Beden, Özne, Faillik: İkinci Dalga Feminizme Post-Yapısalcı Eleştiriler

İkinci Dalga feminizmin cinsiyetler arası toplumsal ilişkileri açıklamak için yararlandığı patriyarka kuramına yönelik eleştirilerle birlikte düşünülmemesi imkânsız olan beden, özne ve faillik kavramları, özellikle post-yapısalcılık ve post-yapısalcılıktan ilham alan feminist düşünürler tarafından eleştirilmiş, kavramlara dair yeni perspektifler geliştirilmeye çalışılmıştır. Feministler Batı kültürünün heteroseksist, patriyarkal ve ikili karşıtlıklara dayanan, derin hiyerarşilere bağlı olarak varlığını sürdüren karakterini sorgulamış, tanımlamış ve eleştirmiştir. İkinci Dalga feminizm, süregelen bir önkabul olarak, verili kadın-erkek kategorilerinin varlığını fark edip biyolojik cinsiyet (sex) ve kültürel olarak belirlenen toplumsal cinsiyet (gender) ayrımına gidilmesini savundu, ancak bu ayrım da biyolojik cinsiyetin öncelliğini yeniden üreterek temelci bir yaklaşıma düşme eğilimi riskini doğurdu. Bu eğilime özellikle kültürel feminizmde rastlamak mümkündür. Toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikleri psikolojik bir açıdan ele alarak, kadınlık ve erkeklik özelliklerini kültürel ve davranışsal olarak sabitleyen kültürel feministlere göre kadınların kurtuluşu, dişil bir karşı-kültür oluşturmak ve bu kültürü savunmaktan geçer (Echols, 1983: 440-442). Kültürel ve biyolojik olan arasında ayrıma giderek biyolojik olanın verili, doğal, değiştirilemez ve dokunulamaz olduğunu ima eden bu teorilere karşı, günümüzde, çağdaş feminist düşünürler, filozoflar ve post-yapısalcılar için toplumsal cinsiyet kadar biyolojik cinsiyet kavramı da tartışmalıdır. Biyolojik cinsiyet, eylemin arkasındaki aktör olarak radikal biçimlerde analize tabi tutulmuş ve biyolojik cinsiyet ile kimliğin ilişkisi sorunsal haline getirilmiştir. Örneğin, bu noktada Bailey, Foucault’nun düşüncesinin feminizm için ve feminizmin kimlik, beden, cinsiyet, cinsellik ve benzeri kategorileri ele alışında farklı ve stratejik bir görü sunabileceğini söyler (1993). Temel mesele, toplumsal varlığı önceleyen bir öze dayanmadan, kimliği feminist bir yörüngede anlayabilmektir. Foucault’nun soykütüksel yönteminde cinsellik ve beden söylemsel ve tarihsel olarak üretilir. Dolayısıyla soykütükte tarihsel bağlama yapılan vurguyla beraber sınırlı bir hakikat anlayışı vardır ve soykütük tanım yapmaktan ziyade söylemlerin hangi tarihsel bağlamlarda doğru olarak öne çıktığına odaklanır. Feminizm ve feminizmin ilgilendiği kategorilerin (kadın, erkek, toplumsal cinsiyet, beden vb.) soykütüğünü yapmak, bunları tarih-dışı olmaktan çıkarıp belli bağlamlara yerleştirerek iktidar ilişkileri ekseninde yorumlamaya olanak sağlayacaktır. Örneğin, toplumsal cinsiyetin soykütüğünü yapmak kadın ve erkek kategorilerinin tarihsel olarak farklılaştığı yerleri görmemizi sağlayarak, tarih-dışı kadınlık ve erkeklik doğrularını ve iddialarını reddedebilir. Benzer şekilde, Foucault için beden de tarihsel ve maddesel olarak güç ilişkileri içinde üretilmiştir. Kadın bedenine yüklenen tarih-ötesi anlamların yerle bir edilmesi için Foucault’nun soykütüksel yöntemi feminizme yeni ufuklar açar. Biyoloji ve kültür üzerinden üretilen kimlik politikalarının tehlikelerine karşı koyabilmek, Foucault’nun dışsallığı reddeden iktidar kavramsallaştırmasıyla da mümkün olabilir böylece.

Ezen/ezilen ilişkisi de aynı zamanda bu türden bir iktidar kavrayışıyla yeniden düşünülebilir. Dışsal olarak tanımlanmayan, parçalı, çoğul iktidar anlayışı, ezilen grupları da yalnızca ezilen kategorisi altında sabitlemekten uzaklaşmayı sağlayacak ve böylelikle mutlak bir mağdur konumunu sarsacaktır. Üstelik ezilen grupların iktidar ilişkileri bakımından içsel bir heterojenlik barındırdığının da altı çizilebilir. Farklılık meselesi böylece hiyerarşiyi oluşturan nedenlerden ve sağlamlaştıran sonuçlardan biri olmaktan çıkarak, feminizm için ittifak siyasetleri olasılığını da artırır.

Bir direniş alanı olarak bedene geri döndüğümüzde, feminist teori ve politikanın seyrinde bir başka yenilikçi anlayış da yeni materyalistler tarafından dile getirilir. Bir sosyalist-feminist olan Donna Haraway’in bedenlerin ve kimliklerin sınırlarının iç içe geçtiği, bedensel olanla bedensel olmayanın ayrımlarının muğlaklaştığı bir mit olarak siborg mitini teorik tartışmalara katmasıyla, feminizmin o âna dek sıklıkla ezilen bir sabit olarak kurduğu kadın bedeni nosyonu daha ileri sorgulamalara açılır (2006). Haraway’in siborgu, hem kurgusal hem de toplumsal gerçekliğe ait bir yaratık olarak sınırları tanımaz, parçalı kimlikler önerir ve melezleşmeyi, farklı ve çelişik konumları, canlı türlerinin ve cansız varlıkların arasındaki akrabalığı öne çıkararak yeni ve daha yüzergezer bir feminist siyaset olanaklarını düşündürür. Feminizmin ortak bir kimlik politikası etrafında örgütlenişinin siyasi açmazlarına karşı siborg mitinin artık iyiden iyiye teknolojik ve daima-zaten ideolojik olan güncel tahakküm ilişkilerini anlama, hem kişisel hem de kolektif olabilme umudunu, geniş tahayyül biçimlerini teşvik ederek ortaya koyması, İkinci Dalga’nın belirlenimci kategorilerine yönelen bir diğer eleştirel perspektiftir.

Haraway’in “kökenimizdeki masumiyeti kaybedince cennetten kovulma ihtimali de ortadan kalkıyor” sözünün, aslında Haraway’in “Nasıl bir sosyalist-feminizm?” sorgusunu ve İkinci Dalga’ya temel eleştirisini sade bir biçimde tek başına ifade edebilecek kuvvette olduğu iddia edilebilir (2006: 21). Echols’ün “The New Feminism of Yin and Yang” makalesinde tartıştığı şekilde kültürel feministlerin kadın, kadınlık, kadınsılık, beden ve benzeri mefhumlara bakışında biyolojiyi “zengin bir kaynak” olarak görme eğilimi (1983), koşullanmış kadınlık ile kadın doğası arasında yaptıkları ayrım, tam da (Haraway’in kaybetmemiz gerektiğini söylediği) masumiyet varsayımını güçlendirir. “Kültürel feministler patriyarka tarafından koşullandırılmış kadınsılık –ki bunu pasif ve itaatkâr olarak nitelerler– ile şefkatli, sevecen, açık ve egalitaryen olarak tanımladıkları kadın doğası arasında bir ayrıma giderler. Onların düşüncesinde kadının pasifliği koşullanmış bir tepkiyken, erkek şiddeti ise erkek olmanın bir yansımasıdır” (Echols, 1983: 443). Bu belirlenimci anlayışa karşı Haraway’in geliştirdiği siborg miti, bir yandan evrensel ve genel-geçer nitelikleri bünyesinde barındıran, oldukça biyolojik bir temele yaslanan kadın kurgusunu yıkmak için yola çıkar. Öte yandan, ezme/ezilme deneyimlerini geniş toplumsal ilişkiler içine yerleştirir ve bedeni pür (pür olduğu ölçüde de masum) bir kategori olmaktan çıkararak ezilen olduğu varsayılan grupların içindeki dengesiz güç ilişkilerine ışık tutmak için de söylenmiş bir sözdür. Bunu totaliterleşmeye karşı bir dağılma, dağıldığı ölçüde yayılan bir farklılıklar ittifakının olasılıkları olarak okuyabiliriz.

Elbette bu noktada özne sorunu belirir. Kadının özne olabilmesi ve feminizmin öznesinin kim olduğu/olabileceği, feminizmin kendi öznesinin ne olmasına izin verdiği gibi sorunlar feminizmin iç eleştirisi biçiminde ortaya çıkar. Haraway, bütünsel bir özne ve öznellik tahayyülü konusunda hem Marksizm hem de feminizme karşı kurduğu teorisinde, devrimci öznenin çıkmazlarına şöyle işaret eder:


Feminizmler ve Marksizmler, bir ‘ezme/baskı uygulama kerteleri’ hiyerarşisi perspektifinden bakarak ve/veya gizil bir ahlaki üstünlük, masumiyet ve doğaya daha fazla yakınlık konumundan hareketle bir devrimci özne kurmayı öngören Batılı epistemolojik buyruklarda direğe toslamış durumdadırlar (2006: 63).

Haraway’e göre özne, bu denli geçirgen-olmayan bir şey değildir. Bedenin sınırsızlığı, öznenin sınır tanımazlığıyla birleştirilir ve feminizmin ihtiyacı olan siyasi ufuk da budur. Burada post-modernizmin ve post-yapısalcılığın duyurduğu öznenin ölümü tezi de önem kazanır. Ölen özne, Haraway’in karşı çıktığı türden bütüncül bir öznedir. Bu açıdan düşünüldüğünde özne-iktidar-faillik kavramsallaştırması Üçüncü Dalga feminizm için başka bir rotayı izleyecektir.

İktidarın özneyi ezen değil, belli ilişkiler içinde özneyi kuran karakterine yapılan vurgu feminizm içinde özneyi ve dolayısıyla kadın kategorisini sorunsal haline getirdiğini ifade etmiştik. Bu, Foucault’nun soykütüksel yaklaşımının feminizmde tezahür edişidir. Özellikle kadın kategorisinin evrenselliğine ve ortaklaştırıcı bir deneyimler bütünü olarak ifade edilişine karşı çıkışlar, feminizm ve post-yapısalcı düşüncenin kesişiminde kendisini göstermeye başlar. Yekpare bir kadın kategorisinin tarih, zaman, coğrafya, bağlam fark etmeksizin ezilme deneyimlerinde kadınları ortaklaştırdığı fikrine itirazlar, Üçüncü Dalga’nın feminist yönelimlerinin temelinde yer alır. Bu tartışmayı hâlâ en rafine biçimde Judith Butler’ın Cinsiyet Belası çalışmasında izlemek mümkün. Butler’a göre, “özne gereksinimi, politik alanın önceden kapatılması anlamına gelir” (2014, 45). Ancak Butler için öznenin eleştirisi, öznenin ölümü ve bir daha söz konusu olamayacağı fikri değil, özneyi konumlanışlarıyla birlikte faillik ihtimalleriyle incelemektir. Yani, Foucaultcu anlamda öznenin kurulmuş olması fikrine yine burada yakınlaşabiliriz. Foucault kendi iktidar formülasyonunda, baskıcı ve tek-merkezden müdahale eden bir iktidar anlayışı yerine ilişkiler kuran, şeylerin içine işleyen, kendini ve şeyleri üreten bir iktidar anlayışı önerir. Özne ise bu iktidar ilişkileri içinde, söylem tarafından atanmış politik bir konum olarak belirir. Dolayısıyla, Butler’ın feminizmin öznesi olarak kadın/kadınlar tutumuna getirdiği en temel eleştiri, “kadınlar kategorisini tutarlı ve istikrarlı bir özne olarak inşa etme[nin], toplumsal cinsiyet ilişkilerini istemeyerek de olsa düzenleyip şeyleştirmek anlamına [geldiğidir]” (Butler, 2012: 49). Yani, kadın özne, tam da onu temsil etme iddiasında olan feminist söylem tarafından üretilir ve bir kristalizasyon sürecine tabi tutulur; kadın/kadınlar kategorilerinin ve terimlerinin birer bela olarak karşımıza çıkmalarıysa, tam da söylem ve iktidar mekanizmalarından bağımsız, tarih-aşırı bir özne varmışçasına seslenmeleri nedeniyledir.

Butler, söylemden önce ve/veya söylemden sonraya ait değişmez bir kadın kategorisinin varlığına mümkün olduğunca şüpheyle yaklaşılması gerektiğini, çünkü bu türden bir öze inanmanın ve özü inşa etmenin dışlayıcı pratiklerin kaynağı haline geleceğini söyler. “Feminist edebiyat kuramında çok yaygın olan heteroseksüel varsayımı eleştirmek” ve “azınlık konumundaki toplumsal cinsiyetli ve cinsel pratikleri gayrimeşru kılmak için bir hakikat söyleminin gücünden yararlanmaya yönelik tüm çabalara balta vurmak” için feminist bir soykütüğün, yani cinsiyet/toplumsal cinsiyetin mutlak olarak doğru ve birbirini karşılayabilir kapasitede olduğuna karşı çıkan bir “nasıl?”lar bütününün gerekliliğini savunur (Butler, 2012: 11-12). Faillik ihtimallerini tartışmak, dolayısıyla, bütün bu çabalarla birlikte bir tür öznenin kurulmuşluğu, ancak belirlenmemişliği halinin varsayımıyla mümkün olabilir. Butler bunu şöyle ifade eder: “Zira kültürel ve politik ilişkilerin amaca yönelik ve anlamlı olarak yeniden biçimlendirilmesini olanaklı kılan şey, kendisine cephe alabilen, yeniden işlenebilen ve karşı koyulabilen bir ilişki değilse nedir?” Dolayısıyla, post-yapısalcı düşünceden beslenen bir feminizm için faillik, kişi olmak, özne olmak, yani Butler’ın işaret ettiği “idrak edilebilirlik” niteliğini kuran ve sürdüren normların, öznelliğin Batılı ya da hegemonik ifade ve kavramsallaştırmalarının istikrarsızlaştırılması ve tutarsızlaştırılması sonucunda mümkün hale gelebilir.


Kaynakça

Bailey, M.E. (1993). “Foucauldian Feminism: Contesting bodies, sexuality and identity”, Up Against Foucault: Explorations of Some tensions Between Foucault and Feminism, ed. Caroline Ramazanoğlu. Londra ve New York: Routledge, s. 99-123.

Butler, J. (2012). Cinsiyet Belası. İstanbul: Metis.

-         (2014). “Olumsal Temeller: Feminizm ve ‘Postmodernizm’ Sorusu”, Çatışan Feminizmler. İstanbul: Metis.

Echols, A. (1983). “The New Feminism of Yin and Yang”, Powers of Desire: The Politics of Sexuality. New York: Monthly Review Press.

Haraway, D. (2006). Siborg manifestosu: geç yirminci yüzyılda bilim, teknoloji ve sosyalist feminizm, çev. Osman Akınbay, İstanbul: Agora Kitaplığı.