Suçlu Yaratan Adalet Sistemi: The Night of

Aşağıda iki ayrı bölümde, sekiz bölümlük ve 2016 yapımı The Night of dizisinin yarattığı izlenimleri değerlendiriyorum. İlk ve daha uzun bölümü, son iki bölümü kasıtlı bir şekilde izlemeden yazdım. İkinci bölümde ise, Ekşi Sözlük girdileri gibi bir edit yardımıyla, kalan iki bölümü de izledikten sonra değişen bir şey var mı diye ekleme yaptım.

Bölüm 1

Korsan Internet sayfalarından izlemeye devam ettiğim The Night of adlı dizinin henüz izlenmemiş iki bölümü var. Sekiz bölümlük bu mini dizide cinayetin üzerindeki kuşku benim adıma kalkmadı henüz. Genç kadını kimin öldürdüğü hâlâ ortaya çıkmadı. Doğrusu kimin öldürdüğünün de o kadar önemi yok gibi. Dizide asıl ilgiye değer olan, herhangi bir adalet sisteminin suçlu yaratmaya dönük bir çeşit serbest piyasa oluşturmasının sahici bir şekilde tasvir edilmesidir. Örnek Amerika’dan olsa da, bu durum tüm başka coğrafyalar için de geçerli sayılabilir. Cinayet şüphesiyle tutuklanan ve davası süren Pakistanlı Müslüman genç adamın bu tutukluluk sırasında nasıl bir suçluya dönüştüğünü dizide çok inandırıcı bir şekilde izlemek olanaklı. Dava sonunda suçsuzluğu kanıtlansa bile, içeriden diğer mahkûmların açtığı yaralar, dövmeler ve başka çizikler gibi, suç dünyasına kaydolup çıkacağı kesin gibi. Dizide genç kadını kimin öldürdüğünün önemli olmamasının bir başka nedeni de, avukatın, polisin, yargıcın da dile getirdiği gibi, “konunun kimin öldürdüğü meselesinin çok ötesine geçmiş” olmasıdır. İşin içine medya ilgisi, incinen kamu vicdanı da girdiğinde, sanığın avukatı bile, kadını öldürmediğini söyleyen genç adamın söylediklerini önemsemez. Adalet sisteminin failleri, suçu kimin işlediğiyle ilgilenmez görünürler. Ortada suçlanan bir adam vardır ve polis, şüpheliyi adalete teslim eder, yargıç onun suçluluğunu, avukatı da suçsuzluğunu ispatlamakla yükümlüdürler. Hâkim ve jüri de kimin daha inandırıcı olduğuna dair bir kanaat sunmakla sorumludurlar.

Katilin kim olduğunu merak etsem de, bu sorunun önemli olmadığını düşünmem biraz da giriş, gelişme ve sonuç vaat eden bir görsel kültüre mesafeli olmamdan ileri geliyor olabilir. Başı ve sonu olmayan, hep orta yerde, arada kalmış olayların, dramlarının belirleyici, inandırıcı olduğunu düşünmemdendir belki de. Dizi de bu şekilde aralık yerler ve zamanlarda cereyan eden olayların hakkını veriyor kuşkusuz. Bu kadar az bölümde bu kadar çok şeyi anlatan ve bunu sükûnetle yapan bir diziye az rastlanır sanırım. Dava sürerken, sadece adalet sisteminin ekonomisini değil, sağlık piyasasını, ırkçılığın farklı yüzlerini görmek de mümkün oluyor. Bir yandan da dizi, ırkçı saldırıların nesnesi madunların o kadar masum olmayabileceğini de sezdiriyor. 11 Eylül sonrası serbest kalmış bir sosyal manzarada, güvenlik endişesiyle herkesin nasıl bir başkasını bu ırkçı bakışın nesnesi yapabileceğini anlatıyor. Bu ırkçı nefreti en doğrudan dile getirenlerin “zenci” Amerikan yurttaşları olması da çarpıcı bir dipnot gibi. Irkçılığın koloni-sonrası görünümü olarak, siyahlar Müslümanları karşılarına almış gibidirler. Bir etnik türün, dinsel bir topluluğu karşısına alması, ırkçı tahayyülün farklı değişkeleri olabileceğini gösterir. Siyahların açıkça ifade ettikleri bu nefreti, sistemin sahibi beyazların daha zımni şekillerde işlettiğinin, onu yönetsel aygıtın bir parçası yaptıklarının, bürokratik çevrim içinde saklı tuttuklarının farkına varmak olanaklıdır.

Almanya’daki uzun süren mesailerime, izlenimlerime güvenerek, Beyaz Alman diye tasvir edilebilecek bir insan topluluğunun, bazı göz boyayan istisnalar dışında, tüm kariyer mesleklerini, bürokratik, teknokratik dünyayı işgal ettiklerini görmek şaşırtıcı değildir. Genellikle servis piyasası veya ön tarafta görünen niteliksiz hizmetler, Alman-olmayanlara terk edilmiş gibidir. Bir bankada, devlet dairesinde, şirkette ön tarafta çalışan ve Alman-olmayan bu yurttaşların çözemediği sorunlarda daha içerilere, binanın derinliklerine doğru ilerledikçe, buraların sakinlerinin saçlarının sarardığını, tenlerinin açıldığını, boylarının uzadığını fark etmek mümkündür. Ön tarafta hizmet sunan yabancı yurttaşlar, eşit bir sistem duyusu yaratmaya da hizmet ederler. Benzer şekilde bu yabancı kalabalık, genelde evde oturmayıp dışarıda daha fazla gezinir, göründüklerinden kat kat fazla bir nüfusa sahip oldukları endişesine sebep olur, ırkçı tahayyülü daha da artırırlar. Oysa sistemin sahipleri pencereye bile çıkmadıklarından, ayakkabılarını dış kapı önünde terk etmediklerinden, pek ortada görünmediklerinden, sanki soyları tükenmiş gibi bir intiba yaratırlar. Böylece dışarıda daha fazla dolaşan, bedensel yakınlıkla kalabalık gezen, ön tarafta çalışan yabancılarla, binaların en dip odalarında, pencereden, balkondan fark edilmeyen, ayakkabılarıyla içeride dolaşan yerliler arasındaki oransızlık olduğundan daha büyük görünür. Irkçılığın büyümesi biraz da bu bilişsel yanılgıdan ileri gelir. Diğer yandan Žižek’in bir belirlemesine gönderme yaparsak, ırkçılığın onların görünür mevcudiyetine de ihtiyacı yoktur. Nazi Almanya’sında ırkçılığın en yoğun olduğu coğrafyaların, Yahudi nüfusunun en az olduğu yerler olduğunu dile getirir Žižek. Daha az rastlandığı bir cemiyette, onları bir fantezi nesnesine dönüştürmek daha kolay olur. Yani bu iki varsayımının da ele verdiği gibi, ırkçılık için, nefret duyulacak varlıkların mevcudiyeti tali bir konu olur.

Adalet sisteminin suçlunun kim olduğuyla ilgilenmeyen tertibatı içerisine, haklı mı haksız mı düştüğünü bilmediğimiz temiz aile çocuğu Pakistanlı Müslüman genç adam, bir yandan da vicdani bir soruşturmaya konu olur. Yargıç, avukat veya polis, bu aklı başında gencin, mevcut yasal mevzuat içerisinde doğrudan suçlu görünmesine, kuşkuya yer bırakmayan delillere rağmen, araştırmaya devam ederler. İzlediğimiz dizi, sakin şekilde, adaletin işlediği yerde vicdana yer olmadığını, yasaların vicdani sızılarla bağını kopardığını ortaya koyar. Bu yüzden adalet sisteminin vicdanlı failleri araştırmalarını kayıtdışı gerçekleştirmeleri gerekir. Adaletin yerini bulması için, aynı sistemin aktörleri üzerine vazife olmayan bir soruşturma yapmak zorunda kalırlar. Ama sistem her koşulda kendi suçlusunu yaratır.

Dediğim gibi, bu soruşturmanın sonucunda kimin katil olduğunu bulmak, daha tali bir konu olur. Ayrıca Hollywood sinemasının dramatik yapısının bizi alıştırdığı gibi, suçluyu en sonunda bulmak çok da önemli olmayabilir. Sözgelimi farklı bir duyumsallık içinde film çeken Güney Kore sinemasında, suç sinemasının farklı arayışlarına rastlanabilir. Örneğin katil beşinci dakikada yakalanabilir ya da filmin sonunda bile yakalanmamış olabilir. Ama yine de başlangıç ve sonuçlara fazla odaklı olmayanlar için film gayet izlenebilir olabilir. Herhangi bir işin ortasını, aralıklarını okumaya, dinlemeye, izlemeye tahammül edemeyenler için bu altüst olmuş başlangıç ve sonuçlar can sıkıcı olur kuşkusuz.

Dizide, cinayet şüphelisi genç adamın avukatı olan John Turturro’nun canlandırdığı John Stone, bir pazarlamacı gibi karakollarda “avlanarak”, kendisine şüpheliler arasından müşteriler bulur. Şans eseri ülke çapında bir davanın ortasına düşünce, bu biraz da düzenbaz adam, zamanla bir olgunlaşma hikâyesinin, bildungsroman’ın da kahramanı olur. Her şeyin para için yapılmayacağını, vicdani yükümlülüklerin de olduğunu fark eder. Alerjisine rağmen, öldürülen genç kadının kedisine sahip çıkarak, başka bir canlının sorumluluğunu alabileceğini gösterir. Tüm bu karmaşanın ortasındaki bu kılıksız adam, soruşturmayı ilerlettikçe, bütün adalet sisteminin yanında birçok başka tertibatı çapraz keserek yol alır. Bu karmaşanın ortasında bir yandan da egzamasıyla uğraşır. Bütün sağlık piyasasını da tedavisi için kateder. Egzamalıların bir çember etrafında toplandıkları terapi topluluğunda bile ruhsal destek arar. En sonunda Çin tıbbında çareyi bulur. Ama dizi burada başkasına, maduna fazla prim vermiş görünür. Uzak Doğu ruhsal terbiyesi denilen uygulamaların da geniş bir piyasası olduğunu dikkate alınmaz.

Avukatın egzamasına er geç çare bulması gibi, çözümsüz bir konu muhtemelen dizi sonunda kalmayacak. Katilin kim olduğu ve suç gerekçeleri açıklık kazanacak. Vicdani sızılar biraz hafifleyecek. Ama bunun gibi, sanat işi seviyesindeki az sayıdaki diziden birisinde, başına ve sonuna odaklı izleyicilerin, orta yerlerin, aralıkların veriminden mahrum kalacakları peşinen söylenebilir.

Bölüm 2

“Katil kimdir?” veya “Bulunmuş mudur?” gibi sorulara cevap vermek, bu müstesna diziyi izlemek isteyenlerin hevesini kırabilir. Ama dizi, son bölümde de teşhirci Amerikan dramatik yapısına yenik düşmüyor. Bir de Çin tıbbının da işe yaramadığı ortaya çıkıyor. Adalet sistemi nasıl suç yaratıyorsa, sağlık sistemi de hastalık yaratıyor. Birçok hastalığa çare bulamamanın nedeni de, derdin devayla aynı olmasından olabilir. Dertler ve devalar sürekli birbirine ulanıyor. Biri diğerinin nedeni ve sonucu oluyor. Benzer şekilde adalet sistemi de kendi suçlusunu yaratıp, sonra onu sorguya çekiyor.

Hakikat-sonrası diye adlandırılan bir dünyada, nasıl hakikat öylece orada durmuyor, sürekli yaratılıp yeniden yalanlanmayı bekliyorsa, böyle bir zamanda suçluyu bulmaktan çok onu yaratmak adalet sisteminin temel çabasıdır. Sağlık sistemi de, kendi tarif ettiği, sebep olduğu hastalıkları iyileştirmeye çalışır. Bu yüzden tüm hastalıklar Avukat John Stone’unki gibi psikosomatik bir temele yerleşebilir. Genelleşmiş bir placebo etkisiyle, tedavinin olanaksızlığı aynı anda tecrübe edilebilir. Sağlık sistemi gibi, adalet ya da asayiş örgütleri de, suçlu yaratmanın bir parçası olabilirler. Ama dizinin sonu şunu doğruluyor: Aralıklarda cereyan eden asıl dramı görmek için, sadece başta veya sonda ne olduğuna çok fazla odaklanmamalıdır. Bu ara yer ve zamanlarda ortaya çıkan küçük ama önemli şeylere kulak vermek için, adalet sistemi gibi, izleyicinin de katilin kim olduğu sorusuyla çok meşgul olmaması gereklidir.