Kaybın Türküsü

Vahşetin medeniyete inkılabı

Romalıların en sevdiği şey, sınır komşuları olan vahşi kabileler hakkında yazılanları okumaktı. Tabii onları savaşta yendikten sonra. İngilizler de benzer alışkanlıklara sahiptiler. 1745'te bütün İngiltere dağlı İskoçların saldırısı karşısında korkudan titriyordu. Kimse onları romantik bulmuyordu. Fakat İngiliz ordusu Culloden'de İskoçları ezdikten ve onları şok birlikleri olarak kullanmaya başladıktan sonra İngiliz kamuoyu İskoçlara ilişkin bozulmamış, doğal cesaret masallarına âşık oldu.[1]

Egemenlerin "medenileştirme" hikâyeleri genelde bu kurgu üzerinden ilerler. Hikâye, ötekinin vahşiliği, barbarlığı, çirkinliği, bedenen sıradışı, fikren sapkın olduğu anlatısıyla başlar, aile mefhumundan, adalet duygusundan, acımadan ve ahlâktan yoksunluğu üzerine abartılı sözlerle devam eder. Öteki, korkunç, hain ve sinsidir aynı zamanda. İnsan bile denemez onun için. Bu yüzden öldürülmesi değil ancak yok edilmesi mümkündür. "Medeniyet" böyle inşa edilir nihayetinde. Amerikan yerlileri, Afrikalı siyahiler ve dünyanın tüm ezilmiş/yenilmiş ulusları/toplumları Romalıların hikâyelerindeki vahşi kabilelerle benzer serüveni yaşamışlardır.

Benzer hikâyeleri işitmek için uzaklara gitmeye gerek yok aslında. Naşit Hakkı Uluğ, Dersim ve Derebeyi kitabında Dersim'in "vahşetini" şu sözlerle ifade ediyor:

Aile hayatları bizimkinden bambaşka, bir kardeşin aldığı karıya diğeri pervasızca sahip olmaktan çekinmez; namus anlayışları bize uymaz. Şunun bunun malını çalıp öldürmeyi en tatlı iş sayarlar. Yalnız, kurşunla ölmeyenlerin anaları mezarı başında ağlar, dövünür. Her çocuk ilk terbiyeyi silahla alır. Başkasının malını çalmaktan çekinmemek, adam öldürmek için korkmamak, devleti tanımamak, devlete karşı korken el ele vermek bu terbiyenin baş şartlarıdır. (...) Hırsları kabardı mı kendi aşiretlerinden mi dost aşiretlerden mi demezler. Malına, ırzına, hayatına kasttan çekinmezler ve hatta haz duyarlar.[2]

Uluğ, bu tasviriyle Romalı ve İngiliz çağdaşları kadar başarılı mıydı bilemiyoruz, ancak Dersim'e dair vahşet tasvirinde yalnız değildir. 1925 yılı sonunda Dersim'i incelemekle görevlendirilen mülkiye müfettişi Hamdi Bey, seyahati sonrasında hazırladığı raporda şu ifadelere yer verir:

Dersim Cumhuriyet için bir çıbandır, bu çıban üzerine kati bir ameliyat yapılmalıdır. Son derecede zeki, kurnaz ve hileci olan Dersimli, hükümetin zayıf ve kuvvetli bulunduğuna göre saldırgan veya itaatlidir. Mektep açmakla, yol yapmakla, refahını temin yoluyla medenileştirmelere çalışmak imkansızdır.[3]

Dersim hakkındaki "vahşet" hikâyeleri bu minvalde devam eder. Islah ve medeniyet önerileri de müellifin meşrebine göre çeşitlenir. Bu raporların, hikâyelerin asıl sebebi, Dersim'in bir türlü yurt toprağına katılamayışı, hâlâ "medeniyet dışı" olma vasfını korumasıdır. Celal Bayar'ın 1936 tarihli Şark Raporu’nda yer alan "Doğu illeri bizim rejimimize gelinceye kadar kati bir tarzda hakimiyetimiz altına girmemiştir. (...) Doğu'da bugün için dahi tamamen yerleştiğimiz iddia olunamaz. Dayanacağımız en mühim kuvvet ordumuz ve jandarmamızdır,"[4] sözleri de bunu doğrulamaktadır. Öyleyse Dersim'de kati surette hakimiyetin sağlanması için gereken yapılmalıdır.

Gazetecilik ve yazarlığın yanı sıra milletvekilliği vazifesi de bulunan Uluğ, tasvir ile yetinmez, kendi çapında Dersim'in "medenileşmesi" için önerilerde bulunur: "Doğu'daki toplumsal teşkilat zamanla ve gelişmeyle tasfiye olunamaz. Ona Cumhuriyet'in çelik neşteri ile müdahale etmek lazımdır. Bu teşkilat, inkılabın sert ve kökten metodu ile tahrip ve imha edilmezse tabii vaziyet dönmüştür demek yalancılık olur."[5] Uluğ'un, "Cumhuriyet’in çelik neşteri"nden neyi kastettiği, "tahrip ve imha" önerisinin nasıl icra edileceği birkaç yıl içerisinde anlaşılacaktır. Bu arada hakkını teslim etmek lazım, Uluğ, aslını ve geçmişini, daha doğrusu "vahşiliğini" gönüllü olarak terk edecekler için bir çıkış yolu sunmaktadır. Bunu şöyle izah eder:

Toprağa bir ot gibi bağlı adama "Kürt" derler. "Kürt" toprakla alınıp satılır. Toprağa sahip olanların malıdır. Türk'ün başı yukarıdadır. Esirlik damgasını alnına vurdurmaz. Bir Türk köylünün üzerine çökebilmek için onu önce "Kürtleştirmek" şarttır. Osmanlı Devleti bu olumsuz asimilasyon işinde derebeyine yardım etmiştir. (...) Şeyh ve derebeyi el ele vererek bu insanlara "Kürt" damgasını vurmuşlardır. İstibdat ve meşruiyet idareleri de bu damgayı tasdik etmişlerdir. (...) "Türk” çocuğu, bu alçak asimilasyon çemberinden kurtulmak için -eğer devlet de üzerine binmemişse- bir hakkını muhafazaya çalışmıştır. Türk aslın hazin imtiyazı şudur; köyünü, evini, malını, hatta hayvanını bırakmak, çoluk çocuğunu alıp batı yolunu tutmak. Canını, evlatlarının hayatını kurtararak kendisini batıya atabilene ne mutlu! Fakat bu feodal mıntıkadan çıkıncaya kadar kaç beyin, kaç şeyhin çetesinin elinden kurtulmak lazımdır, onu kimse bilemez...[6]

Hikâye "güzel", çözüm önerileri de yeterince "medeni". Lakin zihinlerdeki medeniyet tasvirinin vücut bulması için "mefkurenin merasimle kuvvetlendirilmesi", merasim ve ritüellerin çoğaltılarak haziruna sunulması yetmez. Vahşetin medeniyete inkılabı ve daimi hakimiyetin tesisi için askerî güçten ve hükümet konağı etrafındaki merasimlerden daha fazlası gereklidir. Celal Bayar, en önemli dayanağın ordu ve jandarma, yani silah olduğunu ifade etmekteyse de hariçten gelenin yalnız silah zoruyla bir yeri elde tuttuğu vaki değildir. Rousseau'nun dediği gibi; güç hak yaratmaz, bu nedenle güçlü olan, gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev haline getirmediği sürece egemenliğini sürdüremez.[7] Dolayısıyla, hakimiyetin sürdürülmesi için idare etmenin hak, boyun eğmenin de ödev olması, bir başka deyişle rızanın elde edilmesi gerekir. Yönetim "hakkını" kazanmak ise sanıldığı gibi yalnızca armağanlarla, lütuf ve atıfetlerle değil, yeni bir bellek yaratılması ve geçmişin ortadan kaldırılması veya inkârıyla mümkündür ancak. Geçmişin, hafızanın, tarihin, kültürün ve hepsinin taşıyıcısı olan dilin, hatta şarkıların ortadan kaldırılması icap eder. Bir başka söylence, bir başka hikâye var oldukça, başka bir hakikat belleklerde korunduğu sürece bir hak yaratmak neredeyse imkânsızdır. Varlığını sürdüren hafıza sizi her defasında tali, arızi ve aynı zamanda haksız yapacaktır. Bir hak/haklılık yaratılmadıkça da bütün geceler uykusuz, her lahza tedirgin geçecektir. Ömür, çalılıkların içine gizlenmiş, kayaların ardına sinmiş, hareketsiz ve suskun, saldırmak için karanlığın inmesini bekleyen gizemli düşmanları beklerken tükenecektir.[8] "Vahşetin, barbarlığın" tehdidi "medeniyete" eşlik edecektir. Coetzee'nin Barbarları Beklerken romanında anlatıldığı gibi:

Buradaki toprakları bizim olarak, imparatorluğumuzun bir parçası olarak düşünüyoruz, ileri karakolumuz, yerleşim yerimiz, pazar meydanımız olarak. Ama bu insanlar, bu barbarlar kesinlikle öyle düşünmüyor. Yüz yıldan fazladır buradayız, çölü yeşillendirdik, su kanalları açtık, ekinler ektik, sağlam evler inşa ettik, kasabamızın etrafına bir sur ördük, ama bizi hala gelip geçici ziyaretçiler olarak görüyorlar. Aralarında, bu vahanın eski halini ebeveynlerinden dinlediğini anımsayan yaşlılar var: göl kıyısındaki gölgeli, kışın bile bol otu olan bir yer. Hala böyle bahsediyorlar, belki hala böyle görüyorlar. Sanki toprak hiç kazılmamış, üst üste hiç tuğla konmamışçasına. Yakın bir zamanda eşyalarımızı at arabalarımıza yükleyip geldiğimiz yere geri döneceğimizden, evlerimizin fare ve kertenkele yuvalarına dönüşeceğinden, hayvanlarının bizim oluşturduğumuz bu verimli tarlalarda otlayacağından eminler.[9]

İşte bu nedenle gerçek bir "medeniyet" güçlü, karakterli, ince düşünceli ve titiz amiller eliyle inşa edilebilecektir. Güç ve inanç, mefkûre ve seremoni yetmez, hakimiyetin inşası sanatkârane bir incelik ve azami gayret gerektirir. Bu coğrafyada böylesi insanları bulmak kolay değil şüphesiz. Ülkenin inşaatçısı bol olsa da, ekseriyeti amele ve müteahhit olduğundan muhayyel "medeniyetin" yaratılması için böyle ince yollara tevessül edilmemiş, ilk andaki "ıslah etme" aşkı kısa sürede terk edilmiştir.

İlmin ve inceliğin bulunmadığı hallerde hakimiyetin tesisi ve rızanın yaratılması çoğu zaman, düşman bir kabilenin tehdidi ile sağlanır. "Vahşi", yine kendisi gibi "vahşi" olan bir diğer ötekinin tehdidi altında medeniyete bağlanır. Bu şekilde medeniyete vasıl olan "vahşi", "medeniyetin" en ateşli savunucusu ve sadık hizmetçisi haline gelir. Çünkü, başka bir "vahşiden" kaçarak sığındığı yerde "medeniyete" itaatin yanında sadakatini de göstermekle mükelleftir. Bu dönüşümden ilham alan egemenler cesaret masalları söylemeye başlamışlarsa da geçmişinin farkında olan "vahşi", en zorlu görevleri üstlenir. Tehlikeli bir görev için "Kimse yok mu?" diye sorulduğunda, sağına soluna bakmadan öne ilk çıkan olur, geçmişini telafi niyetine.

Hikâye bu biçimde sürer. Ta ki "vahşi" tamamen yenilene, bedensel ve kültürel olarak ortadan kaldırılana kadar. Sonrasında cesaret ve kahramanlık hikâyeleriyle anılır. Soylu ve mert olduğu dahi kabul edilir. Bu konuda ürkek davranan "medeniler" "Bir gidip görseniz oraları, tanısanız onları. İnanın çok seversiniz," sözleriyle teşvik edilir. (Aslında, bir iftihar saklıdır burada da; nasıl yola getirdik, nasıl medenileştirdik, gör bak dercesine.) "Medeniler" kendi aralarında onların hâlâ "vahşi" olduklarını fısıldasalar da, bunu alenen kimse söylemez. Hararetli tartışmalar sırasında ya da şecaat arz ederken ağızdan kaçan sözleri saymazsak "vahşilik" geçmişte kalmıştır artık. Ve kötü anılarla dolu geçmiş tamamen geride bırakılmalıdır. Beceriksiz komedyenler zinhar uzak durmalı, ölümler, yangınlar unutulmalıdır. Aksi halde her iki tarafın da hatırlamak istemeyeceği geçmiş yeniden zuhur eder. Bu yüzden geçmiş, kütüphanelerde saklı kitaplarda kalmalı, steril laboratuvarlarda sadece tarihçilere açılmalıdır.

Yavaş yavaş sonuna geliyoruz hikâyenin; "vahşi", tüm kötülükleri ve sapkınlıkları ile egemene, "medeni" olana aittir artık. Hikâye tüm yönleriyle egemen tarafından satın alınmıştır. Telif hakkı onundur. Hakikatin bir sahibi vardır ve geriye kalan ya rivayet ya da söylentidir. "Vahşinin" hakkını, hukukunu korumak da egemenin payına düşmüştür. Geçmişe ait hesaplar tamamen kapatıldıktan sonra borçlu çıkmadıysa tabii. Yaşadığı ağır yenilgi, gördüğü cevr-ü cefa karşısında geçmişinden ve hukukundan feragat eden "vahşi" geçmişten gelen sonsuz bir tehdidin pençesinde yaşamayı sürdürür. Unutanlar için ara sıra ima edilen, hatırlatılan, bir gece ansızın gelebilecek bir tehdidin. Yetmezmiş gibi aynı zamanda egemen tarafından korunmanın mihnetini taşır gün aşırı tepelere. Tepeye vardığında üç kez şükranlarını sunmak zorunda kalmasa ne kadar hafifleyecekti yükü oysa. Şimdilerde sadece bunu düşünür. Birileri şükran seremonisinin kaldırılması için girişimde bulunmuş diye duyar, mutlu olur. Bazen kötü sözler duysa da umursamaz, çünkü lütfu gibi küfrü de mukaddestir[10] egemenin. Ondan gelen dert lütf-u kerem gibi gelir.[11] Bundan böyle başını öne eğip kaderine razı olmalı, içinden kaybın türküsünü okumalıydı. Çünkü hiç kimse özgürlüğü yitirdikleri ânı ve özgür olmayı hatırlamıyordu artık. Egemen tarihi yazmış, üstelik bir söylence[12] dahi bırakmamıştı teselli niyetine.


Not: Yazının başlığı, Kiran Desai'nin The Inheritance of Loss isimli kitabının Türkçesidir.

Görsel: Karagöz gazetesi.


[1] James Hawes, Kısa Almanya Tarihi, çev. Yavuz Alogan, Say Yayınları, 2. baskı, İstanbul, 2019, s. 31.

[2] Naşit Hakkı Uluğ, Derebeyi ve Dersim, Kaynak Yayınları, 3. baskı, Eylül 2011, s. 50 (Kitabın ilk baskısı Hakimiyet-i Milliye Matbaası, 1932).

[3] Naşit Hakkı Uluğ, Tunceli Medeniyete Açılıyor, Kaynak Yayınları, 1. baskı, Mayıs 2007, s. 169 (Kitabın ilk baskısı Cumhuriyet Matbaası, 1939).

[4] Celal Bayar, Şark Raporu, Kaynak Yayınları, 1. baskı, Ekim 2006, s. 63.

[5] Naşit Hakkı Uluğ, Derebeyi ve Dersim, Kaynak Yayınları, 3. baskı, Eylül 2011, s. 10.

[6] Naşit Hakkı Uluğ, a.g.e., s. 19, 20.

[7] J. J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev. Vedat Günyol, Can Yayınları, İstanbul, 1969, s. 17.

[8] Dino Buzzati, Tatar Çölü, İletişim Yayınları, çev. Hülya Tufan, 5. baskı, İstanbul, 2007, s. 92.

[9] J. M. Coetzee, Barbarları Beklerken, Can Yayınları, 4. baskı, Ocak 2015, s. 76.

[10] "... Sana çirkin demedim ben, sana kafir demedim, Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin,..." Faruk Nafiz Çamlıbel, “Firari”.

[11] "Yârdan cevr ü cefâ lûtf u kerem gibi gelür

Gayrıdan mihr ü vefa derd ü elem gibi gelür ..." Baki, “Gazel”.

[12] "... Sevgilim, acemi bir halkın çocuklarıyız seninle biz/ bırak onlar tarih yazsın, bize bir söylence kalır." Faris Kuseyri, “Sakin Bilmeceye Gazel”.