“Bu İtin Sahibi Kim?”: Hayvanların Yeri, Aidiyeti ve Sahipliği Sorunu


Türkiye’de son aylarda medya ve siyaset aracılığıyla giderek görünür hale getirilmiş, ilk bakışta paradoksal gibi görünen bir olguyla başlamak istiyorum. Bu,  özellikle akşam haberlerinde şöyle bir örüntü: Haber spikerinin kimi zaman saklayamadığı bir öğrenilmiş şaşkınlık ve dehşet ifadesiyle sunduğu, hayvanın parçalanmış üreme organları, kesilmiş uzuvları, yakılmış bedenine ait görüntülerle donatılmış işkence, eziyet, tecavüz haberi. Hemen akabinde, soğukta donmak üzere olan hayvana paltosunu, atkısını veren “koca yürekli insan” modelleri. Birkaç haber sonra da, “başıboş” ve “sahipsiz” hayvanların faili olduğu şiddet, neredeyse taammüden, planlı bir suikast haberiymiş gibi büyük bir dehşetle servis edilen “hayvan saldırısı” haberleri.

Son olarak Kayseri’de yaşanan olay, bu döngünün son halkası olarak karşımıza çıkan “başıboş köpek saldırısı” haberlerini ana haber bültenlerine, hatta ulusal ve yerel siyasetin gündemine taşımış durumda. Ancak olayın en fazla birkaç gün süren sansasyonel etkisi geçince, tüm haber kanallarının neredeyse rutinleştirdiği bu döngüyle hayvan haberleri servis ettiğini söylemek mümkün. Hayvanın neden olduğu iddia edilen vahşetin ifadeleri hep aynı: Sahipsiz, başıboş, saldırgan köpekler masum vatandaşa saldırdı vb. Hayvan şiddeti mağdurlarının, ne hikmetse,  bebekli bir anne, küçük bir çocuk, yaşlı hasta bir kadın gibi kişiler olması, söylemin arkasında yatan, hayvanı masum ve kırılganlığının ötesinde düşmanlaştırma itkisini de ortaya koyuyor.[1]

Peki ama neden? Hayvanların şehirlerdeki hayatına dair böylesi temsillerin, insanların onlarla kurduğu ilişkilere nasıl etkisi oluyor?

Bu yazı, hayvanlara dair duygulanımın manipüle edilirken, tekrarlanan bir hayvan sahipliği algısını ve buna dair oluşturulan dili sorguluyor. Bu, bazı hak savunucuları tarafından tali bir gündem gibi görülse de, değil: Hayvanlara dair dilsel ve bilişsel çerçeveleme mekanizmaları, şiddetin var olma koşullarının başında gelir. Toplumsal şiddetin azalması, hayvana şiddetin kanunen suç sayılabilmesi için, hayvanların yaşam hakkına, yerleşmeden, toplumda yer almaktan gelen özgün haklarını dile, tahayyüle, siyasete eklemleme pratiklerini gözden geçirmemiz gerekiyor. Hem de, şiddetin bu denli yaygınlaştığı bir dönemde, acilen.

Bir tezat, bir örnek: Son aylarda örneğin Avrupalı ve Kuzey Amerikalı hayvan refahı savunucularının gündeminde, medeni kanunlarda yapılacak değişikle boşanma mahkemelerinde evcil hayvanların velayeti meselesi var. Alaska’daki bir boşanma davasında, evcil hayvanların iyiliği ve çıkarı boşanma gibi medeni hukukun temelinde bir süreçte yasal koruma altına alınması gibi kararla hayvan hakları savunucuları tatmin edici bir kararla başlayan tartışma,[2] Kaliforniya’da evcil hayvanların paylaşılacak “özel mülk” olarak değil, aile ferdi kategorisinde medeni kanuna dahil edilmesi kararıyla ilerliyor.[3] Dünyada hayvanların sahipliği sorunsalı, belki hayvanla özel mülkiyet-dışı ilişkilenebilme kapasitesinden hızla uzaklaşırken, hayvan refahı çerçevesini daha da güçlendiriyor.

Bu esnada, Türkiye’de, 2014’te, İstanbul Kâğıthane’de Nilayım isimli bir köpeğe tecavüz etmek suçundan yargılanan kişinin duruşmasında, hâkim davanın katılımcılarına dönüp  “Bu itin sahibi kim?” diye sorabiliyor.[4] Bu skandal ifadenin ardından beş yıl geçti, ama hâkimin mesleği gereği dayandığı 5199 nolu Hayvan Hakları Yasası’ndaki temel ayrım hâlâ yerli yerinde: sahipli ve sahipsiz hayvan.

Sahibi olan, kanunun gözünde değerli mal kategorisinde, haklı bir düzeyde korunabilecek hayvanların durumu da hiç parlak değil. Evinde birlikte yaşadığı hayvanı zarar görmüş, öldürülmüş insanların verdikleri mücadelenin en fazla “mala zarar” kategorisiyle değerlendirildiğini biliyoruz. Daha vahimi “sahipsiz hayvanların” yaşadıkları. Hakları, bu ayrımla birlikte kanunda görünmez kılınan, kendilerine karşı hem bireyler hem de devlet kurumları tarafından işlenen her türlü ihlalin, fiziksel zararın, istismar ve şiddetin cezasız bırakıldığı sokak hayvanları.

Hayvanın boşanma davalarında velayetinin tartışabildiği örneğin arka planında şöyle tartışmalar var: Widener Üniversitesi Hukuk Fakültesinden John Culhane, Batı toplumlarının büyük kısmında evliliklerde birlikte yaşanan hayvanın ya da hayvanların velayeti için de boşanmanın mülke ilişkin kurallarının geçerli olduğunu hatırlatıyor . Eğer taraflardan biri, örneğin bir köpeği evlilikten önce sahiplenmişse, köpek onun “malı” sayılıyor; yani boşanınca köpeğin velayeti evlilik öncesinde de sahiplik hakları bulunan tarafta kalıyor. Diğer tarafın hayvanla kurduğu ilişki, hayvana bakımındaki nitelikler, ona yönelik şefkat, sevgi, ihtimam duygularının kanunen bir anlamı olmuyor; velayet kararını hiçbir şekilde etkilemiyor. Aile kurumunu oluşturan yasal sözleşmenin ortadan kalkmasıyla birlikte yaşanan hayvanın, çocuklarda olduğu gibi, velayeti bugüne dek medeni hukuk kapsamında değildi; yani hayvanların birlikte yaşamadan doğan haklarının ötesinde, birlikteliğin bitmesiyle haklarını koruyacak bir düzenleme mevcut değildi. Evcilleştirilmiş hayvanların “ortak mülke ait” “ailenin bir parçası” olarak kabul edildiği özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde, evliliğin sona ermesi durumunda hayvanların “mülk olarak değerlendiriliği[ni]”, dolayısıyla mülkiyet bölüşümü anlaşmalarına tabi olması gerektiğini savunan hak savunuculuğu öne çıkmış durumda.

Hayvan Savunma Birliği (Animal Legal Defense) de, Alaska’daki evcil hayvanların velayeti tartışmasının ardından, boşanma davası hâkimlerine insan olmayan aile üyelerinin velayetine ilişkin kararlarda, “hayvanın iyiliğini” göz önünde bulundurmaları için yasa değişikliği teklifinde bulundu. Bu değişikliğe, medeni hukukun, özellikle reşit olmayan aile fertlerinin paylaşımı ve malların bölüşümüne ilişkin maddelerde yapılacak bir dizi değişiklik eşlik edecek. Hayvan hakları örgütleri de, boşanacak bireylerin, kendilerinin ve birlikte yaşadıkları hayvanlarının haklarını korumalarında yardım edecek eğitici faaliyetlere hız vermiş durumda.[5]

“Reşit olmayan aile ferdi” olarak hayvan?

İnsan olmayan aile fertlerinin “iyiliğine”, mülkiyet hukukunun üzerinde bir önem atfedilmesinin hayvan özgürlüğü mücadelesinin üç temel hedefine doğru atılan büyük bir adım olduğu söyleyebilir: 1) Hayvan ile insan arasındaki ilişkinin hayvanın “sahibinin” vicdanına göre değil; adaletin kaidelerine göre belirlenmesi, 2) Hayvanların yaşama ve barınma haklarının, kendi yaşam alanları üzerindeki “egemenliklerinin” kanunen tanınması, 3) Hayvanların belirli mekânlarda kapatılarak değil, doğalarından gelen hareket etme, sosyalleşme ve üreme eğilimlerini ve özgürlüklerini icra edebilmesi; yakınlık kurdukları ve ihtiyaç duydukları ölçüde insanlardan ihtimam, sağlık bakımı ve beslenme desteği görebilmeleri. 

Hayvanların velayetinin, mülkiyet bölüşümüne göre değil, hayvanın iyiliği açısından değerlendirilmesi daha önce öncülü olmayan, dünyada ilk kez örneğini gördüğümüz bir gelişme.

Yeni yasada “mahkemelere, boşanma ve ayrılma süreçlerinde yoldaş hayvanların velayetine karar verirken onların çıkarlarının göz önünde bulundurması gerekir” ifadesine yer veriliyor. Yasa, taraflara söz konusu hayvan ya da hayvanlar üzerinde “ortak sahiplik” hakkı da tanıyor.

Pennsylvania Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Penny Ellison, “Mahkemeler Hayvanların Çıkarlarını Göz Önünde Bulundurabilir mi?” başlıklı makalesinde bu gelişmenin, evcil hayvanları “mal” olarak tanımlanmanın ötesinde geçme yönünde bir adım olduğunu savunuyor.[6] Ellison, özellikle boşanan eşler arasında hayvanın kiminle yaşayacağı, kimin ona daha iyi bakabileceği yönünde anlaşmazlık olduğu durumlarda, bu sorunun “hayvanın çıkarını” ön plana alan mahkemeler tarafından çözülmesinin geç kalınmış, gerekli bir düzenleme olduğunu düşünenlerden. Evcil hayvanların hak sahibi varlıklar olarak görülmeye başlamasının, hayvan hakları açısından sevindirici bir gelişme olduğunu söylerken bir noktanın altını çizmemiz gerekiyor: Hayvanların, boşanma sürecinde tıpkı çocuklar gibi “reşit olmayan aile ferdi” olarak velayetlerinin mülklerden ayrı olarak değerlendirilmesi, Batı toplumlarındaki burjuva çekirdek aile hukukunun özgün tarihinin, özellikle burjuva sınıfının kültürel pratiklerinin gelişiminin, mülkiyet ilişkilerinin toplumsal üretiminin insan olmayan hayvanlarla ilişkiyi ayrıştırma, tasnif etme, tanımlama ve sınırlayarak düzenleme süreçlerinden geçmesinin bir sonucu.

Batı toplumlarında evcil hayvanların, 19. yüzyıl boyunca devam eden, “hane halkı” ya da özel alan ile kamusal alanın ayrışması süreci sonucunda, hane içine dahil edilerek “hak” sahibi olabildiğini unutmamamız gerekiyor. Aynı tarihsel süreçte sokaktaki türdeşlerinin kitlesel ve sistematik olarak yok edildiğini, bugün “medeni” Avrupa ya da Kuzey Amerika şehirlerinin çoğunda sokak hayvanı görmememizin altında yatan kanlı tarihi de…

“Bu itin sahibi kim?”

Türkiye’de 2014’teki tecavüz davası hâkiminin skandal sorusuyla bir kez daha gündeme gelen tartışmanın arka planı şöyle: Yaklaşık on beş senedir yürürlükte olan, parça parça değişikliklere tabi tutulan, özellikle sokak hayvanlarının haklarını korumada ve hayvana yönelik şiddete karşı cezai ve caydırıcı yaptırımlar geliştirme konusunda son derece yetersiz olan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda, meta değeri olmayan, “kullanılamayan”, sermaye birikimi süreçlerine doğrudan dahil edilemeyen (etinden, sütünden, derisinden, kürkünden yararlanılarak, binek, besi ya da deney hayvanı olmayan) evcil hayvanlar “sahibinin malı” olarak değerlendiriliyor. Türkiye’deki mevcut yasal düzenleme, evcil hayvanınız başka biri tarafından şiddet gördüğünde, hayvanın sahibi olduğunuzu çeşitli belgelerle (veteriner onaylı kimlik kartı, aşı karnesi vesaire) kanıtlamanızı şart koşuyor. Hayvana yönelik şiddet ve zor kullanımının cezalandırılması “mala zarar” kapsamına giriyor.

Evcil hayvanın mevcut yasada hak sahibi bir varlık olarak değil, “mal” olarak tanımlanmasının iki temel sonucu var: 1) Hayvanın “sahibi” olarak tanımlanan şahıs veya şahısların hayvanın beden ve ruh bütünlüğü üzerinde mutlak bir kullanım hakkına sahip olması. Kendi kedisine ve köpeğine şiddet uygulayan bir insanın eylemleri cezasız kalıyor. “Benim karım, sana ne kardeşim, döverim de, severim de” türünden aile içi şiddete hayvanlar da tabi oluyor. “Benim kedim, sana ne”ler, “Benim köpeğim, hem o zevk almasa izin vermez” türünden kâbus cümleleri Türkiye’de hayvanseverlerin duyageldiği cümleler. 2) Evcilleştirilmiş hayvanlara ya da sokak hayvanlarına uygulanan fiziksel şiddet, istismar, işkence ve zor kullanımı Ceza Kanunu yerine, Kabahatler Kanunu kapsamında değerlendirildiği için de şiddet uygulayanın cezası genellikle para cezasına çevriliyor. Dahası, hayvana şiddet uygulayan kişinin, kabahati para ile cezalandırılmış olsa bile, sabıka kaydına herhangi bir giriş yapılmıyor. Hayvana yönelik şiddet, istismar ve işkence “suç” olarak sayılmadığı, para cezasına çevrilen basit fenalıklar olarak değerlendirildiği için, Türkiye’de hayvana taciz, tecavüz, işkence, silahla öldürme, dayak vesaire haberleri eksik olmuyor. Kanunun korumasından mahrum kaldıkça ve yaşam hakları yasal olarak tanınmadıkça, hem evcilleştirilmiş hayvanlara, hem yaban hayvanlarına yapılan kötülüğün de sonu gelmiyor.

Adalet mücadelesi içinde hayvanların “yeri” meselesi

Türkiye’de insan-hayvan ilişkisine dair önemli tarihsel-toplumsal meselelere, hayvanlarla gündelik ilişkilenmede coğrafi, kültürel farkların etkisini göz ardı etmeden, bir noktanın altını çizmek istiyorum: Bir hâkimin korkunç bir hak ve beden ihlali davasında o sözleri sarf edebildiği ülkemizde, başka pek çok ülkede olmayan bir şansa sahibiz: Sokaklarımızda hâlâ hayvanlar yaşıyor! Tüm zorluklara, resmen teşvik edilmese de hukuken göz yumulan şiddete ve devlet eliyle, resmî kurumlarca, kayıtdışı öldürmelere, sürgün ve tecritlere rağmen özellikle şehirlerde, kamusal alanlara, insan yaşamına temas eden yüz binlerce kedi ve köpekle birlikte yaşıyoruz. Türkiye gibi hak ihlalleri sabıka kaydı kabarık bir ülkede, bunu bile başlı başına bir ilişkilenme fırsatı olarak görmemiz gerekiyor.

Hayvanlarla kurduğumuz mülkiyet ilişkisini, sahiplenme/sahiplik, onları kendimize “mal” etme ilişkisini, hayvanlarla, özellikle de kimsenin “malı” olmayan sokak hayvanlarıyla bir arada yaşama tarihimizden gelen ihtimam, koruma ve bakım pratiklerini artırarak, çoğaltarak, savunarak değiştirebiliriz. Bu değişim, ancak dilde başlayacak ve sembolik alandaki dönüşümle mümkün olabilir: Türkiye’de sokak hayvanları sahipsiz ya da başı boş değildir, Batı dillerindeki “stray” kelimesinin Türkçedeki karşılığı olarak kullanılan bu ifadeler sokak hayvanlarının kültürel tarihin içindeki konumlarını, mekânsal aidiyetlerini, şehir yaşantısı içindeki “yerlerini” görünmez kıldığı için sorunlu.

Hayvanların sahibi değil, koruyucusu olmak

Türkiye’de evcilleştirilmiş hayvanlarla ilişkinin yeri sokaklar, şehrin kamusal alanlarıdır. Hayvanla karşılaşma, ilişki kurmanın biricik mekânı da hanenin içi değil, herkese açık olması gereken, kamuya ait olan, görece serbest gezinme ve barınmanın mümkün olması gereken sokaklardır. Hayvanların sokakta yaşamasını savunurken, sokağı, özgür ve açık ilişkilenmenin biricik mekânı olarak görme yanılsamasına karşı dikkatli olmamız gerekiyor. Barınaklar birer tecrit mekânı, birer toplama kampıdır, hayvanlar alıştıkları, bakım, sevgi ve ihtimam gördükleri, insan ile ilişki içine girebilecekleri hareket alanlarına sahip oldukları ölçülerde şehir içinde yaşamlarını sürdürmelidir. Ancak sokakların hayvanlar için emniyetli olmadığı, özellikle büyükşehirlerde dur durak bilmeyen inşaatlarla her biri birer şantiyeye dönmüş mahalleler, hayvanlar için yeterince emniyetli mi? Hal böyleyken, sokakları hâlâ onların ilksel yaşam alanları olarak savunmak son derece kritik, bir o kadar da dikkatle kurmamız gereken bir savunma hattı.

Yine de, sokakta yaşayan hayvanlar inşaat sermayesine, artan polis varlığına, denetim ve ayrışmaya teslim edemeyeceğimiz sokakları, mahalleleri savunmak için belki de en meşru, en geçerli ve gerçek nedenlerimiz. Sahipsiz ya da başıboş değil, sokak hayvanı olduklarını vurgulamamın bir nedeni de şu: hayvanlara hem dilde, hem şehir yaşamında ve siyasetinde, hem şehrin müştereklerine dair tahayyülde yer açmak. Daha doğrusu yüzyıllardır dolaştıkları, yaşadıkları, yemek yiyip, çiftleşip, hastalanıp bakım ve şiddet gördükleri, öldükleri “yerleri” görünmez kılan kavramsallaştırmalara karşı, hayvanların ait oldukları yerlere, sokaklara iade etmek. Onları aidiyet, yerleşme ve yer-üretme (place-making) pratiklerimizin asli unsuru olarak düşünebilmek. Bu aynı zamanda, hayvanların hakları için mutlak olarak barışı (sokaklarda barış olmadığında hangi hayvan nasıl yaşayabilir ki?) ve adaleti talep etmenin de en temel yolu.

Tecavüz edilmiş köpeğin sahibini sorma cesaretini gösterebilmiş hâkime cevabımız net olmalı: Evdeki, sokaktaki, ormanlara atılmış, bütün itler bizim, bizimle birlikteler. Sahipleri değiliz ama bizim sorumluluğumuzda. Yalnızca hayvanseverlerin değil, tüm mahalle sakinlerinin ihtimamıyla yaşayabilecek canların. Sokak hayvanları sadakacı değil, hak sahibidir. Bizden önce de burada olmaktan gelen, yaşıyor ve duyumsuyor olmaktan, kırılgan ve korunmaya muhtaç olmaktan gelen hakları var. Hayvanların sahibi değiliz. Belki de en iyi ihtimalle, başları sıkıştığında, yaralandıklarında, hastalandıklarında, acıkıp susadıklarında başlarını uzattıkları,  arkadaşları, komşuları, yoldaşlarıyız.

Hayvanların yasal hakkını koruma yolunda atılacak en önemli adımlardan birinin, dilde ve tahayyülde gerçekleşecek, toplumsal alana sirayet edecek olanın hayvanlar ile adalet arasında kuracağımız, son derece ciddi özen ve titizlik isteyen bu kavramsal ve siyasi ilişki olduğunu savunuyorum. Sokak hayvanlarının düşmanlaştırılmasına karşı çıkarken, diğer yandan onların yasal hakları için mücadelede onlara karşı sorumluğumuzu merkeze almanın önemli olduğunu savunuyorum. Sokak hayvanlarına merhamet, vicdan, bakım, yemek, sudan çok, onlar kadar acil, adalet borçluyuz.



[1] Konuyla ilgili Abdullah Onay “Devlet-Toplum Kıskacında ‘Sokak Hayvanları’” başlıklı yazısında, Kayseri’deki olayı mümkün kılan koşullara değiniyor, olaya müdahil olan farklı siyasi aktörlerin tutumunu, aralarındaki ilişkiyi değerlendiriyor. Siyasi aktörler arasındaki ilişkinin, hayvanların yaşadığı ve içine çekildiği şiddet ilişkisini sorgulamak, bu şiddeti bahane göstererek kuvvetlenen şehirleri köpeksizleştirme eğilimine karşı mücadele örgütleyebilmek açısından kritik. https://hayvanlarinaynasinda.wordpress.com/2019/01/19/devlet-toplum-kiskacinda-sokak-hayvanlari/

[5] https://aldf.org/article/what-to-do-if-you-are-involved-in-a-custody-battle-over-your-companion-animal/

[6] https://www.law.com/thelegalintelligencer/almID/1202775104873/Can-Courts-Consider-the-Interests-of-Animals/?mcode=1395262324557&curindex=11