Okuma, Yazma, Haber Alma, Haber Verme Üzerine Gereksiz Bir Yazı

Şöyle bir önyargı çok da bön yargı olmasa gerek, bir romanı ne denli okuyabiliyorsanız, kendi romanınızı da o denli yazabilirsiniz. Demek istediğim okuduğunuz üzerine düşüncelere dalar, ya da kafanızda beliren taslak üzerine çalışırsınız. Malum Türkçede iki türlü roman yazarlığı vardır. Okur olarak, okuduğu romanı yazan yazarlar vardır. Bunların önemli bir bölümü yorgun bıkkın bezgin resmî tarih öğretmeni, deli doktoru ve kaçık emekli pilot vs. olmalıdır. 

(Çokça edebiyat yazdıklarına göre evde çok sıkılıyor olmalılar. Felsefe niye yazmıyorlar, ruh bilimi ya da. Hiç bilmiyorum. Edebiyatın adı bir kez “kolay anlaşılır”a çıkmış. Edebiyatın canı çıksaydı keşke.) 

Diğer bir bölümü de artık roman yazarlığına yükselmek üzeredir diye tahmin ediyorum. Yaza yaza birçok yazarı, akademisyen ve yayıncıyı varlığına inandırmıştır, artık onun yazarlığına da ikrar getirmişizdir nasılsa. Birçok yazarımızın böyle var olduğu hepimizin bildiği sır değil midir? Thomas Mann mı dediniz, bayılırım. Hele Peter Esterhazy of ki ne of, bir daha of. Hasan Ali Toptaş mı, ha onun kitabını yayınevinden verdiler, kuşlar yazına mı gider kışına mı ne öyle bir şeydi, yaz dediler reklamı olsun, kitabı satsın diye böyle dediler, ben de yazdım. Abartacak bir şey yok. Ya da tam tersi, şu abiye gittik. Rakı içtik. Adam bir kuzu ciğer pişiriyor, tatmalara doyamıyorsun. Veganlar, vejetaryenler, hayvanların yaşama hakkı mı? Amaaaan, hâlâ varoşlarda duvarlarda duruyordur, komünistler Moskova’ya yazılamaları, gitsin onlara baksınlar ders alsınlar derler. Anti-komünizm bu anlamda da iyidir. Hem sevmediğin kardeşini evden kovabilirsin, hem bunu normalleştirir, hem de kovduğunun ahlâka aykırı olduğunu söylersin. Eh daha ne olsun. Bi taşta ne çok kuş. Sen yeter ki vurmak iste.

Bu tür diyaloglar sıkça dönüyordur. Duyuyorsunuzdur.  Roman yazıcılarıyla tanıştığınızda irkilirsiniz hani. Banallik kol geziyordur. Bir ara sizi de kandırmışlardır. Ama artık iyileşiyorsunuzdur, geçmiş olsun. Birçok arkadaşım hastaydı sahiden. Tedavi oldular. Şimdi iyiler. Doktorlar edebiyatçılardan daha iyi insanlar. Yemin ederim. Hâkimlerden savcılardan da çok çok iyiler. Sözgelimi Ahmet Altan, Selçuk Kozağaçlı, Osman Kavala ya da Mümtazer Türköne hasta olsalardı. Doktorlarımız şimdiye kadar defalarca iyileştirirdi bu insanları. Ama mahkemelerimiz onları virüsle sınıyorlar. Bu arada katiller, mafyatik kabadayılar sokağa salınıyor, biri çocuğunu öldürüyor, diğerleri Youtube üzerinden birbirine diş biliyor.  

Konuya dönersek, kitap ekleri, internet siteleri bu tip sığ içeriklerle dolu doludur. Yetmedi, proleter yazarlar işten çıkarılıyor şimdilerde bir de. Gel diyorlar, atölye yap, roman olur, öykü olur, şiir olur, anlat bu adamlara bu kadınlara, LGBTİ’lere, al bu arkadaşların paralarını, ye. Afiyet olsun. Esenyurt, Haramidere, ne bileyim ben Çorlu Organize Sanayi Sitesi, Tuzla’da deri atölyeleri buralar ömür yer, sen yazarsın, entelektüelsin, ne işin var toplama kampında. Epey bir yazar da buralardan çıkıyor. Çıksın ama buraları terk etmek ne kadar edebî, mekânın dehşeti parasız yatılıdan da korkunç değil mi? Damsız yatılı yahut yorgansız. 

Ne yani biz işçilerin hep öldüğünü mü okuyacağız?

Geçenlerde hangi yayıneviydi bilmiyorum, İlk Romanını Yazıyorsun adıyla bir kitap bile yayımladı. Tabii okumadım. Kitabın içeriğiyle bir derdim yok. Belki de çok iyidir. Okur, üzerine yazı yazma isteği bile duyabilirim. Neden olmasın. Ama bu tipik yapıtın ismi yine de eksik bana kalırsa. Üç farklı baskısı olsa ne güzel olurdu. İlk Romanını Yazıyor ve Köşeyi Dönüyorsun birinci kitap olabilirdi. İkincisi İlk Romanını Yazıyor ve Hayal Kırıklığına Uğruyor Ama Yılmıyorsun olmalıydı. Üçüncüsü Bir Roman Yazıyorsun ve Bütün Hayatı Değiştiriyorsun olabilirdi. Kim itiraz edebilirdi buna. Biz gerçek hayatta kurtuluş fikrinin yakınından geçemediğimizden olsa gerek, kurmacada kurtulmayı çok severiz nasılsa. Orada da bir beceriksizlik var ama her yetmezliğimizi çok kaşımak da anlamsız geliyor bana. “Bizi” fazla eleştirirsek değersizleşiriz. Buna karşın Antonio Casas Ross’un romanları gözümüzde fazla büyür. Behzat Çaçan’a dudak büker gider La Casa De Papel’i izleriz. Ayıp olur. Ama biz yerli ve milli kurtarıcılarımızı o kadar çok severiz ki başka kurtarıcılara dair kitapların okunmasından nefret ederiz. Haliyle uzağa bakmamalıyız. Dönüp aynaya baktığımız da mizahımızın çocukluk çağımızda dövündüğünü görürüz. Yine hayal kırıklığı, hiç gerek yok.

Diyelim aramızdan kırk yılda bir bir Hoca çıktı. Cumhuriyet'le de öyle fazla büyülenmemişiz. Devrimlerimiz, Mustafa Kemal Paşalarımız, Hasan Ali Yücellerimiz, aydınlanma hamlemiz falan da diyemiyoruz, aklımıza şark vilayetlerinde akıttığımız kan geliyor, bizi kan tutuyor, bunlarla övünemiyoruz. Ama yine de her şeye rağmen iyi Hocalarımız oluyor. Zeynep Sayın gibi iyi bir kaza geliyor başımıza. Ne yapıyoruz herkesin malumu, onu ülkemizin en iyi üniversitelerinden biri diye nam yapmış bir kurumdan ihbarlarımız sonucu işten attırıyoruz. Suçu ne, Lacan makan yetmezmiş gibi bir de bize İncil okutmaya çalışıyor. İşe bak sen. Hayatımız roman ya, hakikaten roman ya, bir kitabı okuyan, bir atölyeye giden, hatta üç beş iyi twit atan kişi uzatmaz yazar olur kültürümüzde. Çünkü Vestel’den Manisa’ya yol uzun, hikâye çok, zaten ne yazsak o roman. Çünkü biz Türk’üz doğamız gereği türkü söyleriz. Ama karşı koymayız. Hoca mı aman canım okuldan atmışlar, içimizden biri iftira atmış. Çalıştığı kurum belgesiz dayanaksız Hocamızı işinden etmiş. Ne olacak ki? Bizim zaten ona ihtiyacımız yoktu zaten. Her şeyi bilmiyor muyduk biz, biliyorduk yemin ederim. 

Bazen biraz biraz Latife Tekin’i okuyunca içim açılıyor. Kökler filizleniyor dediğim oluyor. Okuyorum ara sıra. Tuna Nehri’nin oralarda oturuyorum, hava güzelse sabahtan akşama kadar bakınıyorum onun Türklerine Kürtlerine. Malum Kayserili. Tuna’nın oralarda da çok Kayseriliye denk geliyorum. Biraz konuştuğumuzda, adamları kadınları konuşturduğunda Tekin’in romanını görüyorsun. Hayır her şeye, Kayserililerin bütün hayatına hakim değil ama bu insanlar Latife Tekin’in romanlarında varlar. Latife Tekin onların hayatında var. Bundan haberdar değillermiş, ne yazarın ne de romanın iklimini oluşturan adamların böyle bi derdi vardır sanırım. Görünmemek kadar iyileştirici ne var bu dünyada. Acıkanlar marangozun ürettiği masanın üzerinde yemek yiyorlar. Ustanın sırtında değil. 

İşte böyle taa ki Avusturya’nın sağından solundan biri gelene, bizim ülkemizde yaşıyor, para kazanıyorsun ama Türkleri okuyorsun diyene kadar okuyorum kitabımı. Bir tanesi çok canımı sıktı bu geçenlerde. İşi yok, gücü yok gibi Allahın günü benimle uğraşıyordu. Kendi okudukları da kitap olsa bari. Kaç yaşına gelmiş daha da utanmadan sıkılmadan Anna Karanina okuyordu. Kitabı adım gibi biliyorum. Bi okudum bi daha unutamadıysam günah benim mi? İşsizim, canım sıkılıyor. Bu parasızlıkta Avusturya’nın parası yaban ellere gitmesin diye aldım  adama Tekin’in Dear Shameless Death ve Der Honigberg kitaplarını hediye ettim. Neticede lisan İngilizce Almanca, kitapları aldığım dükkânın çantası Made in Austria, daha neye itiraz etsin adam. Yerim güzeldi seviyordum ama herif tam kılçık, her Allahın günü boğazıma batıyor, başımdan atmalıydım.

Çok hoşuma gitti bizim bu meczubun halleri, birkaç gün sonra geldi. Kitapları öyle güzel okumuştu ki, notlar çıkarmıştı. Sorular soruyordu. Ayrıntılara o kadar hakimdi ki, tekrar edeyim çok çok sevindim. Latife Tekin’in dostum olmamasına da sevindim. Evine gitmememize, bize döner kebap yapmamasına da, adamın Türkiye’yi hiç bilmediği halde romanı bu kadar iyi okumasına, bilmesine de, vallahi her şeye çok sevindim. Ne adam ne de yazar arkadaşımdı ama biri yazabiliyor, diğerine anlatabiliyordu. Svetlana Aleksiyeviç’in bana devrimi karşı devrimi, dehşeti ve komikliği verebilmesi gibiydi her şey. Metin vardı ama yazar yoktu ortalıkta. Bu anlamda ona gerek de yoktu.[1]

Diyeceğim tırnak içinde kalsın ama bizim bu “edebiyatımız” okurunu sıkıyor, yoruyor, geriyor, boğuyor. Hatta ağzını bozuyor. Yoksa sahiplenmek de kof. Niye bizim edebiyatımızmış da başkalarının değilmiş. Uzun zaman önce Irgat Siman’ı okurken de bunu düşünüyordum. Bugünlerde Aharon Appelfeld’i, Ruhun Kuytusunda romanını okurken de aynı şeyi düşündüm. Irgat Siman Bursa’nın, Çanakkale ve Balıkesir’in de öyküsü değil mi? Evet Hıristiyan Siman Müslüman Ağanın mallarına el koyamıyordu. Deliriyordu. Alkol dışında bir çözüm yoktu onun için. Ama mübadele ile gelenlerin bazılarında Siman Sendromu aramak çok mu yersiz olur. Hıristiyan mallarına el koyan, Hıristiyan ev sahiplerini ya mezara ya da gurbete yollayan ahali bu süreklilik içinde okunamaz mı? Yani biz hep başarısız Siman’ı mı okuyacağız, bu adamın hep çocukları ölecek, karısı onu bırakıp gidecek öyle mi, şart mı bu. Hani Nurdan Gürbilek’in yeni kitabı vesilesiyle sağda solda her yerde yineleniyor ya bugünlerde eski bir sözü, “biri çıkar ve o yere düşen oku alır” gibisinden bir söz. Evet iyilikte de alır, kötülükte de alır, almaz mı yoksa?

Ya Appelfeld’in öyküsü, onu nasıl okuyacağız. Of aman felaket, kan kıyamet, ülkemizde bu halde yorulduk vallahi mi diyeceğiz? Yoksa kitabı eleştirmeye değil ama tanıtmaya, onu kuşatırcasına iddialı cümlelerle girip Appelfeld’in bir gazeteye verdiği röportaj dışında hiç malzeme kullanmadan, kitabın konularına fragmanlarına hiç inmeden bu çok iddialı olduğumuz bahsi kapatacak mıyız? Appelfeld geçen yıllarda öldü. Ölmese de Türkçe bilmiyordu. Bu denli kaba okunmasına diyecek sözü olmazdı ama bu yazıyı yazanın neden kendine bir çift sözü yok. Özeleştiri dedikleri türden hani. Sonra kalkıp atölye düzenlemek tuhaf değil mi? O atölyeden yazarlar çıkarmak, öykücüler romancılar çıkarmaya çalışmak. Böylesi bir durumda neden kimse sen okumayı bilmiyorsun ki yazmayı nasıl öğreteceksin demiyor, diyemiyor. Çok mu kaba bir yaklaşım bu, bundan dolayı mı önemsemiyoruz. 

Ama Metis’in sayfasına bir bakın lütfen. Appelfeld ne yazmış, romanı üzerine üç yazı yazılmış, üçünde de yazarlarımız neler yazmış. Açık çok büyük. 

(Bir de çevirisi çok çok iyi. Ona bile dikkat etmemişler.)

Yazının kendi başına okul olduğunu sıkça düşünüyorum. Orhan Koçak iyi bir yazı yazmışsa o gün dersimi almış sayabiliyorum kendimi. Üzerine yazdığı yazar, örneğin Pınar Öğünç’ün edebiyatı bu yazıyı karşılayamıyor olabilir. Bunu çok fazla sorun etmiyorum. Dilersen iyi yazıyı ortalama yazı üzerinden üretilmiş iyi bir üst kurmaca örneği olarak oku, kime ne, değil mi? Eleştirmen düşünsel yakınlık bulmuştur gazetecide, ama bu yakınlık onu köreltmemiştir, metnini yükseltmiştir. Saçma gelebilir ama bir başkasının sevinci iskambilde aradığı kâğıdı bulmakken okurun sevinci neden iyi bir yazı okumak olmasın ki? 

Ama bu yazının bir türevini bir başkası yazdığında dönüp bakıyorum. Ne diyor, bu yazıyı yazan kimse, dediğinde samimi mi, ciddi mi, hadi ya sanırım bizimle eğleniyor, diyorsun. Homurtum uzuyor. Güzel Ölümün Öyküsü’nü soldan çok kimse okudu, yazdı örneğin. Bazıları kitabı o yazar iyi anlamadı, ben daha iyi anladım bile diyebildi. Ama bunu derken her iki metni de birilerinin okuduğunu unutup bunu söyleyince olmuyor işte. Aslında oluyor oluyor da, ola ola birazcık ayıp oluyor.

Dedim ya, dememiş miydim yoksa, diyeyim o zaman, örneğin Leonid Andreyev’in Yedi Asılmışların Hikâyesini’ni okuduğumda yazı yazmayı da öğreniyorum. Kim öğrenemez ki zaten, roman eleştiriyle açılır. Bakan Bey öldürülecektir. Roman kaygıyla devam eder, Bakan Bey korkar. Roman kişileri saçmalar, Bakan Bey rahatlar gibi olur, durumu irrasyonel bulur. Ölmüştür zaten. Organları dökülmüştür. Damarlarının su topladığını düşünür. Ölür ölür dirilir, kalbi, tansiyonu, şekeri, nesi yoktur ki Bakan Bey’in. Bakan Bey ölmüştür. Bakan Bey ölecektir. Bakan Bey öfkelenir. Saat 13:00’te tedhişçiler evimi basacakmış. Beni öldürecekmiş. Hadi oradan geri zekâlılar, der Bakan Bey. 

Bu satırlarda Çarlık Rusya’sı ölmüştür. Çarlık Rusya’sı can çekişiyordur. Evet Ekim Devrimi’ni yapacak olanlar o Rusya’yı Çarın ailesiyle birlikte gömeceklerdir. Ama Rusya durmayacak tüm şiddetiyle dirilecektir. Devlet/li olmanın bir anlamda gerçekliği kaybetmekle mümkün olduğunu anlatır, ne güzel öyküdür bu böyle. Çarlığı, artan zulmünü eleştirmek, protesto etmek maksadıyla yazılmıştır ama metin de Bakan Bey gibi kendi içinde ölmüş ölmüş dirilmiştir. 

İşte bu tip eleştiriye ihtiyacımızın olduğunu düşünüyorum. Dinamik, açık sözlü. Başka türlü arkadaşlar dostlar birbirini övüyor, birbirini alışverişte görüyor. Yazılanların pek bir tadı olmuyor. Yoksa ben de okuyorum Pınar Öğünç’ün yazılarını. Çok etkili parçalar da var, çıkarıyor. Seviniyorum. Ama aynı Gazete Duvar’da Ülkü Doğanay’ın yazılarını da okuyorum. O da son haftalarda gündelik hayatımızdan tutun politika yapma biçimimizin sürekliliğinden değişimine bir dünya şey anlatıyor. Hem iyi yaptığı bir şey daha var, yazılarında hemen yarın devrim yapmıyor. Yapamıyor. Hani görünen köy kılavuz istemez derler. Bir devrimci durumun var olması da böyle bir şey değil midir, vardır o, yok sayamazsınız. 

Evet bu yazıların yazılması çok önemli. Ben de okuyorum, önemsiyorum. Şimdi bizim hayatımızda çok fazla insan var. Katillerini hapsedemediğimiz için başımız eğik. Daha dün Şimuni Diril’in cansız bedeni bulundu. Vücut bütünlüğüne zarar verilmişti. Günlerdir kız kardeşi Gülistan Doku’yu arıyor, bizlerden de yardım bekliyor. 

Sık sık böylesi bir dile, böylesi bir ölüme maruz kaldığımız halde nasıl olup da hayatta kaldığımızı ben de düşünüyorum. Bizi ayakta tutan her şeye rağmen dayanışma duygusu değil mi? Evet çok insan kaybediyoruz ama kazancımız da var. Kazım Kızıl’ı kazanıyoruz, Burcu Karakaş’ı kazanıyoruz. Kardeşlerimiz yoldaşlarımız oluyor bu insanlar bizim. Neden? Normal zamanlarda olsa onları soğukkanlılıkla izleriz. İşlerini yapıyorlar deriz. En fazla işlerini iyi yapıyorlar deriz ama zaman normal bi zaman değil ki. Yoksa Burcu Karakaş Milliyet’te çalışırken de iyi gazeteciydi. Pınar Öğünç’ün Radikal’de yaptığı gazetecilik bugünkünden aşağı değildi.

Geçenlerde Burcu Karakaş’ın bir haberini gördümdü. Neredeyse bütün Türkiye'yi dolaşmış İranlı bir mülteci ailenin haberini yapmış. Anne MS hastası, ikinci çoğuna hamile, oğlan şok içinde bakıyor fotoğrafta. Bu fotoğrafı kim çekmişse, çocuğun öyküsünü görmüş de öyle çekmiş dedim içimden. Çocuk susmuyor da, bakışları donmamış da seninle konuşuyor. Ama bi beklentisi de yok çocuğun. Tüketmiş, nasılsa benim için bir şey yapmayacaksın der gibi bakıyor. Yapamayınca içim delindi. Baba sıradan bir adam, o da dert yanıyor. Başka bir iş bilmiyor yakınıyor diyorsun. Bu aileyi niye yollara salmış, Alan Kurdi'yi de mi anımsamıyor, diyorsun. Adamı suçluyor da suçluyorsun. Oysa geldiği yer İran. Eğer sapıklık derecesinde Amerikan karşıtı değilsen, karnını doyurmak için göç etmek zorunda kalan İranlıları CIA ajanı falan sanmıyorsan durum fena, çok inciniyorsun. Çocuğa bakarken hırpalandın bir kez. Tedavülden kalkmış para gibi hissettin kendini. İşe yaramaz. Evde eşin dostun, arkadaşın da yok, kime sataşacak kiminle kavga edeceksin. Ben de adama sardım. Ama son kurşunu da o attı, her yere gidiyoruz ama hiçbir yere varamıyoruz, diyor adam haberde. 

İnsanız etkileniyoruz. Ben bu haberi okuduktan sonra evde duramadım. Kendim de göçmen olduğum halde bütün o göç yollarını, kanı gözyaşını unutmuştum neredeyse. Bu adam, bu çocuk, bu kadın, bu gazeteci kadın, o fotoğrafı çeken kişi bunu bana bir kez daha anımsattı. Sokaklara çıktım, protestolara katıldım, bazı dayanışma ağlarına para topladım, bir şeyler yaptım. İyiydi, güzeldi. Hepsi bir oldular etkilediler beni. Günler geçti ama hiçbirinin kulağımdaki sesi hiçbir yere gitmedi. Benimleler hep.

Buraya kadar her şey hoş, hepimiz iyiyiz güzeliz, daha da iyi olacağız, hiç şüphem yok bundan. Kesinlikle. Ama bunlar, bu haberler, bizim sarsılmalarımız, daha iyi bir dünya istemelerimiz edebiyat değil. Edebiyat Aleksiyeviç’in yaptığı ama. Haberlere baktığımız incelikle metinlere de bakabilmeyi umuyorum. Onun için lafı bu kadar uzattım. Gazetecilerimizi, Hocalarımızı selamlamak için, edebiyatçılarımıza da sormak için, niye olmuyor, neden bunca şeyi dönüştüremiyoruz?


[1] Aleksiyeviç’in Türkçe okuduğum ilk iki kitabında yazarımız metne daha az dahildi diye biliyorum. Çernobil’den Sesler, (çev. Aslı Candaş, 1997, Aytaşı Yayıncılık) ve Nazi İşgalinde Sovyet Kadınları (çev. Serpil Güvenç ve Hilal Ünlü, 2002, Evrensel Basın Yayın) ismiyle basılan kitaplardan bahsediyorum. Yeni baskılarında yazar konu kapsamında kısa kısa notlar düşüyor ama bunun da kitapların bütünlüğüne bir zarar verdiğini söyleyemem.