Heykeller Yıkılırken: Kamusal Hafıza Peyzajını Dönüştürmek

ABD

George Floyd’un Minneapolis’te polis tarafından boynuna basılmak suretiyle nefessiz bırakılarak öldürülmesi ABD’deki kamusal hafıza gerilimlerini yeniden alevlendirdi. Kuşkusuz, ırkçılık karşıtı protestolarda ifadesini bulan adalet arayışı, Amerikalı siyahların günümüzde maruz kaldığı haksızlıkları görünür kılmayı amaçlıyor öncelikle. Fakat mesele yalnızca bundan ibaret değil, aynı zamanda tarihsel adaletsizliklerin bugünde nasıl hatırlandığı ve kamusal hafızaya nasıl aktarıldığıyla da yakından ilgili. Bu nedenle pek çok protesto, Amerikan İç Savaşı sırasında (ve sonrasında) ırksal eşitliğe karşı çıkan Konfederasyon liderlerinin heykellerini hedef alıyor. Konfederasyon ordularının önde gelen komutanlarından Robert Edward Lee’nin (1807-1870) Richmond kent merkezinde yer alan heykeli bunlardan biriydi. Lee’nin heykelini grafitilerle donatan göstericiler, hem inkârcı Konfederasyon nostaljisini hem de kökleri yüzyıllara yayılan yapısal ırkçılığı görmezden gelen yerleşik tarih anlatısını alaşağı etmeyi amaçlıyor.[1] Dolayısıyla geçmişin muhtelif yönleriyle bir ihtilaf konusu haline geldiğine, kamusal hafızanın bir mücadele alanına dönüştüğüne tanık oluyoruz yeniden. Göstericilere parmak sallayarak onları kültür abidelerine zarar vermekle veya Batı medeniyetini yerle bir etmekle itham edenlere bir kez daha anımsatalım: Geçmişin bugünde tekrar tekrar yorumlanması ve tartışmaya açılması demokratik siyasetin başlıca nişanesidir.[2] Asıl tehlike, bu kamusal sorgulamanın şu veya bu nedenle sürekli ertelenmesi, hiç yapılmaması veya engellenmesi olsa gerek.

Pek çok kişiyi şaşırtacaktır belki: Amerikan İç Savaşı’nın hemen ertesinde, heybetli heykeli bugün kamusal tartışmalara konu olan Lee’nin bizzat kendisi, Konfederasyon liderlerinin hatırasını canlı tutmak amacıyla anıtlar dikilmesine itiraz ediyordu. Fakat bambaşka bir kaygısı vardı Lee’nin: Konfederasyon girişimini anımsatacak abidelerin yaraların iyileşmesini engelleyeceği, cumhuriyetin hafıza peyzajındaki yarıkları iyice belirginleştireceği, birliğin geleceğine gölge düşüreceği kanısındaydı. Amerika, ancak karanlık sayfaları unutarak yoluna devam edebilir, yaralarını sarabilir ve iyileşebilirdi. Amerikalı siyaset teorisyeni Sheldon Wolin, bu kolektif amnezinin, daha doğrusu siyahların maruz kaldığı haksızlıkların kamusal hafızada bastırılmasının, Amerikan Cumhuriyeti’nin bir nevi yazılı olmayan yasası gibi iki yüzyıla yakın bir süre geçerliliğini koruduğunu söylüyordu.[3] Lee’nin heykelinin kaldırılmasını talep eden göstericilerin, tarihsel adaletsizliklerin süregiden etkisine dikkat çekmek suretiyle bu yazılı olmayan yasanın aşınmasına katkıda bulunduklarını söylemek pekâlâ mümkün. Göstericileri çabucak, vandallıkla suçlayanlara öncelikle bunu hatırlatmak gerekiyor belki de.

Geçmişe bugünün gözleriyle bakılmaması gerektiğini, sanki yepyeni bir buluşmuş gibi, dillerine dolayanlar da var. Herkesçe bilinen ve aklı başında kimsenin reddetmeyeceği bu argümanı, ABD’deki yaygın ırk ayrımcılığını ve yerleşik hafıza rejimini eleştiren muhalif sesleri küçümsemek veya karikatürleştirmek için kullanmak niye? Kaldı ki göstericilerin tartışmaya açtığı pek çok meselenin 19. yüzyıldan bu yana eleştiri konusu olduğunun en güçlü kanonik ifadelerinden biri, Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik başlıklı metni değil mi? Türkiye’den aşina olduğumuz bir örnek verirsek belki faydası olur: 1940’ların tarihsel koşullarında icat edilen soykırım kavramının geriye dönük olarak (mesela 1915’e) uygulanamayacağını öne süren inkârcı tutumda da rastlamıyor muyuz bu aklıevvelliğe?         

Britanya

Ne hafıza gerilimleri, ne de yerleşik hafıza anlatısının geçmişle yüzleşme konusundaki isteksizliği yalnızca ABD’ye özgü bir mesele. Benzer güçlükler Britanya’da da karşımıza çıkıyor. Bristol’daki heykeli göstericiler tarafından alaşağı edilerek kent limanının sularına bırakılan Edward Colston (1636-1721), on binlerce Afrikalının köleleştirilmesinden ve binlercesinin ölümünden sorumluydu. Transatlantik köle ticaretinin önde gelen aktörlerinden biriydi Colston. Bristol yerelinde ise hayırseverliğiyle nam salmış saygın bir tüccardı; muhafazakâr kanadın temsilcisi olarak milletvekilliği de yapmıştı. Uzun yıllar boyunca yerel kamusal hafızada işte bu hayırsever yurttaş rolüyle hatırlandı.[4] Bristol’daki sokak ve cadde isimlerinde, kentin önde gelen mimari eserlerinde onun adına rastlamamızın nedeni bu. Aslına bakılırsa Colston’un heykelinin kent için bir utanç kaynağı olduğu ve kaldırılması gerektiği epey bir süredir dillendiriliyordu. Ne var ki transatlantik köle ticaretiyle tarihsel bağları olan çıkar gruplarının güçlü ağlarına takılıp kalıyordu bu tür kamusal eleştiriler.[5] Colston’un heykelinin devrilmesinin hemen ardından, göstericileri haydutluk yapmakla suçlayan Başbakan Boris Johnson, demokratik rejimlerde kararların şiddete başvurarak değil, tartışma yoluyla alındığını hatırlattı kamuoyuna. Sanki Colston’a ithaf edilen anıtlar çoktan tartışmalı hale gelmemiş, heykelinin kaldırılması yönündeki girişimler sonuçsuz kalmamış gibi.

Karanlık geçmişiyle hafıza tartışmalarına konu olan meşhur bir tarihsel figür daha var Britanya’da: Afrika’nın talan edildiği çağın başlıca simalarından biri olan Cecil Rhodes (1853-1902). “Yayılma her şeydir” şiarıyla, diye vurguluyordu Arendt, emperyalizmin itici ilkesini keşfetmişti Rhodes. “Şu yıldızları … asla ulaşamayacağımız o muazzam dünyalar”ı gördüğünde, umutsuzluğa düşerdi: “Elimde olsa hepsini ilhak ederdim.”[6] Gasp edilen toprakları sömürerek palazlanan Britanya Güney Afrika Şirketi’nin kurucusu olan bir elmas tacirinden, barbarların Britanya İmparatorluğu’nca yönetilmesi gerektiğine yürekten inanan ve Cape Kolonisi’ne başbakanlık yapan ırkçı bir emperyalistten söz ediyoruz. Arendt’in açıkça gösterdiği gibi, Rhodes’un Güney Afrika’da yaptıklarının ahlâki ve hukuki meşruiyetten yoksun olduğu yaşadığı dönemde de dile getirilmişti. Nitekim Oxford Üniversitesi 1899’da kendisine medeni hukuk alanında fahri doktora vermeye kalktığında pek çok akademisyenin buna karşı çıktığını, fakat tüm itirazların görmezden gelindiğini biliyoruz. Dolayısıyla Rhodes’un Güney Afrika kariyeri henüz kendisi hayattayken çoktan masaya yatırılmıştı. Gelgelelim zamanla, mirasını prestijli burslar veren Rhodes Vakfı’na bağışladığı için, hatırasını yaşatmak üzere adına pek çok heykel dikilen bir şahsiyete dönüşmüş, hayırseverlik ve yurtseverlik zırhıyla kuşatılmıştır. Bu heykellerden biri Oxford Üniversitesi’ne bağlı Oriel Koleji’nin ön cephesinde karşımıza çıkıyor. Kolej’deki büstünün yanındaki bilgilendirme levhasında ise, “Ülkesine büyük hizmetlerde bulunan Cecil Rhodes’un anısına ithafen” ifadesine yer verilmiş. 2015 yılında başlayan “Rhodes Yıkılmalı” kampanyası, Oxford Üniversitesi’ni kendi hafıza peyzajını dönüştürmeye henüz ikna edebilmiş değil. Oriel Koleji’nin, finansal kaynaklarını kaybedeceği gerekçesiyle, heykelleri indirmemekte ayak dirediği söyleniyor. “Rhodes Yıkılmalı” kampanyasını IŞİD’in Palmira’yı yıkma girişimine benzetmek suretiyle itibarsızlaştırmak isteyenler bile var.[7]

Ne ABD’de ne de Britanya’da mesele yalnızca heykellerin kaidelerinden indirilmesinden ibaret. Asıl sorun, geçmişte bugün yüzleşilmesi gereken herhangi bir şey olmadığını öne süren, hafıza peyzajındaki yarıkların ve karanlıkların üstünü ustalıkla örten seçici ve pozitif anlatıların kuşaktan kuşağa aktarılmasından kaynaklanıyor. 2016 yılında yapılan bir kamuoyu araştırmasına göreyse, Britanya İmparatorluğu’nun utanç değil gurur kaynağı olduğunu söyleyenlerin oranı %60 civarında. Böyle bir anlatının kamusal hafızada köklenmesinde, Britanya İmparatorluğu’nun kendi sömürgelerini modernleştirdiğini, dolayısıyla diğer emperyal güçlerden daha olumlu etkileri olduğunu öne süren revizyonist tarihçilerin de büyük katkısı var.[8] Daha önce de vurguladığım gibi, yüzleşilmeyen geçmişin bugünde süren etkisinden bahsediyoruz öncelikle. Günümüzdeki derin eşitsizliklerin, yapısal ırkçılığın ve yaygın ayrımcılığın hafıza gerilimlerini tekrar tekrar alevlendirdiği yadsınamaz. Fakat tersinden de bakılabilir aynı denkleme: Eşitsizliklerin giderek keskinleşmesinin nedenlerinden biri, geçmişle layıkıyla yüzleşilmemesi değil mi?

Almanya

Holokost’un gölgesinde kurulan federal bir cumhuriyet olan Almanya, hafıza gerilimleri konusunda iki önemli kavram kazandırdı siyasal tahayyülümüze. Bunlardan ilki: Vergangenheitsaufarbeitung ve onunla yakın akrabalığı olan Vergangenheitsbewältigung. Türkçede geçmişin işlenmesi, geçmişle yüzleşme, geçmişle hesaplaşma ifadeleriyle karşılanıyor bu ikili. Sorunlu geçmişi tartışabilme becerisine, tarihsel adaletsizliklerin hesabını verebilme ve bugüne yansıyan sonuçlarıyla uğraşabilme cesaretine işaret eden terimlerdir bunlar. Geçmişi tartışabilme, işlenen suçların ve yapılan haksızlıkların hesabını verebilme becerisi adaletle olduğu kadar demokrasiyle de yakından ilişkili. Evet, geçmiş işlenmediği, geçmişte işlenen suçlarla layıkıyla yüzleşilmediği sürece tarihsel adaletsizlikleri onarabilmek, mağdurların beklentilerini karşılayabilmek olanaksızlaşır. Fakat demokrasiyi güçlendirmek de zorlaşır. Çünkü demokrasi kültürü, başka pek çok şeyin yanı sıra, bir halkın kendi yaptıklarının hesabını verebilme, geçmişin ve bugünün sorumluluğunu üstlenebilme becerisini kolektif olarak gösterebilmesini gerektirir. Berlin veya Viyana caddelerinde Nazi liderlerinin heykelleriyle, Adolf Eichmann’a ithaf edilen anıtlarla karşılaştığınızı tahayyül edin bir an için. Böylesine akıl almaz bir şeyin en başta Yahudilere, ama aynı zamanda Almanya ve Avusturya yurttaşlarına, mültecilere, göçmenlere ve tüm dünyaya vereceği mesaj yeterince açık olsa gerek: Holokost’a ve ona eşlik eden başka pek çok katliama neden olan ırkçılığı onaylıyor, geçmişle yüzleşmeyi ve yapılan haksızlıkların hesabını vermeyi reddediyor, aynı felaketin bir daha tekrarlanmayacağına ilişkin herhangi bir söz vermiyoruz. Böyle bir tutum, Almanya’daki “yabancılar”ın, kendisini “alternatif” gibi sunan yeni ırkçı dalgalara karşı korunmayacağı, dolayısıyla Holokost ile hesaplaşmanın henüz tamamlanmadığı anlamına da gelir. Nitekim Sartre, Yahudiler dışındaki grupları hedef alan ırkçılığın bir nevi yeni antisemitizm olduğunu söylüyordu 1940’ların ikinci yarısında.[9]

İkinci kavramsa, Erinnerungskultur. İki sözcüğün birleşmesinden oluşan bu terimin sözlük anlamı “hatırlama kültürü”. Fakat bununla kastedilen, bir yandan sorunlu geçmişi hafızaya çağırmak, bir yandan da geçmişe haksızlığa uğrayan ve sessizleştirilen mağdurların perspektifinden bakmak, kamusal hafızayı mağdurların anlatılarını içerecek şekilde genişletmek. Böyle bir hatırlama kültürünü geçmişi kavrayış tarzımızdaki radikal bir dönüşümün ifadesi olarak okuyabiliriz: Ulusal kahramanlarla özdeşleşmeye dayalı seçici ve pozitif tarih anlatılarının yerini sessizleştirilmiş mağdurlarla kurulan (kutsallaştırılmış mağdur anlatılarının içerdiği tehlikeleri asla unutmaksızın) dayanışma bilincinin alması. Habermas, söz konusu bu perspektif değişikliğini, geçmişi gelecek kuşaklara aktarılacak bir kahramanlık efsanesi olarak görmeyi reddeden Benjamin’e referansla, “hatırlama dayanışması” olarak adlandırıyor.[10]

Bu tutumun hatırlama kültüründeki yansımalarından biri, Almanya’da (ve Avusturya’da) pek çok şehirde karşımıza çıkan “tökezleme taşları”. Bu “minör anıtlar”, Holokost’un ve Nazizm’in tüm kurbanlarının adlarını yaşadıkları yerlere geri vermenin, mağdurların hikâyelerine dikkat çekmenin ve yok olanları saygıyla anmanın minör bir yolu.[11]

Türkiye

Amerikalı siyaset felsefecisi Susan Neiman, ABD’nin (ve Britanya’nın) Almanya’nın geçmişle yüzleşme deneyimi ve hatırlama kültüründen öğreneceği çok şey olduğunu vurgulamıştı. Bu saptamaya şunu da ekleyebileceğimiz kanısındayım: Büyük bir suçun, bir soykırımın gölgesinde kurulan Türkiye’nin de Almanya’nın sorunlu geçmişle uğraşabilme becerisinden öğreneceği pek çok şey var. Fakat ABD’deki ve Britanya’daki gösteriler dikkate değer ve örnek teşkil edebilecek başka bir öğrenme sürecini yansıtıyor.

Protesto gösterilerini, bir meseleye parmak bastıkları, bir itirazı dillendirdikleri, bir problemi gösterdikleri için bu şekilde adlandırırız. ABD’deki ve Britanya’daki gösteriler, geçmişin bugünde süren etkileriyle uğraşabilme, tarihsel adaletsizlikleri kamusal hafızaya çağırma becerisinin her iki ülkede de adım adım güçlendiğini gösteriyor dünyanın geri kalanına. Erinnerungskultur, yani hatırlama kültürü, Almanya’nın bambaşka tarihsel deneyimler nedeniyle ve resmî kanallar aracılığıyla hayata geçirdiği “yukarıdan” “aşağıya” doğru yayılan resmî bir anlatıydı, hatta 2000 Stockholm Forumu’ndan bu yana Avrupa’nın resmî hafıza anlatısı haline geldi.[12] ABD’de ve Britanya’da yavaş yavaş serpilen hatırlama kültürü ise bir resmî anlatı projesi değil. Tam tersine bir yandan resmî anlatıları sorgulayan yurttaş inisiyatiflerinin ve toplumsal hareketlerin kamusal mücadeleleri, bir yandan da eleştirel ve muhalif akademi ve sanat çevrelerinin katkıları sonucunda ortaya çıkan bir karşı hafıza anlatısı; dolayısıyla kelimenin tam anlamıyla demokratik ve agonistik bir kazanım. Bu bakımdan resmî anlatının, sorunlu geçmişi hafızaya çağıran girişimleri desteklemek şöyle dursun, tam tersine engellediği, bastırdığı veya susturduğu Türkiye’de, kamuoyunun geçmişte ve bugünde yaşanan haksızlıklara mağdurlarından perspektifinden bakabilme yeteneğini geliştirebilir.

Mithat Sancar’ın hatırlama kültürüne çağrıda bulunmak amacıyla kaleme aldığı 2007 tarihli öncü çalışmasında, Tanıl Bora’dan aktararak vurguladığı gibi geçmişi “unutturmayı, hatta belli konularda ‘hatırlama yasağı’nı bir idare tekniği olarak kullanan” bir cumhuriyetin mirasçılarıyız.[13] Ermeni Soykırımı ve Dersim Katliamı’ndan İstanbul Pogromu ve ötesine uzanan çok sorunlu bir bastırılmış hafıza repertuvarı var önümüzde. Son yirmi yılda bu repertuvarın farklı halkalarının sayıları giderek artan yurttaş inisiyatifleri, kültür ve sanat kurumları, dernekler, akademisyenler, sanatçılar, yazarlar ve gazeteciler tarafından tartışmaya açıldığına tanık oluyoruz. Resmî olmayan kanallardan, zorlu ve dolambaçlı yollardan gıdım gıdım ilerleyen bu “hafıza dönüşü” aşağıdan yükselmesi nedeniyle civic, yani kamusal bir nitelik taşıyor.[14] Tam da bu nedenle hafıza peyzajını demokratik ve agonistik kazanımlarla dönüştüren coğrafyalardaki deneyimlere daha fazla kulak vermek gerekiyor.


[1] Lee’nin (ve diğer Konfederasyon liderlerinin) hatırasını canlı tutmayı amaçlayan anıtların şu veya bu nedenle sahiplenilmesini eleştiren Susan Neiman’ın yorumları önemli: Susan Neiman, Learning from the Germans: Race and the Memory of Evil, Farrar, Straus and Giroux, 2019, s. 261-265.

[2] Thomas McCarthy, “Verganheitsbewältigung in the US: On the Politics of the Memory of Slavery”, Political Theory, 2002, 30 (5): 623-648.

[3] Sheldon Wolin, “Injustice and Collective Memory”, The Presence of the Past: Essays on the State and the Constitution, The Johns Hopkins University Press, 1989, s. 35.

[4] https://www.merchantventurers.com/who-we-are/history/edward-colston/

[5] Mihaela Mihai, “Statues and Stories: Reconfiguring the Democratic Memoryscape”, Critique, 9 Haziran 2020, https://critique.sps.ed.ac.uk/of-statues-and-stories-reconfiguring-the-democratic-memoryscape/.

[6] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları: Emperyalizm, çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, 1998, s. 11.

[7] Amia Srinivasan, “Under Rhodes”, London Review of Books, 31 Mart 2016, 38 (7), https://www.lrb.co.uk/the-paper/v38/n07/amia-srinivasan/under-rhodes?utm_source=newsletter&utm_medium=email&utm_campaign=4212&utm_content=ukrw_nonsubs.

[8] Olgusal veriler ve ayrıntılar konusunda iki siyaset felsefecisinin yazılarından yararlandım: Lea Ypi, “By Tearing down Our Statues, Albanians Stopped Learning from the Past”, The Guardian, 14 Haziran 2020, https://www.theguardian.com/commentisfree/2020/jun/14/albania-statues-communist-freedom-history?CMP=fb_cif&fbclid=IwAR3i8yRidRGe9I0a-VESyzzHwvBAad8VrEqaNCHeiNXciUW8mhjLzLnPdtY ve Srinivasan, “Under Rhodes” (bkz. 7).

[9] Jean-Paul Sartre, Anti-Semite and Jew: An Exploration of the Etiology of Hate, çev. George W. Becker, Schocken Books, 1995.

[10] Jürgen Habermas, “On the Public Use of History”, The New Conservatism: Cultural Criticism and the Historians’ Debate, çev. Shierry Weber Nicholsen, The MIT Press, 1989, s. 233. Bir Benjamin-Habermas ortak yaratımı olan “anamnestische Solidarität” kavramını “hatırlama dayanışması” olarak çevirmeyi öneren Ünsal Doğan Başkır’a teşekkür borçluyum.

[11] Selin Toledo, “Tökezleme Taşları ile 20 Yıl”, Avlaremoz, 17 Eylül 2018, https://www.avlaremoz.com/2018/09/17/tokezleme-taslari-ile-20-yil/.

[12] Daniel Levy ve Nathan Sznaider, “Memory Unbound: The Holocaust and the Formation of Cosmopolitan Memory”, European Journal of Social Theory, 2002, 5 (1): 87-106.

[13] Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İletişim, 2007, s. 255 (Tanıl Bora, “Unutmak, Her Şeyi Unutmak…”, Radikal İki, 11 Eylül 2005, s. 1).

[14] Türkiye’nin “hafıza dönüşü” hakkında daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Emre Gönlügür ve Devrim Sezer, “Therapeutic Forgetting, Agonistic Remembrance: Conflicting Narratives of Izmir’s Kültürpark and Contested Narratives in Contemporary Turkey”, Memory Studies, 2020, s. 1-27, https://doi.org/10.1177/1750698020921432.