Spinoza’nın İyi-Kötü Ayrımı ve Ahlâk Karşısında Etik

Spinoza’nın, çokça ünlenmiş olan Etika’sını yazmadan önce de iyi-kötü sorunsalıyla uğraşmış olduğunu biliyoruz. İyi-kötü sorunsalından kasıt, iyinin ve kötünün ne olduğu ya da, başka bir deyişle, ne ifade ettiğidir. Spinoza’nın bilinen ilk kitabı olan Kısa İnceleme’de dahi bu meseleye ayrılan bir bölüm vardır. İyinin ve kötünün mahiyeti, Spinoza’da, duygular ve duygulanımlarla ilişkisi ekseninde Etika’da ve politik-ekonomik olanla ilişkisi bağlamında Politik İnceleme’de açıkça ele alınır. Ama aslında, Spinoza’nın o ya da bu kitabında her zaman bu konuyla ilgili zımni de olsa bir şeyler yazdığı veya yazdıklarının bu mesele tarafından alttan alta katedildiği söylenebilir. İyi-kötü düşüncesi, insanın yapıp ettiklerini belirlediği oranda, insanın kendisini ve kendi eliyle kurmuş olduğu dünyayı da belirler. Bu anlamıyla iyi-kötü, Spinozacı etiğin merkezî bir kavramıdır. Etik, Spinoza’nın düşündüğü haliyle bir iyilik-kötülük karşıtlığından çok, bir iyi-kötü ayrımına dayanıyorsa, bir bütün halinde yaşamı (vita) da katedecektir.

Spinoza, Kısa İnceleme’de meseleyi en basit haliyle ele alır.[1] Eğer bir şeye iyi diyorsak, iyi dediğimiz şey kadar iyi olmayan, dolayısıyla daha az iyi veyahut söz konusu iyiye nazaran kötü olan bir şey olduğunu da söylemiş oluruz. Kısacası, iyi-kötü, bizim için ve bize göre iyi-kötüdür. Bir kendinde iyi-kötü söz konusu değildir. Öyleyse, şeylere dair bütün iyi-kötü temelli düşüncelerimiz de, aslen, şeylerle ilgili daha önceki deneyimlerimize dayanır. Eğer bir şeftali kötüyse, daha iyisi olmalıdır. Ya da, bir roman iyiyse, kötüsü de bilinir, ki iyi de ancak bu şekilde iyi olarak sınıflandırılır. İyi-kötü, doğada var olmaktan çok, bizdedir. Şu anlamda ki, iyi-kötü, şunun ya da bunun iyiliği veyahut kötülüğüdür. İyi-kötü, her zaman bir şeylere atfedilir. Ve ayrıca, bir şeylerden kaynaklanır. Eğer şu ya da bu kötü bir şey yaptıysa, bu, onların özlerinden ayrı düşünülemez. Yani, şunun veya bunun kötüsü, şundan veya bundan soyutlanıp genelleştirilebilecek bir kötü olamaz. Çünkü bu kötü, ancak onlar, yani kötü olanı icra edenler vasıtasıyla vuku bulur. Ve onların kötüsü, belirli koşullar içerisinde ve belirli ilişkiler dahilinde kötü olarak nitelendirilmiştir. Bu nedenle iyi-kötü, Spinoza’nın daha ilk analizinde, zaruri değil ama nispi bir şey olarak belirir. İyi-kötü, bu açıdan, değişkendir.

Spinoza’nın külliyatı (corpus) içerisinde iyi-kötü sorunsalının en yetkin ve kapsamlı analiziyse hiç kuşkusuz ki Etika’dadır. Artık iyi-kötü, Kısa İnceleme’de olduğu gibi salt mantıksal boyutuyla değil ama insanın duygu (affectus) ve duygulanımını (affectio) ilgilendirdiği, onlarla ilgili olduğu düzeyde de ele alınacaktır. Yani, doğrudan doğruya etiğin de konusu, başat bir veçhesi haline gelecektir. Öyle gözüküyor ki, öncelikle duygu ve duygulanım terimlerini birbirinden, en azından kavramsal düzeyde, ayırmak gerekir. Spinoza’ya göre duygu, insan bedeninin etki gücünü artıran veyahut azaltan bir hal ve bir hale dair fikirdir.[2] Hal ile kastedilense, aslen, duygulanımdır. Duygulanım, başımıza gelendir. Duygulanımın, bu anlamıyla, salt edilgen bir boyutu vardır.[3] Duyguysa, başımıza gelen sonucundaki hissiyatımızdır. Örneğin, keder, bir duygudur. Bizi kederlendiren, yani üzen şey ise bir duygulanımdır. Bize faydalı, yani bizim doğamızla benzer ve uyuşan bir beden ya da şeyle karşılaştığımızda, iyi bir karşılaşma veyahut faydalı bir duygulanım sonucunda etki gücümüz artar. Ve dolayısıyla sevinç duyarız. Aynı zamanda, bize zararlı, yani doğamızla benzemez ve uyumsuz bir beden veyahut şeyle karşılaştığımızda, kötü bir karşılaşma ya da zararlı bir duygulanım sonucunda etki gücümüz azalır. Ve bunun neticesinde keder duyarız. İşte, Spinoza’ya göre, faydalı veya zararlı duygulanımlar sonucunda etki gücümüzdeki bu artma ve azalma hali, doğrudan doğruya iyi-kötü denen şeyin de temelidir. Hatta, ta kendisidir.

Etika’da iyi-kötü, kendi varlığını sürdürme çabasıyla (conatus) bağlantılıdır. Spinoza için, her insanın özünde varlığını korumak, sürdürmek ve güçlendirmek vardır, ki Spinoza’ya göre erdem denen şey de bunun bilhassa kendisi olacaktır. Ama bunu verili, yani değiştirilemez olan bir insan doğasıyla da karıştırmamak gerekir. İnsanın özü, Spinoza için, yalnızca varlığında sürüp gitme çabasıdır.[4] Başka bir şey değildir. Herkes kendi varlığında kendince sürüp gitmeye çabalar. Spinoza, özden bahsederken, salt bir özden çok, değişken, duygular ve duygulanımlarla durmaksızın katedilen bir öze işaret eder. Bu anlamda öz, varoluştur, var olandır. Tam da bu nedenle bir bedenin ne yapabileceği, yani neye muktedir olabileceği tam anlamıyla bilinemez. Kısacası, beden, oluş halinde olandır. Olmadığını olan, olduğunu ise olmayandır.

İyi-kötü ya da iyi-kötü etkilenimler, bedenin varlığında sürüp gitme çabasını destekleyen veyahut köstekleyen hallerdir. Bedenin eyleme ya da etki gücünün azalması, kötüyken; bu gücün artması, iyidir. Öyleyse, yapıp etme kudretimizi artıran şeyler iyi, azaltan şeyler ise kötü olarak sınıflandırılacaktır.[5] Ama bir şeyi, diyelim ki, iyi olarak sınıflandırdığımızda bu, o şeyin bizim için ebediyen iyi olacağı anlamına da gelmez. Tersi bize kötü gelen bir şey için de pek tabii geçerlidir. Bir şey iyidir, çünkü bizim eyleme gücümüzü artırır. Ama aynı şeyin başka bir zaman aralığında eyleme gücümüzü azaltması da mümkündür. O halde, bir şey aynı anda hem iyi, hem de kötü olarak düşünülebilir. Örneğin, bize iyi gelen, yani eyleme gücümüzü artıran, bir başkasına kötü, yani eyleme gücünü azaltıcı gelebilir. Kısacası, iyi, bana yararlı olanken; kötü, bana zararlı olandır. Herkesten ve her şeyden bağımsız bir iyi olan veyahut bir kötü olan yoktur. Her şey bir kiple (modus) bağlantısında iyi ya da kötüdür. Çünkü bir şeyi iyi ya da kötü, yani kendisine yararlı veya zararlı addeden, özgül kiptir. Kötü duygular, örneğin; haset, nefret, kin, vesairedir. Çünkü bunlar, bizi eyleme gücümüzden alıkoyan, etki gücümüze engel teşkil eden duygulanımlar sonucunda ortaya çıkmış olan duygulardır. Hatta, Spinoza, bir adım daha ileri giderek, kıskançlık, umut ve pişmanlığın dahi özsel olarak kötücül olduğunu iddia eder. Çünkü bunlar da, aynı diğerleri gibi, bizi etki etme gücümüzden, kudretimizden uzaklaştırırlar. Kıskançlık, örneğin, bizim doğamızdan olduğunu düşündüğümüz biriyle veya bir şeyle ilintili olarak keder duymaktır.[6] Ya da pişmanlık, basitçe, kendi yaptığımız bir şey sonucunda ve aracılığıyla kedere teslim olmaktır.[7] Çünkü pişman olma hali, pişman olduğumuz şeyi bütünüyle anlamaktan ve tam da bu suretle o şeyden kurtulmaktan, yani o şey hakkında pişman olmamaktan bizi geri tutar, ki bu da kederde debelenmekten başka bir şey değildir. Ve umut da, bir bakıma içerisinde eser miktarda da olsa korku, yani keder barındırdığından, sallantıdaki bir sevinçten, bir tür sevinçle karışık kederden başka bir şey olmayacaktır.[8] Bunların hepsi, bir tür keder oldukları ve bu açıdan bizi eyleme gücümüzden geri tuttukları içindir ki, kötüdürler. İyi-kötü, yalnızca ama yalnızca eyleme gücünün bir artışı veya bir azalışı ile ilintili olduğu oranda, etiğin, erdemli bir yaşamın da temelidir. Kişi, Spinoza’da, kötü karşılaşmalardan, yani duygulanımlardan onları kavramak suretiyle kaçındığı ve iyi karşılaşmaları örgütleyerek iyi duygulanım ve duygulara kapı araladığı oranda, erdemli olur. Erdem, Spinoza’nın da dediği gibi, sevincin ödülü değil ama sevincin ta kendisidir.[9]

***

Öyle gözüküyor ki, Spinozacı etiğin radikalliği, aslen, geleneksel ahlâkın dayandığı mutlak iyilik-kötülük anlayışını lağvetmesinde yatar. Ahlâk, ister dinî bir ahlâk isterse de toplumsal bir ahlâk olsun, her zaman normatiftir. İyi-kötü yerine iyilik-kötülük ile işler. İyi-kötünün herkes ve her şey için keskin sınırlarla belirli olması, iyi-kötüyü iyilik-kötülük haline getirir. Denebilir ki, ahlâk, evrensel olan bir emirler dizgesidir. Yapılacaklar, belirlidir. Aynı şekilde yapılmayacaklar da öyledir. Ödül, yap denileni yapana; cezaysa, yapma denileni yapana veyahut yap denileni yapmayana verilir. Ama ahlâk, bütün bu kesinliğine karşı, yine de keyfî bir temele oturur. Neyin, ne sebeple ve nasıl iyilik veyahut kötülük olduğu, olabildiği temellendirilemez. Bir şeyler, iyilik-kötülük olarak belirlenir, o kadar. O halde ahlâk, sorgu sual olmaksızın kendisine tabi olunmasını ister. Ahlâk, belli ki, salt dogmatiktir. Bir mutlak iyi ve bir mutlak kötü belirlenmeksizin, ahlâk da inşa edilemez. Bir ahlâk ortaya çıkarmak için, norm üretmek gerekir. Norm, herkes ve her şey için geçerli olacak evrensel buyruktur. Normda istisnai olan, evrensel olanın, olması gerektiği düşünülenin içinde erir. Tümel olan, tikel olanı soğurur. Etikse, ahlâk ile karşılaştırıldığında, ne bir mutlak iyi-kötü belirler, ne de salt keyfî bir temeli vardır. Etik, halihazırda istisnai olan durumu biricikliğinde kavramayı önerir. Onu, ahlâkta olduğu gibi, bir evrensele göre yargılamaktansa, biricikliğinde anlamaya çalışır. Ahlâk, buyurur. Etikse, önerir. Etik, bu anlamıyla, pragmatik olmaktan çok, pratiktir. Kullanışlıdır. Denebilir ki, doğada, Spinozacı anlamıyla, ahlâki bir karşıtlık değil ama etik bir farklılık vardır.[10] Ahlâk, önceden belirlenmiş kuralları her bir kişiye dayatırken; etik, kişilerin kendi tercihlerini ve bu tercihlerin bir optimumunu bulmalarına yardımcı olur. Ahlâk, kişiden ahlâkın içeriğini anlamasını ve uygulamasını isterken; etik, kişinin bizzat kendisini anlamasını ve yaratmasını sağlar. Etikte söz konusu olan, iyi karşılaşmaları örgütlemek, kötü olanlardan el verdiğince uzakta kalmak ve eyleme gücümüzü bu yolla olabildiğince artırmaktır. Bu, Spinozacı anlamda etik olan yaşamdır.



[1] Spinoza, Benedictus (Kasım, 2015). Kısa İnceleme, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, s. 65-66.

[2] Spinoza, Benedictus (Nisan, 2012). Ethica, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, s. 151.

[3] Ramond, Charles (Eylül, 2014). Spinoza Sözlüğü, İstanbul: Say Yayınları, s. 33.

[4] Spinoza, Ethica, s. 160.

[5] Deleuze, Gilles (Ekim, 2011). Spinoza: Pratik Felsefe, İstanbul: Norgunk Yayıncılık, s. 79-80.

[6] Spinoza, Ethica, s. 209.

[7] Spinoza, Ethica, s. 225.

[8] Spinoza, Ethica, s. 172.

[9] Spinoza, Ethica, s. 361.

[10] Deleuze, Gilles (Ocak, 2013). Spinoza ve İfade Problemi, İstanbul: Norgunk Yayıncılık, s. 253.