ötürü hile yaptığı ortaya çıktı. Hükümet “hiçbir koşulda” böyle bir şeyin olmayacağını söylese bile “ikinci bir referandum” istek olmaktan çıkıp ciddi bir opsiyon halini almaya başladı -yine aynı saatlerde, anketlerde İşçi Partisi, Muhafazakâr Parti’nin üç-dört puanlık bir marjla önüne geçti. Toplamda kırk sekiz saati zar zor aşan bir sürede bu kadar siyasi dengenin değişmesi “ilginç” sıfatını bütünüyle hak ediyordu.

Aynı yıl dünyanın tanıdığı iki “fenomen” Brexit ve Trump. İkisinin de aktörleri, sahici “aktörler”; The Guardian yazarı Suzanne Moore, bir yazısında Trump, UKIP lideri Nigel Farage, Boris Johnson, Muhafazakâr Parti’nin gitgide adı daha fazla anılmaya başlanan, Katolikliği ve “eski-usul”lüğüyle övünen ismi Jacob Rees-Mogg gibi siyasetçilerin birer “karakter” olduklarından bahsediyor. Hepsinde bir “sahicilik iddiası” var; “liberal akıl”la mücadele iştahı ve saklanmak yerine ele geçirilen her fırsatta gözü sokulan bir imtiyaz. Farage ve bankerleri, Johnson ve utanmak bilmez zorbalığı, Trump ve öfkeli egosu, dolar-nihilizmi. “Teknokratların soluk dünyasına biraz renk biraz mizah katma” amacıyla bu siyasetçilerin barındırdığı tehlikenin azaltıldığından bahsediyor. Hepsi gerçekten de, standart siyasetçi kalıplarına uymayan birer “karakter”. Moore’un dediği gibi, “televizyonda iyi iş yapıyorlar”.[1] Bu “karakter” oluşlarından ötürü herhalde kimse onları ciddiye almıyordu, en azından birilerinin onları ciddiye aldığı ortaya çıkana kadar kimse. Blair-Clinton dünyasında geç saat televizyonunun deli-saçması fikirleri dillendiren figürlerinden fazlası olmayacaklarken internet dünyasında kanaat önderlerine dönüştüler. Trump “özgür dünya”nın veya ondan geriye kalanların lideri; İngiliz siyasetinden bahsi geçen isimlerin hepsinin de başbakanlık koltuğuna gözlerini diktikleri her sözcüklerinden okunabilir.                 

Bu karakterlerin siyaset sahnesine çıkışı ve yavaş yavaş ele geçirişi bildiğimiz haliyle siyasi dengeleri bir hayli değiştiriyor. Örneğin, geçen günlerde Avam Kamarası’nda bir milletvekili Brexit’e istinaden şöyle bir açıklama yaptı: “İnsanlar Avrupa Birliği’nden ayrılmak için oy verirken altından malikânelerinde ve miras kalmış paralarla hayatını sürdüren bazı milletvekillerinin istediği Brexit’e oy vermiyorlardı.” Bu açıklamayı yapan bir İşçi Partisi vekili değil, Anna Soubry, Muhafazakâr Parti’den. Sözünün hedefinde parlamentonun “sert Brexitçi” ekibinin başlarından Jacob Rees-Mogg var; Rees-Mogg tarafı Avrupa’yla hemen hemen bütün ilişkileri koparan bir Brexit vizyonuna sahip (Trump’ın verdiği “tavsiye”den pek farklı değil) Muhafazakâr Parti için sayıları yirmiyi bulan Soubry gibilerse “hafif Brexit” yanlısı, belli konularda Avrupa Birliği’nin koyduğu kuralların takip edilmesi gerektiğini, aksi halde bunun ekonomik bir felaket olabileceğini, “sert Brexitçiler”in ideoloji-körü oldukları ve bunu görmeyi ısrarla reddettiklerini söylüyorlar. İşçi Partisi’nde de böyle düşünlerin sayısı bir hayli fazla. Ancak onlar Brexit konusunda “yapıcı belirsizlik” dedikleri bir siyaseti takip etmeyi yeğliyorlar. May hükümetinin başarısız olduğu noktalara sertçe bastırıyorlar; Brexit konusunda tavırlarınıysa asla net bir biçimde ortaya koymuyorlar. Muhafazakâr Parti’den birileriyle Brexit konusunda fikren anlaşsalar bile, siyaseten yan yana gelmeyi tercih etmeyeceklerdir. Bu isteksizliği de en iyi Johnson ve Rees-Mogg çizgisi görüyor; kendi partileri içinde dahi çoğunluğa esasında sahip olmayan bu ekip böylece kendi Brexit vizyonlarını “halkın Brexit vizyonu” olarak sunma fırsatını yakalıyor; halbuki bu “sert Brexit” vizyonunu temsil eden parti UKIP’in %5-6 civarında bir oyu var. 

Brexit’e soğuk bakan bir başka Muhafazakâr vekil Justine Greening, Trump’ın ziyaretiyle aynı gün ikinci bir referandumu gündeme getirdi. Üç seçenekli bir referandum teklif etti Greening: Chequers planı -şu an May’in uygulamaya çalıştığı plan; Avrupa Birliği’yle ticari ilişkilerin büyük kısmının korunması, Avrupa standartlarının birçok noktada izlenmeye devam etmesini öngören, “yarı-içerde, yarı-dışarıda” bir Brexit; “sert Brexit”- Johnson-Farage çizgisinin Avrupa’yla uzlaşmak konusunda taviz vermeyen, gerçekleştiği takdirde birçok ekonomik problemi beraberinde getirecek bir çıkış; ve AB’de kalma. Bu üç seçenekli bir referandum (gerçekleşirse referandum yerine “halkoyu” demeyi tercih edeceklerdir) akla yatkın gözüküyor; 2016’dan beri hükümetin bulunduğu durum bir hayli değişti, artık parlamentoda çoğunluk değiller; insanlar Brexit’in yaratacağı gerçek sonuçlar konusunda daha bilinçliler ve mevcut durumda büyük bir belirsizlik hakim. Tony Blair son yazdığı bir yazıda Chequers planının bu belirsizliği çözmek için atılmış bir adım olduğunu söylüyordu[2]; fakat bu plan Muhafazakâr Parti’yi bölmesi açısından yalnızca daha fazla belirsizliğe sebep oldu. Pazartesi günü geçirilen ticaret ve gümrük tasarıları parlamentoda kılpayı bir oy farkıyla “sert Brexitçiler”in istediği doğrultuda geçti. Dört İşçi Partisi vekili “sert Brexiçiler”le aynı safta oy kullandı -bir kısım onların partiden atılmasını istiyor. Kendilerini “Brexit’i durdurma” partisi olarak tanımlayan Liberal Demokratların lideri ve selefi üç-dört oyla kaçırılan bu oylama sırasında parlamentoya gelmediler. 2019 Mart’ına kadar dağılması gereken bu belirsizlik, her an daha da büyüyor. İkinci bir referandum bu dağınıklık haliyle başa çıkmak için başvurabilen bir yöntem olabilir; May için büyük bir otorite kaybı demek elbette bu; en son âna kadar bu yöntemi görmezden gelmeyi tercih edecektir. Brexit’in tersine çevrilmesi böyle bir durumda teorik olarak mümkün. Fakat bunun için İşçi Partisi’nin de bu konudaki tavrını net bir biçimde belirlemesi ve kendi içinde -tamamen suni bir gündem olan- antisemitizm tartışmalarını kesmesi gerekiyor.       

2016 Başkanlık Seçimleri’ne Rus ajanların siber müdahalesi olduğu bir “gerçek”[3]. Bu müdahalenin bir adayın lehine gerçekleştirildiği de. Helsinki zirvesinde “Trump’ın kazanmasını istiyordum,” cümlesi Putin’in ağzından herhangi bir sansür uygulanmadan döküldü. Bu “gerçek”i Demokratlar da, Cumhuriyetçiler’in büyük çoğunluğu da biliyor. Ancak onlar da yan yana durmaktansa Cumhuriyetçiler’in Trump’ı sahici anlamda destekleyen azınlığının öne çıkmasına izin veriyorlar. Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar içlerindeki radikal unsurlara rağmen ülkelerinde yaşayan insanların büyük kısmının paylaştığı asgari demokratik değerlerin  temsilcileriler; Trump, Farage ve Johnson bu değerlerin öyle dışındalar ki mevcut sağ partiler yanlarında “demokratik” kalıyorlar. Son G7 zirvesinin ardından Trump hakkında bir diplomat şunları söyledi: “İnsanlar onun büyük yeteneğinin kutunun dışında düşünebilmek olduğunu söylüyorlar. Halbuki kutunun ne olduğundan haberi bile yok.”[4] Bu devasa çocuk-adam’ın adadaki muadillerinden az da olsa bir farkı bu; öbürleri ne yaptıklarından fazlasıyla haberdarlar. Farage, Daniel-Cohn Bendit’le yaptığı Brexit üzerine bir söyleşide “Strasbourg’daki tapınağın yandığını” görmek istediğini söylüyor.[5] Farkında ya da değil, mevcut siyasi kurumlar ve demokratik kuruluşlara olan nefretleri, dünyanın her yerinde otokratik lidere destekleri aklını yitirmiş insanların serzenişleri olmaktan çıkıp “alternatif siyasi düzen” olmaya, önlerine ciddi bir engel çıkmadığı için, her gün biraz daha yaklaşıyor.

İki ülkenin iki partisinin de bu siyaset-dışı figürlerin siyaseti istilasına, vulgarlaştırmasına ve geri dönüşü zor zararlar vermesine engel olmasını “ummak” elimizden gelenin en iyisi -veya, o klişe söz: “Gidişata dur demek”. Umarız kimse Corbyn veya Sanders’dan, bir futbol maçında uzatmalarda gol bekler gibi, bir “proleter devrim” sürprizi beklemiyordur. “Aşırı sağa karşı aşırı sol” yalnızca fanatikleri heyecanlandıran türden bir senaryo olabilir; her iki tarafta da. Hatırlatmaları gerek: Trump’ın Amerika adına en yüksek sesli çığlığı atması onu Amerikan halkının toplu kanaatinin temsilcisi yapmıyor. Farage, Johnson gibilerin Büyük Britanya’yı geri döndürmekten herkesten fazla bahsetmelerinin onları Britanya halklarının doğal kurtarıcısı yapmadığı gibi. Öbür türlü, ikisi de esasında “aşırı merkez”[6] olan bu iki partinin ömrü uzun gözükmüyor; NATO’yu parçalamaktan bahseden bir ABD başkanı artık bir gazete arkası karikatürü değil. Birkaç yıla kürtaj ve eşcinsel evlilik karşıtı bir İngiliz başbakan görebileceğimiz ihtimali de hayli kuvvetli. Siyaset, siyasi sınırlarının dışına taşıyor, spektrum gitgide radikalleşiyor. Nasıldı o şiir: “Saf anarşi boşalıyor dünyaya.”     



[2]  “The ‘In-Betweener’ Solution is the ‘Worst Of All Worlds’. Parliament Should Reject It”, https://institute.global/news/the-inbetweener-brexit

[3] Bu “gerçek”in raporu olan “Mueller probe” Washington Post’un sitesinde okunabilir: https://apps.washingtonpost.com/g/documents/national/read-mueller-probe-indictment-of-12-russians-for-hacking-democrats/3087/

[6] Tarıq Ali’nin terimi: The Extreme Center: A Second Warming, Londra: Verso, 2018.