“AK Partisi’nin Bundan Başka Bir Şey Olması Mümkün müydü?”
Nuray Mert ile Söyleşi (I)

Bir süredir Toplum ve Bilim dergisinde Oryantalizm ve İslâmcılık bahsiyle ilgili esaslı tartışmaları kaleme alan Nuray Mert ile İslâmcılık üzerine sohbet etmek için buluştuk, ancak onun yerine güncel meseleler üzerine söyleştik. Uzun bir dönem ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşan Nuray Mert, hükümetin medya ambargosuyla karşılaşan ilk isimlerden biri. 28 Şubat sürecindeki hak ihlallerine ve anti-demokratik keyfiliğe karşı tavır alan isimlerden biri olan Nuray Mert, AKP hükümetleri döneminde de üstü çizilmiş kişiler arasında yer aldı. Türkiye’de İslâmcılık meselesini, demokratikleşme ve devlet sorunu olarak tartışan isimlerden biri olan Nuray Mert ile sivil istibdat, iktidar, muhalefet ve sosyal değişimin niteliğine ilişkin birçok konuyu ele aldık.

***

2009 yılının Kasım ayında Radikal'de bir köşe yazısı yazdınız. Başlığı “Sivil İstibdat” idi. Yazıyı yazdığınız dönem Adalet ve Kalkınma Partisi'nin bir istibdat rejimi tesis edeceğine ilişkin, bugünden geriye bakıldığında bazı emareler olsa da, pek güçlü karineler yoktu. Siz öyle bir dönemde böyle yazıyı neden yazma ihtiyacı hissettiniz?

Şimdi biliyorsunuz o dönemde, ki bu da az önemli bir sorun değil, askerî vesayet ile savaşma, mücadele etme, tasfiye etme, çok önemli bir demokratik mücadele olarak algılanıyordu. Öyle değildi denilemez, kuşkusuz öyle. Fakat benim AK Partisi'nden ziyade asıl ihtiyatlı durduğum konu, askerî vesayetin, tek otoriter siyaset meselesi sorunu olmadığı ve Türkiye'deki tek otoriter geleneğin, otoriter siyaset geçmişinin tamamıyla darbelerden oluşmadığını vurgulamaktı. Aslında Türkiye'de otoriter siyaset dediğimiz zaman birkaç geleneğin olduğunu ve bir sürü faktörün üst üste gelmesinin sonucunda Türkiye'de demokratikleşmenin önünün sürekli kesildiğini ya da bizlerin hep özlediği demokrasi, ileri demokrasi özlemimizin böyle bir kesintiye uğramasının tek nedeninin askerî vesayet ve kurtuluşa ulaşmanın aracının da askerî vesayetin tasfiyesi olduğunu düşünmememdi. Yoksa “askerî vesayet ile mücadele edilmesin” manasında değil, ama o kadar yoğunlaşmıştılar ki o dönemde, sanki Türkiye'nin demokratikleşmesinin, daha demokratik olmasının bir tek engeli var, o da askerî vesayet, ve onunla mücadele edildiğinde bu iş bitecek gibi. Bu, benim siyaset okumalarıma, tarih okumalarıma göre doğru değildi. Doğru bir teşhis değildi. İhtiyatlı olmak gerekiyordu, bu birincisi.

İkincisi, bu mücadeleyi veren aktörün AK Partisi iktidarı olması meselesi. Ben AK Partisi'nin 2002'de iktidara gelmesini demokratik açıdan önemli bir dönüm noktası olarak görenlerdendim. Hâlâ da öyle düşünüyorum ve gerçekten de mevcut statükonun dönüşmesinde, daha demokratik bir gelecek tasarlamamızda bir imkân olduğunu düşünüyorum. Ancak hemen ardından, daha 2009 yılına da gelmeden önce, demokratik mücadelenin, yine birine vekaleten verilecek ve işte “tamam onlar demokrat, mademki statükodan memnun değiller” gibi bir akıl yürütme… “Onlar statükoyu yıkacaklardır ve sonu demokrasi olacaktır” gibi bir anlayışa sahip değildim. Çok benzer bir şeyi Avrupa Birliği tartışmalarında da yaptım ve çok yadırgandım. 90’lı yıllarda da “Avrupa Birliğine üye olacağız ve Türkiye'nin demokrasi meselesi çözülecek” atmosferi vardı ve bu AB görüşüne katılmadığım için o zamanlar bana neredeyse ulusalcı falan muamelesi yapılıyordu.

Halbuki aynı nedenle bu görüşlere katılmıyordum. Demokrasi mücadelesi, birilerine, bir şeylere havale edilemez, yani bir toplumun demokratikleşmesi çok karmaşık, meşakkatli ve içeride, yani toplumun birçok açıdan, daha doğrusu birçok alanlar içerisinde, kendisinin de büyük ölçüde dönüşmesini içerir. Yani aydınlar oturacak, bir demokrasi manifestosu yayımlayacak, bir demokratik anayasa yazılacak falan değil. Kimsenin elinden güzel bir metin çıkmıyor da o yüzden kötü anayasalarla idare ediliyor değiliz. Anayasalar politik ortamın ürünü olan metinler. Dolayısıyla ben bu tür çabalara hiçbir zaman inanmadım zaten. Yani AB'yle ilgili tartışmalarda da, aşağı yukarı bu yaklaşımımdan dolayı, AB üyeliğini zaten pek mümkün görmüyordum, o ayrı ama onun ötesinde, bir toplumun iç dinamikleri yetmediğinde, “hadi dışarıdakiler gelsin, beni değiştirsin”, bunlar benim aklıma yatan, doğru akıl yürütmeler değil.

Şimdi aynı şekilde, bu atmosfer değişti, bir benzeri AK Partisi'ne yüklendi ve “AB gelecek, dertler bitecek”, “AK Partisi demokratik bir dinamiği temsil edecek”. Evet, bir alan açıyor ama o açılan alanda, yani mevcut statükoyu dönüştürmenizde, tam vekalet verirseniz, bir güç -o güç her neyse- birine, bir aktöre tam vekalet verilerek olacak şeyler değil, demokratikleşme gibi şeyler ve bir toplumun bu istikamette dönüşmesi… O yüzden hangi aktör olursa olsun, ister AB olsun, ister AK Partisi olsun, böyle bir havale sistemiyle demokratikleşmeyeceğimiz kanaatine sahiptim.

İkincisi, o an, yani sivil istibdat endişesi duyduğumu yazdığımdaki aktör, AK Partisi. AK Partisi, İslâmcı bir geçmişten geliyor. Kendine o zaman “orta sağ”, “muhafazakâr demokrat” falan diyordu. Olabilir. Ben zaten İslâmcılıkla Türkiye'deki merkez sağın, sağ milliyetçiliğinin zaman zaman ayrışan ama büyük ölçüde örtüşen bir siyasi yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Yani topluma bakışlarının, insanı tarif edişlerinin çok benzer olduğunu düşünüyorum. Aslında liberaller ve demokratlar ve sol liberaller tarafından Kemalist gelenek bir otoriter siyaset geleneği oluşturuyor ve onun tezahürlerini daha çok eleştiri konusu ediliyordu. Aslında akademik olarak ilgi alanım sağ siyasetler, yani İslâmcılık, merkez sağ gibi çalışmalar yaptım, yani kafamı kurcalayan bir şey olduğu için yaptım bunu, tesadüfen onları seçmedim. Çünkü ben Türkiye'de otoriterliğin, yani Kemalizm'in etkisinin sönümlendiğini ve onun yerine aslında 1950'lerden başlayarak sağ otoriter geleneğin içinde milliyetçilik, İslâmcılık ve buna benzer otoriter özlemlerin, özgürlüklere karşı dönemine göre değişen dirençlerin olduğu bir gelenekle devam ettiğini düşünüyorum. Örneğin Soğuk Savaş döneminde komünizme karşı…

“Kemalizm’in otoriterliğini kabul edelim ama bunun karşısındaki güçler de demokrat değildi” denebilir mi? Örneğin “Demokrat Parti ve hareketi aslında bir demokrasi hareketi değildi. O da içinde otoriter eğilimler barındırıyordu” denebilir mi?

Hayır, icraat olarak da öyle, sadece barındırmak, dört dörtlük demokrat olmaktan da bahsetmiyoruz. Biz ikinci bir tek parti dönemi yaşamışız, Demokrat Parti ile 1950’den sonra. Yani sadece sağcılar demokrat olamaz, Kemalistler olamaz meselesi değil. Tecrübelerimiz var, tarihî tecrübe bize gösteriyor ki, bizdeki sağ gelenek, bizim tecrübemiz, yani sağ gelenek pek çok ülkede de benzer izlekler üzerinden ilerliyor. Fakat biz kendi tecrübemizden bahsediyoruz. 1950'ler, demokrasinin yeşerdiği bir dönem değil. Tam tersine, sonu çok vahim, bütün bunu gölgeleyecek derecede vahim bir askerî darbeyle bitmiş olabilir, ama sonunun böyle gelmiş olması ve onun Türk siyasi hayatını ne kadar çürütücü bir etkisi olduğunu bilmemizi, bu gerçeği görmezden gelmemizi gerektirmiyor. O gerçek de 1950'li yılların hiç de demokratik bir açılım falan sunmamasıdır. Ondan sonraki 1960'lı, 70'li yıllarda da -ki tam Soğuk Savaş yılları-, o dönemde de anarşizm, komünizm düşmanlığı adı altında bütün sağ milliyetçisi, merkez sağ… bunları unutmayalım, kör ölür badem gözlü olur misali merkez sağ ortadan kalkınca badem gözlü oldu. Oysa bizim merkez sağ geleneğimiz öyle “muhafazakâr demokrat”, “ılımlı, liberal” falan değildir. Yani ekonomik liberalizmin gene milliyetçilikle ve İslâmi sembollerle bulanmış halidir. Nitekim Milliyetçi Cephe (MC) hükümetleri buydu, bunun somut ittifakıydı.

Milliyetçi Cephe hükümetleri sadece parlamenter bir çözümsüzlüğün sonucu değildi. Yani İslâmcı parti, milliyetçi parti ve de merkez sağ partisi, birinci ve ikinci MC’deki bu maya daha sonra, darbeden sonra, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, Türk-İslâm sentezi dediğimiz aynı şemsiyenin altında kolaylıkla toparlanabilen, bazen de ayrı ayrı tabelalar altında ama koalisyon da yapabilen ve darbeden sonra Kemalist görüşün yerini alan bu yeni bir resmî görüş, Atatürkçülüğü de bunlara ekleyip, yeni resmî ideolojiyi oluşturdu.

O ideolojiye bakıyorsunuz, işte anayasası ortada. O ideolojinin temsilcilerine bakıyorsunuz, örneğin demokrasi kahramanı dediğiniz Özal'ın nasıl bir demokrasi düşmanı olduğu ortada. Bizde sağ gelenek ciddi ve görünür, deneylenmiş bir otoriter geleneğin devamı. Bunu sadece İslâmcılığa bağlamıyorum. AK Partisi zaten kendisini Menderes'in devamı olarak görüyor, Özal'ın devamı olarak görüyor ve merkez sağın daha liberal aktörleri, hâlâ televizyonlarda tartışıyorlar, “merkez sağ bu değil, İslâmcılığa savruldu”. Hayır efendim… Ayasofya ve benzeri semboller etrafında İslâmcılığın ideolojik ve sembolik yönü zaman zaman ağır basabilir, fakat bunlar zannedildiği gibi değil. Aslında bu yüzden İslâmcılık, laiklik falan çalıştıktan sonra merkez sağı çalışma ihtiyacı duydum 90'larda, tam da bu nedenle. Yani bizde merkez sağ liberalizmi ağır basan bir sağ değil, oradaki liberalizm, sadece ekonomik anlamda liberalizmdir, siyasal anlamda liberalizm söz konusu değildir.

Bunda tabii Kürt meselesinin de etkisi var, yani bu konuda maalesef geniş bir mutabakat var Türkiye'de. O mutabakat bütün bu geleneği, en az Kemalizm kadar, hatta bana sorarsanız daha da fazla otoriter yapıyor. Dolayısıyla bu arka plan üzerinden düşünmek gerek, yani demokrasi mücadelesi tek bir aktörle sürdürülemez, katılımın gerektiği ve sürekli denetlenmesi, gözlemlenmesi, yani sorgulanması gereken bir süreçtir, demokratikleşme dediğimiz. Bunlar olmadan, ki o aktör zaten dediğim gibi geçmişi buralardan gelen bir aktör ve onun ötesinde anti-militarist falan da değil. Yani bizde 27 Mayıs'ı askerler yaptı diye sağda anti-militarist bir gelenek oluşmuş falan değil ki! Bunu bu ülkede yaşayan herkes biliyor. Yani özel olarak merkez sağ üzerine, İslâmcılık üzerine akademik bir ihtisasınızın olmasına bile gerek yok ama daha fazla ilgilenirseniz, daha fazla gözünüze batıyor.

Biz NTV'de program yaparken orada da defalarca söyledim. Sadece bizim için değil, mesela Arap Baharı'nda Mursi hareketi, Müslüman Kardeşler falan… Türkiye'de arkadaşlar alınmasın ama Mısır hakkında, başkentinin Kahire olduğu dışında hiçbir şey bilmeyen insanlar, “Mısır'a özgü devrim pratiği” diye bir şeylerden bahsediyorlardı. Ben hatırlıyorum, bir televizyon programında Müslüman Kardeşler'in 2006'daki -ki en demokratik zamanları, sol ile Kefaya bir ittifak yapmışlardı- Mısır'da yayımladıkları broşürü gösterdim, “askerlik dersleri ilkokulda olsun” yazıyor, ki İsrail'e karşı iyi savaşalım. Şimdi bu tür dinamiklere sivillik vehmetmek, bir liberal alışkanlık. Yani Batılı yazarlar, siyasetçiler tarafından da “happy idea” (mutlu fikir) derler buna, yani olmasını istediğin gibi düşünmek. Yine televizyon programlarında, “vay sen istemiyor musun askerî vesayetin son bulmasını” denildiğinde, şunu dediğimi hatırlıyorum “Başı secde gören bir genelkurmay başkanıdır bu siyasi çevrenin görmek istediği”, yoksa daha az militer bir toplum değil, tam tersine! Bakın işte, Mehter Marşları falan… Yani küçük bir açılışta bile bunların kullanıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Yani hangi hayale kapılıyoruz, bilmiyorum. O yüzden, bütün bunların birleşimi olarak yazdım, o yazıyı.

Buna benzer bir şeyler yazmıştım ama ismi “sivil istibdat” olunca göze battı. Bir de tabii onda şu etki de var. Sanıyorum o zaman Cumhurbaşkanlığı rejiminin ilk izleri, cumhurbaşkanını halkın seçmesi meselesi oldu. Başkanlık sistemi özlemleri, otoriter özlemlerdir Türkiye'de. Yani daha önce de telaffuz edilmiş ve de muhalefet “şimdi sen halk seçsin istemiyor musun kardeşim!” sorusuna cevap veremediği ve bunun karşısında ezildiği için orada gösterilmesi gereken tepkiyi göstermedi. Oysa halkın cumhurbaşkanını seçmesi demek bunun gereğini hakkıyla yapmayı gerektirir. Hiç makbul modeller değildir başkanlık sistemi modelleri. Hemen hemen hepsi otoriter siyasetin bir aracıdırlar hep, bu bilinen bir şeydir zaten. Amerika istisnadır diye söylenir ve hatta Fransa yarı başkanlık sistemi için bile “yeterince demokratik değil” eleştirisi kendi içlerinde de vardır. Şimdi bu “halk seçsin” ile başlayan, atılan adımın da hayırhah bir şey olmadığını düşünüyordum ama o zamanlar bunları söylemek “demokrasi istemiyorsun sen kardeşim” falan gibi düşünülüyordu. Yani benim çerçevem buydu, o yüzden yazdım.

Evet, ben de hatırlıyorum, vesayet kelimesi üniformalı bir şeyi işaret ediyordu. Eğer “Armani takım elbise” giyiyorsa ne kadar absürt ve totaliter bir perspektife sahip olursa olsun demokrasinin içindedir gibi bir genel kabul vardı.

Evet, böyle bir cümle kullanmıştım, “vesayet veya otoriterlik üniformayla değil, aynı zamanda Armani takım elbiseyle de gelir”. Bu benim lafım da değildi. Hani Cem Yılmaz'ın Anadolu Rock için söylediği, “bana inanmıyorsanız Dadaloğlu'na inanın” şakası var ya, onun gibiydi biraz. Bizde yabancı referanslar hep daha makbul bulunur. O yüzden ben de onu bir İngiliz İşçi Partisi'nden kadın milletvekilinin, kendi partisine, yani Blair dönemindeki tek adamcılığa karşı yazdığı bir yazıdan gönderme yaptım. Çok hoşuma gitti bu benzetme ve bizim de durumumuzun neredeyse tam olarak böyle bir hal alabileceğini yazdım; ama “alabileceği” diyorum bakın. Yani “ben gördüm kardeşim, böyle olacaktı” demiyorum, tarihte hiçbir şey öyle değildir, yani olmayabilir. Anlatabiliyor muyum? Yani bana bunları düşündüren az önce anlattıklarımdı ama süreçler bambaşka gelişebilirdi ve illa böyle olmak zorunda değildi, haklı çıkmak durumunda olmayabilirdim. Keşke de olmasaydım tabii… 

O dönem Andrew Arato gelmişti ve Adalet ve Kalkınma Partisi'ne dönük iyimser görüşlere sahipti. Hatta “devrim yapmadan devrim yapıyor” gibi bir cümlesi vardı.

Evet, çok iyi hatırladım. Şimdi o zamanlar bu “müzakereli devrim” dediğimiz şey, “negotiated change”, gibi “silent revolution” gibi tabirler, yani böyle bir kavramlar dolaşıma girmişti. 

Atlamayalım, Tuğal'ın Pasif Devrim kitabı…

Evet, Pasif Devrim, Cihan'ın kitabında da bahsettiği gibi, hani devrimler bitti artık, bundan sonra klasik anlamda devrim göremeyeceğiz, bu doğru. Fakat klasik anlamda görmeyeceğiz, işte dolaylı veya müzakereli dönüşümler gerçekleşecek. Ancak bunlar hep olumlu anlam, bu kavramlar hep olumlu anlam yüklenerek kullanıldı. Yani evet, klasik manada devrim olmaz ama rejim değişir, canımıza da okunur, diye okunmadı hatırlarsanız. Sanki böyle müzakereli olunca bu rejim değişiklikleri hep iyi sonuç verecek şeyler olarak okunuyordu benim hatırladığım kadarıyla. Arato da, onun bir toplantısına katılmıştım ben, Arato'nun o kadar iyimser olduğunu hatırlamıyorum. Daha doğrusu veya bizim belki demokrat, liberal arkadaşlar o kadar iyimserdi ki Arato kötümser kaldı belki, bilemiyorum. Fakat çok net bir şey hatırlıyorum. Toplantıya katılanlardan bazıları, isim vermeyeyim şimdi, “Yeni bir demokratik anayasa yazmak lazım,” dedi. Biliyorsunuz, Arato da aslında benim çok beğendiğim bir siyaset teorisyeni ama Irak Anayasası’nın, işgal altındaki Irak Anayasası’nın yazılmasına katkıda bulunmuş, onun üzerine bir kitabı var. Zaten o dönem, o yüzden çağrıldı, anayasa, demokratik bir anayasa yazılacak güya. Oradaki arkadaşlardan bir iki tanesi “Tamamıyla değiştirmek lazım, ilk üç madde dahil,” demişlerdi ve Arato da demişti ki “Ben burada böyle bir ortam görmüyorum, yani ilk üç maddeyi de değiştirmeyi kapsayacak derecede geniş bir yeni anayasa yazma. Eğer böyle bir şeye kalkışacaksanız lütfen haber verin, ben burada olmak istemiyorum, çünkü birbirinizi yiyeceksiniz,” dedi. Bunu çok net hatırlıyorum. Notunu da almışımdır o toplantının. Yani iyimserlik o kadar doruk noktasındaydı ki… Yani AK Partisi destekleyecek, AK Partisi iktidarında her şey çok güzel olacak ve de öyle bir anayasa yazacağız ki, o ilk maddeler filan, işte dili Türkçe, Türkçe kısmını tartışıyoruz zaten ama sanki öyle bir konsensüs oluşmuş, işler çok iyiye gidiyor, Türkiye'nin fay hatları, gerilimleri falan hallolmuş, AK Partisi zaten böyle bir hayır cemiyeti gibi, iktidara gelme amacı sadece ülkeye demokrasi armağan etmek gibi bir hava vardı.

Evet, o dönemde böyle bir şey vardı ve birçok konuda, birçok olumsuzluk olmasına rağmen konuşulabilen siyasal alan kurulmuştu. Yani herkes, siyasetçilerinden akademisyenlere, sıradan kişilerden gazetecilere herkes, o güne kadar tabu olduğu düşünülen konularla ilgili konuşmaya başlamıştı. Biraz da bu diyaloğun bir bereketi vardı.

Valla diyaloğun aslında bereketi olmalıydı. Zaten ilk başta ümitli, umutlu olmayı besleyen şey bu fikirdi. Yani mademki, dediğiniz gibi, yeni bir siyasal aktör ve zaten onun da arası statükoyla iyi değil, böyle bir diyalog alanı açılıyor, ki oldu ve her şey çok konuşuluyor falan, daha önce tabu olan şeyler konuşuluyor ve bunu bizzat iktidar da destekliyor. Bu çok bereketli bir yere gidebilirdi bence de. Ama bazı rezervleriniz olursa, iktidar ile ilişkinize bazı rezervler koyarsanız, dediğim gibi, böyle halk onu seçecek, hayda hurra… veya işte AK Partisi yüzde yüz demokrat arkadaş. Yani ne yapıyor? Ne yapıyorsa iyi yapıyordur!.. Şimdi bakın, hayatta askerci olabilecek en son insanım herhalde; fakat Ergenekon davası… tam bir rezalet yani. Sahtekârlığın haddi hesabı yok. Bunu görüyorsunuz. Yani sevmediğiniz bir kuruma yapılıyor diye, ama bunlar prensip meselesi. “Aman canım onlar yapıyorsa, aman zaten bir şekilde kurtulalım da nasıl olursa olsun” derseniz, işler kötüye gidiyor. Bu manada “rezerv” diyorum. Yani böyle tuzlukla koşmanın bir âlemi yoktu o dönemde. Bazı şeyleri prensibe bağlamanız lazım. Yani demokratikleşme mi, iyi bir hukuk devleti mi, bu isterse düşmanınıza karşı olsun, sizin yüzde yüz anlaşamadığınız insana karşı olsun, prensiplerde ısrarcı olmak lazım, eğer bir demokrasi mücadelesi veriyorsanız.

Ha sizin, üç beş aydının gücü nedir, yani o yüzden mi bu duruma geldik? Hayır muhtemelen ama yine de bu tür işlerin meşrulaşmasında bir rol oynadı. Yani ben onu hatırlatmak istiyorum, yoksa bu hale gelmemizin sebebi o dönemdeki “işte böyle düşünenlerdir” manasında değil. Siz o tartışmayı hatırlattığınız için bunları söylüyorum. İyi bir hukuk devletinde o tür şeylere, düzmece davalar kime yapılırsa yapılsın karşı çıkarsanız, desteklemezseniz, omuz vermezseniz yarın öbür gün de bu işler alıp bu noktaya gelmez ve size karşı böyle kullanılmaz. Ha, hiç kimse sizi o dönemde de dinlemedi, en azından moral üstünlüğünüz olur bakın. Yani en azından demokratların, sol liberallerin, bizlerin, işte “sivil anayasa yazılsın” diyen herkesin, hiç olmazsa bir moral üstünlüğümüz olurdu. Öyle değil mi? “Hep çabaladık ama olmadı” derdik ama siz dün yapılan düzmece davaya “olsun canım, asker gitsin de” falan demişseniz, ondan sonra karşınıza çıkan aktör “e dün buna ‘evet’ diyordun” der. Toplum nezdinde, sokaktaki herkes bundan haberdar değil ama, moral üstünlük önemlidir bana sorarsanız, demokrasi mücadelelerinde. Yani her zaman mümkün mertebe prensipli bir yerde durmaya çalışmak, mümkün mertebe, yani yüzde yüz haklı olamazsınız ama bu bizde bayağı bir tavsadı. Ciddi bir savrulma oldu bu konuda. Ondan sonra da, biliyorsunuz işte, AK Partisi “bunu Fethullahçılar yaptı” diye onlara fatura etti.

O dönemde bu işlerin içine girenler de “Biz FETÖ'den çok haberdar değildik” falan dediler. “Biz demokrasi adına yaptık” dediler ama bakın şimdi… tabii çok da bedel ödemiş bazı arkadaşlarımız bu işlerin içinde, bu tür kırıcı konuşmak istemiyorum ama kardeşim bir gazeteye bavullarla neden birtakım belgeler gelir, bir gazetede üç polis birden niye yazar ya! Bunu kötü niyetli, işbirlikçi manasında asla söylemiyorum, iktidarın buradaki arkadaşları suçladığı gibi. Ama biraz da sorgulayıcı, prensipli davranmak lazım. Yani sonu çok kötü geldi, iyi de gelemezdi. Bir kere prensiplerden taviz vermeye başlarsanız, yani dediğim gibi, bir sürü arkadaş, biliyorum yani, hayatta ne Fethullah ile yolu kesişecek, ne de başka bir şey. Bir sürü özgürlükçü arkadaşımız o gazetede yazı yazdı ama insan bir kere de “ya bu polislerin burada ne işi var” demez mi? Benim ilk aklıma gelen bu oldu. Hiçbirimiz dört dörtlük anlaştığımız yerlerde yazı yazmıyoruz ama böyle birdenbire ciddi bir dava, ciddi bir mevzu var, düzmece olaylar var, bavullarla gelen belgeler falan; yani insan iki dakika düşünür, anlatabiliyor muyum? O yüzden, o süreçlerden demokrasi mücadelesinin, tartışmasının ve Türkiye'deki demokratların çok yaralanmış olarak çıktığını düşünüyorum.

Gülen Hareketi'nin varlığı, bugünkü rejimin de meşrulaşmasını sağladı. Yani şimdi geriye dönüp baktığımda Cemaat ile hükümet arasındaki ilişkinin kurulma biçimi ve daha sonra bunun çözülme biçimi, aslında adım adım bugünkü mevcut rejimin de inşa edilmesini sağlayan bir malzemeye dönüştü.

Evet, ben kesinlikle böyle düşünüyorum. Fakat Gülen Hareketi, işte diyorum ya geçmişimize ara ara bakmak lazım ama her şeyi de böyle geçmişten başlatmamak lazım sıkıcı bir şekilde. Gülen Hareketi’nin, diğer pek çok sağ hareket gibi, komünizmle mücadele ve Soğuk Savaş döneminde başladığını, 12 Eylül darbesinin meşrulaştırıcısı olduğunu, Nur Hareketi'nin Türkleştirilmesi, yani Türkçü-milliyetçi bir Nurculuğun, Türkçü ve milliyetçi yanının ağır basmasında oynadığı rolü, daha sonra bütün iktidarlarla bu çerçeve içerisinde, ki kendisi işte böyle bir “altın nesil” yetişecek de devleti ele geçirecek filan, kendisiyle çok tutarlı bir şekilde tüm hükümetlerle, yani devletle barışık, devletin içinde, onu içinden dönüştürme gayretinde bir hareket olduğunu biliyoruz.

AK Partisi'ne de baştan uzak duruyordu. Fakat onlar başarınca, iktidarı sağlamlaşınca kendi felsefesine uygun olarak onunla işbirliği yaptı. Evet, AK Partisi'ne, meşrulaşmasına diyemeyeceğim ama ona güç kattığı kesin ve de mevcut statükonun çözülmesinde, örneğin yargı ve asker… Buralar temiz yerler diye demiyorum bakın, buralarda da diğer otoriter geleneğin izi vardı. Yani laikliğin bekçisi olmak ya da devletin bekçisi olarak siyasete burnunu sokan bir ordu anlayışı. Siyaseti tuzağa düşüren, yani siyasetin yapamadığı şeyleri yapmaya yeltenen bir yargı, bunu unutmayalım. Bugünlere sadece AK Partisi izleğinden bakmayalım, birde nelere maruz kaldıklarıyla bakalım. Şimdi yargı da 2008 gibi bir tarihte, açık ara oy farkıyla altı sene iktidar olmuş bu partiyi kapatmaya çalıştı. Yani bu bunlar hep etkileşim işi, yani otoriterleşme. Yargı darbesi dediğimiz, şimdilerde artık her şeye bahane edilir hale geldi ama o zaman gerçekti. 2008'deki kapatma davası büyük bir utanç vesilesidir bir ülke için. Seçimle gelen her şeyi yapabilir manasında söylemiyorum bunu ama 2008'e kadarki icraatlarını düşünün AK Partisi'nin; “şeriatın odağı olarak” kapatmak, iki seçimde çoğunluğun oyunu almış bir partiye dava açmak, yargı darbesi teşebbüsüydü. Dolayısıyla böyle bir yargı, böyle bir askerî kurumsallaşma, siyasete, sivil siyasete her an burnunu sokanlara karşı mücadelesinde, AK Partisi'ne çok büyük bir destek sağladı. Şunun için demiyorum, “a bu çok güzel, ne yapsın AK Partisi de böyle yargı, darbe tehditleriyle karşılaşınca, böyle bir yapıya yaslandı, bu çok meşrudur” manasında söylemiyorum ama işin gerçeğini biraz konuşmak lazım. Yani bir otoriter siyaset bu noktaya, geldiğimiz noktaya bir tek aktör nedeniyle zaten gelemez, ben ona inanmıyorum. “Bu sağ gelenek otoriter, bunların zaten akıllarının bir ucunda İslâmcılık var, o da zaten otoriter bir ideolojidir” falan… Evet ama bu çok sığ bir düşünce olur. Yani sadece “bunlar iktidara geldi, o yüzden bu hale geldik” değil. Birçok etkileşimle bu noktaya geldik. O ittifaklar da bu etkileşimler içerisinde kuruldu.