Yeryüzü Pireleri: İnsanlar

Evet, kirli bir ırmaktır insan ve alt edilmesi gereken bir şeydir.[1] Böyle bağırır insanlara Zerdüşt, otuz yaşındayken on yıl kadar dağlara çekilip sonra tekrar insanların arasına döndüğü gün. Ömrünü, kadim geleneklerin ve dine dayalı ahlâkın ikyüzlüleştirdiği, köleleştirdiği ve modern bilimin aldatmacalarıyla maymuna çevirdiği insanın “hakikati” anlamasına, değişmesine ve kendine yeni bir ahlâk, kimlik, kültür yaratması çabasına adayan Nietzsche’nin haykırışıdır, bu, aslında. Beni, yüz yıl sonra dahi anlayan bulunur mu, diye katı bir anlayışsızlığın duvarı önünde ağlayarak seslenmeye devam etmişti: “Yeryüzü artık küçülmüştür ve üstünde, her şeyi küçülten son insan sıçramaktadır. Toprak piresi gibidir o, kökü kurutulamaz: son insan, en uzun ömürlüdür.”[2] İşte, bu idraksiz, çobansız “sürü”nün bireyidir, o pire. Binlerce yıl dinlerin buyruğu altında anlamsızca, akılsızca savaşmış ancak köle ruhunun acısını dindirememiştir. Bu buyruktan kurtulduğunu sandığı yeni bir çağda ise egemen güçlerin kontrolü altındaki modern bilimin denek faresi olmuş, doğasındaki tükenmez iştahı, boynundaki zincire dönüşmüş ve hiç durmadan düşüncesizce tüketmek üzere yeryüzünün altını üstüne getirmiştir.

Yeryüzü piresinin; çok daha küçük, bir canlı dahi sayılmayan bir virüs (koronavirüs) tarafından korkutulup evlerinin kuytuluğuna itilmesi, dünya sahnesinde süper-güçlerin ve irili ufaklı bölgesel güçlerin türlü desiselerle, ayak oyunlarıyla şimdiye ve geleceğe yön vermek üzere girdikleri amansız, kibirli mücadelelerin dijital imkânların marifetiyle naklen izlendiği bir zamana denk geldi. Yeryüzü belki ilk kez bu kadar küçülmüş, insanlar ortak bir kadere, ilk kez bu denli mahkûm olduklarını fark etmeye başlamıştı. Başlangıçta Çin hariç, dünyanın geri kalanı için biraz da müstehzi imalarla geçiştirilen koronavirüs vakası, birdenbire küresel bir gündem sayılmış, belki de en önemli jeopolitik olaylardan biri olmuştu. İnsanlar, artık gündemlerinde süper-güçler arasındaki rekabetin yerini, öngörülmesi zor doğa olaylarının alması gerektiğini düşünmeye başlıyordu. Doğa ana, insan çocuklarının hastalıklı kavgalarından yorulmuş ve onları sert bir biçimde uyarmaya karar vermişti. Bu anlamda, koronavirüsün ve başkaca doğa olaylarının dünya ekonomisini olumsuz yönde bir seyrin içine itebileceği ve bunun da öngörülemez siyasal ve toplumsal gelişmelere yol açabileceğini düşünen uzmanların uyarıları da dikkat çekmeye başlamıştı. Bu uzmanlardan biri de Amerikalı stratejist Robert Kaplan’dı. Kaplan’ın National Interest dergisinde “The Neo-Malthusian World of the Coronavirüs” başlıklı makalesinin bir bölümü Zahide Tuba Kor tarafından İngilizceden Türkçeye çevrilmiş. Kaplan, biri 1994, diğeri güncel olan aynı konulu iki makalesinde dünya nüfusunun hızlı yükselişinin gıda arzında sorun yaratacağı tezi üzerinde durmuş, bunun bir şekilde çözülebileceğini ancak doğa olaylarının 21.  yüzyılın ana konusu olmaya başlayacağını ifade etmiş. Kaplan “Yeni-Malthusçu dünyada ABD-Çin ve ABD-Rusya arasındaki büyük güç rekabetleri, dünya istikrarsızlığının ana kışkırtıcısı olmayacak; istikrarsızlık içinde karşılıklı olarak birbirini etkileyen bir faktöre dönüşecektir. Çünkü Soğuk Savaş yıllarının aksine, şimdilerde doğa bir faktöre dönüşmüş durumda” diyerek, koronavirüs olayının dünya ölçeğinde büyük değişimlere yol açabileceğini öngörmüş. 21. yüzyılda dünya nüfusunun 11 milyarı bulacağı öngörüsü ve doğal kaynakların hor kullanımıyla birlikte sonuçta sınırlılığı, bu öngörülerin hiç de fantastik olmadığını gösteriyor. Kaplan’ın bazı rejimlerin uykusunu kaçıracak öngörüleri de var. Bu yüzyılda kitle psikolojisinin aşırı uçlarca yönetilebileceği, birçok rejimin değişebileceği, siyasetin merkezinin tehdit altında baskılanacağı öngörüsü de son yıllarda yaşadıklarımıza bakıldığında hiç de göz ardı edilecek gibi görünmüyor. Fakat Kaplan, gelişen teknolojinin gıda dengesini koruyup yeterliliğini sağlayacağını düşünse de bu durum, o herkese yeter gıdanın dünya coğrafyasının bazı yerlerinde gıdasızlıktan ölen on binlerce çocuğa, kadına ulaşmadığı gerçeğini değiştirmez. Bir tarafta küçük bir azınlığın dünyayı yalnızca kendi mülkü saydığı için sergilediği akıl almaz bir müsriflik; diğer tarafta da en temel ihtiyaçlarını karşılayamaz durumdaki büyük, sessiz çoğunluk, kapitalist dünya düzeninin apayan karakterinin göstergesi olmaya devam ediyor. Bu arada dünyanın doğal dengesinin bozulduğu ve her bir insana ciddi sorumluluklar düştüğü türündeki algı sıkça tekrarlanır durur. Fakat nedense, aslında bu sorumluluğun tümünü, bu bozulmanın asıl müsebbibi olan kapitalist tekelin taşıması gerektiği, güçlü bir şekilde vurgulanmaz.

Eşitsiz bir dünyada yaşadığımız gerçeği kimisi için salt kullanışlı bir retorik malzeme olmayı sürdürürken kimileri için de acı, katı bir gerçeğin her an hissedildiği, yaşandığı bir durum olmaya devam ediyor. Ülkeler arasındaki farklılıklar, büyük kentlerin korunaklı-elit semtleriyle yoksul varoşların-gettoların arasında görülenler gibi çıplak, keskin iki ayrı dünya gerçeğine işaret ediyor. Birinde yoksulların hayalini bile kuramayacağı tatil planları, kariyer hesapları, hijyen yaşam alanları, konforlu evler, mahalleler ve demokrasinin asgari koşulları oluşmuş bir yaşam; diğerinde ise taciz, tecavüzlerin yaşandığı, sağlık koşullarının, temel yaşam şartlarının, yeterli gıdanın sağlanamadığı ve çoğu otoriter siyasi rejimlerin baskısı altında sürüp giden bir dünya düzeni.

Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un birlikte kaleme aldıkları Ulusların Düşüşü kitabında bu eşitsizliğe dair çok sayıda çarpıcı veri göz önüne serilmiş. Kitap, dünyadaki eşitsizliğin ve ayrıca bu eşitsizliğin içerdiği göze çarpan bazı yaygın örüntülerin açıklanmasına odaklanıyor. Birçok çarpıcı verinin arasında, bu eşitsizliğin yakın zamanlara ait bir gerçeklik olmadığı, epey gerilere gidildiğinde de bugün yaşanan bu eşitsizliğin yüzyıllara varan bir sürecin pekişmiş ve bir çeşit kadere dönüşmüş sabiti olduğunu görüyoruz:

Dünya gelir dağılımının en alt kısmı da en üst kısmı kadar keskin ve özgün bir tablo çizer. Bu kez en yoksul 30 ülkeyi gösteren bir liste yaparsanız bu ülkelerin neredeyse tamamı Sahra altı Afrika’da bulursunuz. Onlara Afganistan, Haiti ve Nepal gibi, Afrika’da olmalarına karşın ileride açıklayacağımız aynı kritik özelliklere sahip ülkeler eşlik eder. 50 yıl geriye gidilse en üstte ve en altta yer alan 30 ülkenin çok değişmediği görülürdü. Singapur ve Güney Kore en zengin ülkeler arasında yer almazdı ve en alttaki 30’da birkaç farklı ülkeye rastlanırdı. Fakat ortaya çıkan genel tablo bugün gördüğünüzle dikkate değer biçimde uyumlu olurdu. 100 ya da 150 yıl geriye gidin, neredeyse aynı ülkeleri aynı grupta bulursunuz.[3]

Peki, bütün bunlar böyle mi olmak zorundaydı, diye sorulabilir ve soruluyor da. Ancak bu sorunun çok sayıda tarihsel, siyasal, kültürel, güncel, sosyolojik, coğrafi ve benzeri sebeplere dayalı kalınarak verilebilecek olan cevaplarla da tam ve doyurucu bir karşılık bulamayacağını biliriz. Dünya düzeninin bu verili hali, elbette bir kader değildir; ancak ne şekilde tartışırsak tartışalım, bu veriyi merkez alarak tartışmak zorunda olduğumuz açıktır. Zira böyle yapılmadığında dar, ideolojik gevezeliklerin, gerçeklikten uzak fantezilerin tuzağına düşülmektedir. Bu verilerin koronavirüs vakasıyla ve olası doğa felaketleriyle doğrudan bir ilgisi var mı, var elbette. Fakat yine de bugün için, doğanın gerçekliğinden kopuk yapılagelen bitmez tükenmez ideolojik, teorik entelektüel tartışmalarımızdan daha acil görünen şey, doğanın artık insanoğlunun bu küstahça şımarıklığını taşımakta zorlandığı ve sabrının sonuna geldiğidir. Buna ilaveten, art arda yaşanan çevre felaketlerinin, küresel ısınmanın, atmosfer tabakasının incelmesinin, orman alanlarının hızla tükenişinin, nüfus artışının yeter seviyeleri aşmaya başlamasının, bölgesel çatışmalardan ve yoksulluktan dolayı kitlesel göçlerin yaratacağı sorunları sayabiliriz. Siyasi elitler bu sorunun daha çok kendi rejimleri üzerinde yaratacağı olası tehlikelere odaklansalar da asıl aciliyet doğanın SOS vermesidir. Yine de bu kötü gidiş, sonuç itibarıyla büyük oranda doğal dengenin bozulmasına bağlansa da asıl olarak bu bozulmanın gerçek sebeplerini de içeren insanoğlunun ideolojik-politik yön seçimleriyle ilgili olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Nietzsche’nin, Zerdüşt aracılığıyla insanlara “Yalvarırım size, kardeşlerim, yeryüzüne bağlı kalın!..”[4] seslenişinde dile gelen doğayla, kendisiyle barışık, eşit-adil, hakkaniyetli yaklaşımın, gerek aşkınsal inançların, gerek kapitalist hırsın kör ettiği insanlar tarafından göz ardı edildiği türde bir yön seçimiyle ilgili olduğu aşikârdır.

Slavoj Žižek, Ahir Zamanlarda Yaşarken adlı eserinde Borges’in bir hikâyedeki paradoks için şöyle veciz bir ifadede bulduğunu söyler: “Sonuç, sebepten önce gelir; yolculuk motifi, yolculuğun motiflerinden biridir.”[5] Sonucun sebebi öncelediği, geri dönüşlü olarak onu yarattığı bir durumdan bahsedilir. Kapitalist ekonomiye ve değer yargılarına mahkûm edilmiş insanlığın; bu sistemin, yaşadığımız ve yaşayacağımız bu kötü gerçekliğin sonuçlarının, sebeplerini öncelediğini bilmesi, anlaması, kavraması bu küresel kötülüğe karşı radikal bir mücadelenin motivasyonu olur mu bilmem ama bu mücadelenin elzem ve acul olduğu kaçınılmaz bir gerçeklik olarak belirmektedir. Aynı eserde Žižek, Alan Weisman’ın Bizsiz Dünya adlı kitabında, insanların, sadece insanların yeryüzünden aniden uçup gittiğini anlattığını söyler.[6] Bizsiz öngörülen dünyada doğal çeşitlilik yeniden filiz verecek ve doğanın kendisi, insanlardan arta kalanları yavaş yavaş kendinin kılacaktır. Bu, bizsiz dünya saf fantezisinin, biz insanlar onu kibirle, kör bir hırsla mahvetmeden önceki masumiyetine kavuşacağı hayali üzerinde şekillendiği açıktır. Gerçekte böyle mi olur, bilinemez. İnsan müdahalesi olmadan doğanın ahenkli, dengeli bir şekilde var olacağı fantezisi bir yana, üzerinde duracağımız hakikat zemini; bugün süregiden ve alternatifsiz gibi görülen kapitalist sistemin bu haliyle süremeyeceği; koronavirüs vakasında görüldüğü gibi doğanın dengesinin bozulmasının öngörülemez riskler barındırdığı, derin eşitsizliklerin yaşandığı ekonomik, siyasal-kültürel dünya sisteminin çok daha radikal, kontrolsüz ideolojik grupların ortaya çıkması için zemin hazırladığı gerçekliğidir. Bu kısırdöngüden çıkmanın kolaycı, kestirmeci, genelleyici formüllerle mümkün olmadığı, bunun yerine küresel çapta ciddi bir düşünsel süreç içinde ele alınmasını gerektirdiği kesindir.

Sonuçta, bir yol ayrımında olduğumuz, dünyanın topyekûn bir değişimin arifesinde olduğu, köklü-önlenemez yıkımların ufukta belirdiği türündeki göstergeler, komplo teorileriyle birlikte ele alınsa da, uzun bir süredir yaşadıklarımızın, başımıza gelenlerin ve gelebilecek olanların tuhaflığı da su götürmez bir hakikat olarak gündelik hayatımıza dahil olmuş durumdadır. Nietzschevari bir ermişlikle çağrılarda bulunup kimseyi bu mücadeleye çekemeyeceğimiz de bellidir. Bunun için güncel, somut, yaratıcı ve sonuç alıcı pratik ve perspektiflere ihtiyaç duyulduğu bilinmelidir.

Bununla birlikte ve en son olarak Nietzsche’nin “Yalvarırım size, kardeşlerim, yeryüzüne bağlı kalın!” çağrısını dillendirmenin yararına yine de inanmak gerekir.


[1] Nietzsche, Friedrich, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Cem yayınları, çev. A. Turan Oflazoğlu, 1990, s. 20.

[2] A.g.e., s. 24.

[3] Daron Acemoğlu ve James A. Robinson, Ulusların Düşüşü, Doğan, 2012, çev. Faruk Rasim Velioğlu, s. 48.

[4] A.g.e., s. 20.

[5] Slavoj Žižek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, Metis, 2010, çev. Erkan Ünal, s. 56.

[6] A.g.e., s. 116.