Salgın Döneminde Neden Vedat Milor İzleriz?

Vedat Milor’u izlemenin muhakkak pek çok sebebi vardır. Bunlardan birkaç tanesi hemen kendini gösteriyor: Birçok akademisyenin yakından bildiği ödüllü doktora teziyle kanıtladığı akademik yönü, uzun yıllar popülerliğini korumuş bir televizyon programını mümkün kılan yemek ve şarap eleştirmenliği ya da Gastromondial adlı alternatif bir gastronomi platformunun kurucu editörlüğü… Yurtdışında yaşayan biri olarak benim Milor’u izleme sebebim ise bunlardan daha farklı: Türkiye özlemimin ağır bastığı zamanlarda Tadı Damağımda televizyon programının arşiv kayıtlarını izleyerek hem memleketi yeniden anımsamak hem de bir dahaki ziyaretimde gidilecek yerleri planlamak.

Seyahat planlarının tuzla buz olduğu bu küresel salgında “neden Vedat Milor izleriz?” sorusunu sormama neden olan şey Milor’u yakından takip eden bazı arkadaşlarımla yaptığım sohbetler sırasında sorduğum başka bir soruya aldığım yanıtlar karşısında hayrete düşmemdi. Soru şuydu: ”Vedat Milor etkisi ile keşfedip hayatınıza eklediğiniz bir şarap türü veya Milor etkisiyle değişen bir damak alışkanlığınız var mı?” Açıkçası, bu soruya aldığım yanıtları müstesnalıktan kurtarmak için oldukça küçük ölçekli bir “anket” yaptığımı itiraf edebilirim. Verilen yanıtları kısaca özetleyecek olursam: Vedat Milor’un gastronomiyle ilişkili tavsiyelerinin çok azının hatırlandığı ve hatırlananın önemli bir kısmının ise “henüz” uygulanmadığı. İşte okuduğunuz yazının temel motivasyonu da bu gözlemi anlamaya çalışmak: Bizler Vedat Milor’un tavsiyelerini uygulamıyorsak, Milor’u neden izliyoruz?

Vedat Milor’un pandemi süresince sosyal medyadaki varlığı bu metnin sorunsalını daha sağlam bir zemine oturtuyor. Milor’un salgın süresince üç tür yayın üretmiş olduğunu genel olarak söyleyebiliriz. İlkinde Milor’u pandemiyle ortaya çıkan gastronomik modaya uygun olarak birtakım konuklarla küresel salgının gastronomi üzerindeki olası etkilerini tartışırken izledik. Bu programlarda pandemi sonrası dünyada bizleri nasıl bir gastronomik tablonun beklediği, restoranların akıbeti ve yerel üreticilerin varlığını koruması üzerine akıl yürütülen bir seri mesele tartışıldı. Diğer taraftan ise, ekşi mayalı ekmek gibi pandeminin parlayan yıldızlarına ilişkin öğretici içeriklere yer verildiğini izledik. Gastronomi ile doğrudan ilişkili bu iki yayın türü “Vedat Milor’u neden izleriz?” sorusuna doğrudan ve makul yanıtlar barındırıyor. Doğrusu bu iki yayın türüne bakarak Vedat Milor’un yaptığı “ciddi” işler sayesinde izlendiği cevabına kısa yoldan ulaşıp konuyu kapatmak da mümkün, fakat Milor’un haftalık icra ettiği soru-cevap temalı sohbetler aradığımız yanıtın kendini kolay teslim etmeyeceğini gösteriyor.

Haftalık yayınlanan soru-cevap programı izleyicilerden gelen sorulara göre şekilleniyor. Yemek ve şaraba ilişkin soruları Milor gibi gastronomi alanlarında söz sahibi olan birine -üstelik de ücretsiz bir şekilde- danışma fırsatı sunan Youtube programlarında Milor’a sorulan sorular pek de beklenmeyen yerlerden geliyor: Örneğin, neşeli kalmayı nasıl başarıyorsunuz? Çocuğumuzu ne zaman özel okula gönderelim? Size göre evrensel ahlâk var mıdır, varsa temeli neye dayanır? Stresle nasıl baş ediyorsunuz? Sizi akademide en çok motive eden şey neydi? Derken bunların peşi sıra sorulan bir sürü benzer soru, bizleri Vedat Milor’u neden izleriz sorusundan bambaşka bir soruya sürüklüyor: Vedat Milor kim?

Tüm bu soruların pandemiyle nasıl bir ilişkisi olabilir? Şimdi tipik bir psikanalitik ilgiyle Vedat Milor’a gösterilen bu denli bir teveccühü açıklamaya çalışalım. Milor’un uzmanlık alanının dışına düşen ilgiyi çekmesi, pandeminin ulusal ve uluslararası ölçeklerde ortaya döktüğü sembolik otorite eksikliğiyle alakalı olabilir mi? Vedat Milor pandemide güvenilirlik bakımından sınıfta kalan sembolik otoritelerden tatmin ol(a)mayan ve bu sembolik otoriteler tarafından yüzüstü bırakılmış öznenin yöneldiği yerdir. Vedat Milor’un pozisyonunu bir analojiyle anlatmaya çalışırsak, Milor uzmansız, altyapısız ve teçhizatsız bir hastaneye muhtelif sağlık sorunlarıyla gidip kendini muhatapsız bulan hastanın -sembolik otorite tarafından teskin edilemeyen bireyin- karşısına çıkan ve üstündeki önlüğün uyandırdığı uzman izleniminden dolayı şikâyetlerin yönlendirildiği bir eczacıdır.

Milor’un izleyicilerden gelen sorulara verdiği cevaplara baktığımızda ise yukarıdaki psikanalitik spekülasyonun etkili bir yanıttan ziyade geçici bir teselliye benzediğini görüyoruz. Bunu yakından görmek için Milor’un yukarıda alıntıladığım soruların bazılarına verdiği cevaplara bakalım. Örneğin, “Stresle nasıl başa çıkıyorsunuz?” sorusuna Milor’un verdiği cevap uzman görüşü dışında her şeyi çağrıştırıyor: “Başa çıkamıyorum.”  Heyecanı sorulan sorudan belli olan bir izleyicinin “Otlu peynir dünya çapında bir peynir midir?” sorusuna Milor’un -soranı muhtemelen hayal kırıklığına uğrattığı- cevabı: “Hayır.”  Evrensel ahlâk var mıdır sorusuna cevabı ise herhangi bir kısa yolu reddederek, dinleyicileri bir felsefi külliyata yönlendirmek. Sadece insanların Vedat Milor’dan öğrenmek istediklerine değil, aynı zamanda Milor’un bu sorulara verdiği yanıtlara baktığımızda ise yepyeni bir soruyla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz: İnsanlar Vedat Milor’dan ne istiyor?

Buna yanıt ararken içeriği baz alan açıklamalar -Vedat Milor’un salgın döneminde ürettiği videoların, gerçekleştirdiği canlı yayınların ve yazdığı yazıların maddi içerikleri- şu âna kadar sorduğumuz soruların neden sorulduğuna ilişkin tatminkâr yanıtlar üretmekten uzak. Çünkü Milor ve takipçilerinin resmetmeye çalıştığım ilişkisi içeriğe dayanan bir alışverişten ziyade, durmaksızın açılıp kapanan bir makası andırıyor. Kafası karışık müşterinin -sembolik otoriteyi yitirmiş bireyin- nasıl bir kıyafet istediğini bilmeden terzi makasının insafına kalması gibi Vedat Milor kendi uzmanlığının kapsamı dışına düşen sorulardan nazikçe kaçınıyor. Bu durumda akla şu sorular geliyor: Milor ile izleyicisinin arasında gerçekleşen nasıl bir alışveriştir? Dahası, Milor izleyicilerinin ısrarlı bir merakla gastronomi dışı konularda almak istediği cevapları ver(e)miyorsa, onlara ne veriyor?

Çocuk terapistleri, diş hekimleri ve araba tamircileri gibi uzmanlık gerektiren meslekler Vedat Milor’la kurduğumuz tuhaf ilişkiyi anlamada avantajlı bir pozisyona sahip. Çocuk terapistlerinin yaptığı iş, tıpkı araba tamircileri ve diş hekimlerinin de sık sık karşılaştığı gibi, kriz-bazlıdır. Nasıl ki arabası yolda kalan kişi tamirci aciliyetiyle ya da diş ağrısı çeken biri diş doktoruna sorgusuz-sualsiz teslimiyetle hareket ederse, kriz halinde olan ebeveynler de çocuk terapistlerinden acilen randevu talep eder. Acil randevu talebi çoğunlukla ebeveynleri korkutan iki durumdan biriyle ilişkilidir. Bu ya istenmeyen bir davranışının varlığından (arkadaşlarıyla kavga etmesi, bağımlılık) ya da beklenen bir davranışın yokluğundan (yürüme, tuvalet alışkanlığı, uyuma, yeme) kaynaklanır. Tüm bunlar, krizin görünen yüzünü teşkil eder. Fakat terapinin başarılı olabilmesi, randevu talebiyle kendini belli eden, krizin görünen yönüne sessizce eşlik eden ve çoğunlukla fark edilemeyen sembolik krizin fark edilmesiyle mümkündür.

Krizin ilk boyutu sezgisel ve belirgindir: Karşımızda ya krizde olan ya da krizde olduğu düşünülen bir çocuk ve bu durumdan etkilenmiş ebeveynler vardır. Her ne kadar fark edilmesi zaman alsa da, kriz yalnızca çocuğun deneyimlediği bir durum değil, aynı zamanda ebeveynin yaşadığı esaslı bir bilgi krizidir. Bu krizi yakından görmek için çocuğunun yeme güçlüğü çektiğini fark eden bir anne-baba tasavvur edelim. Yeme güçlüğünü fark eden anne-baba bu sorunu öncelikle sezgisel bir iyi niyetle çözmeye çalışır: ikna. Çocuklar ikna olsalar ve yemek isteseler dahi, çocuklarının hâlâ yeme güçlüğü çektiğini gören ebeveynler iknanın işe yaramadığı gerçeğine toslarlar. Ancak sezgisel davranış kalıbı devam etmekte ve bir sonraki aşamaya geçmektedir: ısrar. Israr metodunu çoğunlukla ebeveynlerin kendilerini daha güçsüz ve çaresiz hissettiren internet araştırması ya da bekleyerek sorunun kendiliğinden ortadan kalkacağını ummak gibi bir seri durum izler: Bir noktada illaki yemek yemek zorunda kalacaktır! İsteyerek ya da istemeyerek terapist ile iletişime geçen ebeveynler, kendilerini terapi odasında bulduklarında çoğu zaman kendilerinin de fark etmediği bir uzmanlık krizini yaşamaktadırlar. Kendilerini terapi odasında bulan anne-babalar, deyim yerindeyse, çocuğuna ilişkin repertuarı iflas etmiş kişilerdir.

Bu sessiz ve görünmeyen bilgi krizini ebeveynlerin yaşadıkları krizi açıklarken sık sık kullandığı birtakım söz öbeklerinde görebiliriz: “Nasıl böyle oldu hiç anlamadık”, “Her istediğini yapıyoruz aslında”, “Bunu biz öğretmedik”, “Bunu nereden öğrendi bilemiyoruz”. Ebeveynlerin kendilerini haksız bir krizin kurbanı olarak hissettiren bu bilgi krizi (işler neden bu hale geldi?) ebeveynleri hızlıca bir meşruiyet krizine sürükler (ben iyi bir ebeveyn miyim?). Terapinin başarısı ebeveynlerin bu epistemolojik krizini anlamaktan geçer. Bu bilgi krizinden dolayıdır ki terapistin uzmanlığı kriz halindeki ebeveynlerle çalışmayı içerik bazlı olmaktan öte (birtakım uzman bilgisini çocuğa uygulamak üzere vermek), bu bilgi krizinin meşruiyet krizine dönüşmesini engellemektir. Terapistin en önemli işlevi çoğu zaman, uzmanlığını, yeterliliğini ve kontrolünü bir anda yitirdiğini hisseden anne-babanın kendilerini yeniden çocuklarının uzmanı olarak hissetmesini sağlamaktır.

Bu nedenle terapist ile kriz halindeki ebeveyn arasındaki alışveriş maddi içeriğin (örneğin ebeveynlere ne yapmaları gerektiğini söylemek) yanı sıra sembolik bir alışveriştir.  Terapistin sembolik otoritesi yaşanan bilgi krizi nedeniyle çocuğuyla ne yapacağını bilemeyen ebeveynlerin “nihayet çocukların neler yaşadığını bilen biri”nin devreye girmesiyle iç dengesi bozulmuş anne babanın yiten dengesinin tekrar kurulmasını sağlar. Bu yüzdendir ki, dengeyi bozan sessiz kriz yatıştıktan sonra uzman tavsiyesine rağmen birçok ebeveyn terapiye devam etmeyi ya tümden bırakır ya da bir süre ertelerler. Bu sadece terapistlerin değil, aynı zamanda onkoloji uzmanlarının yakından bildiği bir durumdur: Korkutucu ve denge bozucu belirtilerle onkoloji servisine götürülen hastalara konulan teşhisle ortaya çıkan bilgi krizi (Bu teşhis ne demek? Ne yapmalı? Bundan sonra beni nasıl bir hayat bekliyor?) yatıştıktan sonra birçok kanser hastası onkoloji uzmanlarının hazırladığı tedavi planlarını yarım bırakır.

Salgına dönecek olursak, televizyon programlarında, uzman görüşlerinde, köşe yazılarında hafife alınan, hızlıca anılıp geçilen bireyin yaşadığı krizde görülmeyen işte bu sessiz buhrandır. Salgın başlar başlamaz kendilerini -o da varsa tabii ki- evlerinde tıkılı kalmış hisseden insanlar içlerine döndüler. Bu süreç bir sürü insan için uzun zamandır bekletilen kitapları okumak, uzun zamandır istenen filmleri izlemek, uzun zamandır ihmal edilen aileyle zaman geçirmek gibi envaiçeşit projenin ele alınması için kolların sıvandığı bir fırsat olarak algılandı. Bunu yaparken de karşılarında alanlarında saygın ve onlara yardım etmeye hevesli uzmanları buldular. Bu işbirliğiyle yarım kalmış planlarına girişen birçok insan, zamanının bol olmasına rağmen, başlangıçtaki motivasyonunu hızla yitirdiğini fark etti. Bu durum çoğunlukla isteksizlik, iradesizlik, bireyselleşememe, yalnız kalma kapasitesine sahip olamama gibi bireysel eksikliklerle açıklandı. Bu açıklamaların hesaba katılmayan şey ise insanların uzmanlarla yaptığı sembolik alışveriş. Herkesin okuması gereken on kitabı okumak için paçaları sıvayıp da henüz ilkini dahi bitirmeden hevesi tükenen kişinin görülmeyen başarısı “ne okunması gerektiğini bilen” biriyle kurduğu ilişkide yeniden kazandığı iç dengedir.

Salgın döneminde bireylerin kendilerini bir arada tutmak için yapmaya çalıştıklarına bakıldığında salgına verilen bireysel tepkilerin de aslında siyasal ve bilimsel reaksiyonlara benzediği görülecektir. Pandemi krizi, birçok uzmanın bir süredir ifade ettiği gibi, aynı zamanda bir bilgi krizidir. Sayısız uzman olmasına karşın virüsün etkisiz hale getirilmesinden salgının kontrol edilmesine kadar, birçok başlıkta kesin ve işe yarar bilgiden yoksun bir krizle mücadele pratiğine şahit oluyoruz. Küresel mücadele başından beri bu bilgi krizinin gölgesinde devam ediyor.

Vedat Milor’la kurduğumuz ilişki işte bu büyük krizin göbeğinde olan fakat bu krizin hayatına kısa veya uzun dönemde nasıl bir etki yaratacağını öngöremeyen bireyin, kaybettiği öngörüyü -her ne kadar ilk bakışta görünür olmasa dahi- tekrar kazandığı yerlerden biridir. Milor’un tutarlı bir şekilde sağladığı sembolik otoritesi, güvenebileceği modellemeden ve bilimsel çalışmaların desteklediği konsensüse dayanan bir tıbbi tavsiyeden yoksun bireyin yaşadığı krizi sakinleştirdiği adrestir. Psikanalitik bir perspektiften denilebilir ki Milor’un sembolik işlevi bu küresel salgında pasifize olmuş öznenin kendini aktif bir bireye dönüştürdüğü ilişkidir. Bu yüzden, Milor hem gastronomi konusundaki maddi otoritesi hem de gastronomi-dışı sorular biçiminde açığa çıkan varoluşsal krizimizi yönelttiğimiz adreslerden biridir. Bu yüzden psikanalitik açıdan ”Salgın döneminde neden Vedat Milor izleriz?” sorusuna geri dönecek olursak, Milor’un uzmanlığı evlerimizde sosyal medyada gururla sergileyeceğimiz ekşi mayalı ekmekler üretmemize yetmese bile, bu dönemde hissettiğimiz ve varlığıyla hepimiz boğan ”Ne yapmalıyım?”, ”Pandemi sonrasında beni neler bekliyor?”, ”Her şey yolunda olacak mı?” ve ”İyi olacak mıyız?” sorularıyla mesafelenmemizi sağlaması acısından eşsiz bir sembolik değer taşıyor.