Tarihi Yağmalama ve Yeniden Yazma Arasında
Salgın, İsyan, Sanat!

Ortaçağ devinimsiz ve dogmacı görüntüsü altında, paradoksal bir biçimde bir kültür devrimi dönemi olmuştur. Bütün bu süreci belirleyen öğeler arasında elbette salgın hastalıklar, katliamlar, hoşgörüsüzlük ve ölüm de yer almaktadır. Ancak kimse Yeni Ortaçağ’ın sunduğu görüntünün bütünüyle neşeli olduğunu öne süremez. Çinlilerin beddua edecekleri kişiye dedikleri gibi: “Umarım ilginç bir çağda yaşarsın.” (1972)[1]

Bugünlerde Umberto Eco’yu anımsamanın salgın ve isyan günleri sonrasına dair beklentilerimiz ve adımlarımız özelinde yararlı olacağı kanaatindeyim. Bir öncekiyle arasında yoğun benzerlikler bulunan bu Yeni Ortaçağ çok büyük bir farkla Ortaçağ’dan ayrılıyor: her şeyin artık yakalayamadığımız ölçüde hızlı olduğu gerçeğiyle. Birçoğumuzun bu Yeni Ortaçağ karşısında kaygıları çoktan tetiklenmeye başladı bile. Doğaya dönmekle, dijitale adapte olmak arasında dalgalanan duygu ve düşüncelerimizin tüm bu hız içerisinde biraz zamana ihtiyacı var gibi. Barınaklarımıza gönderilen bedenlerimizin, uzun zaman sonra yeniden kazanılmış -hepimiz için değil- bu kendiyle baş başalığının sindirilmesi için biraz zaman derken bir süredir görmeye alışık olmadığımız bir biçimde sokak kalabalıklarıyla karşılaştık. Covid-19 salgını günlerinde “Black Lives Matter” protestolarından bahsediyorum. Kısa hayatlarımız için uzun sayılabilecek gezegendeki yaşam serüveninde hayatta kalabilmenin ötesinde hayatta onurlu bir şekilde kalabilmek için tüm “uzman” uyarılarına rağmen sokaklarda yine bu şekilde buluşmak Agamben’in[2] salgın günlerinde yer yer komplo teorisyenliğini çağrıştıran korkularına bir noktada türümüz tarafından verilmiş güzel bir cevap niteliğinde.

Biyolojik olarak varlığımızı sürdürme öyküsünün ötesinde, resmî tarihyazımlarında pek de hoş anılmayan bir başka tarihin uzantısı olarak bugün tanıklık ettiğimiz beklenmedik anlarda dahi ortaya çıkabilen isyanlar var. Yakın zamanda tanıklık ettiğimiz bu sokak isyanları Amerika ve Avrupa’nın birçok noktasında büyük katılımlarla devam ederken; sokakta yandaş saikler dışında eylem yapabilme olanağı korkutularak, sindirilerek, bastırılarak elinden alınmış ülkelerde çok sayıda insanın sosyal medyada bu protestolara yoğun bir biçimde sağladığı desteği de göz ardı etmemek gerekir. Aslında bu durumun kamusal alanlar arasındaki geçiş döneminin temsili açısından önemli bir yeri var. Fiziksel ve dijital kamusal alanlarda uzak coğrafyalarda da ses bulan Arap Baharı ve Gezi protestolarında da gördüğümüz birlikteliğin güzel bir örneği tekrar ortaya çıktı. Kolektif örgütlenmenin dijital biçiminde bazı ülkelerin gayet başarılı olduğu açık ve ortadayken, bu desteğin bileşenlerinin, komşunun evine bakarken kendi evlerine bakmanın gerekliliğini unutmayan bir toplamdan oluştuğunu varsaymak ne yazık ki güç. Bu elbette başka ve daha detaylı bir tartışmanın konusu yapılabilir. Başlıktan da anlayacağımız üzere tüm bu salgınla karışık isyan günlerinde bir şekilde çoğumuzun haberdar olmaya başladığı yıkılan, zarar gören anıtlar[3] ile varlık nedenleri, pozisyonları tekrar sorgulanan müzeler[4] meseleleri var. Bu aralar dikilmelerinden ziyade yıkımlarına tanıklık ettiğimiz anıtlar kamusal alanlardaki sömürgeci geçmişin alelade -birçoğu- pek de yetkin sayılmayacak temsil örnekleriyken; müzeler ise bu geçmişin kurumsal, sistematik ve belki de işin ticari boyutunu da katarsak en etkili kültürel temsil, muhafaza ve gerçekleri çarpıtma ayaklarından birini oluşturuyor. Bu nedenle anıt ve müzelere yapılan müdahaleler -her ne kadar medyada kısa bir süre vandalizm üst başlığıyla haberleştirilse de- kısa bir geçmiş kazıcılığıyla pekâlâ tarihi, yeniden ve olması gerektiği biçimde yazma eylemi olarak tanımlanabilir.

Egemen Tarih Anlayışının Suç Ortakları: Müzeler ve Anıtlar

“Devrim müzeleri kırmızı nehirlerin temsili anıtlarıdır.”[5]

Wendy M. K. Shaw

“Acıların yankılandığı bu vadideki karanlığı ve büyük soğuğu düşün.”

Brecht, Üç Kuruşluk Opera

 

Cueva de las Manos, Arjantin (yaklaşık 9.000 yıl önce)[6]

Yaklaşık 9.000 yıl önce, Santa Cruz, Patagonia’da, avcı-toplayıcı analarımızın bir mağara duvarına yaptıkları bu el baskıları üzerine anlambilimsel bazı varsayımlar olsa da bize ne söylemek istediklerini henüz tam olarak ortaya koyabilmiş değiliz. Tarih disiplininin sağladığı çoğunlukla eksik ve sorunlu olsa da “olasılıkları düşünme ve yorumlama” imkânıyla türümüzün “buradaydık” deme ihtimalini ve bunu çok etkileyici bir tarzda ortaya koyma ihtimalini yaklaşık 9.000 yıl sonra varsaymak fena bir fikir olmayabilir. Buradaydık deme adına dikilmiş ve bugünlerde yıkımlarına tanıklık ettiğimiz anıtlara bakacak olursak yukarıda gördüğümüz iz bırakma eylemi hoş bile sayılabilir. Sadece el baskılarının yer aldığı bu mağara resminin bugün bambaşka bir bağlamda değerlendirilmeye, hissedilmeye açıklığı ise sanatın ölüm karşısında nasıl bir karşı duruşa aracılık edebileceğini görebilmek ile ilgili.

Geleceğe ilerleme, burada kalma arzumuzu hâlâ geçmişte yaptıklarımıza dönüp dönüp bakma pratiğiyle beslemede, türümüzün özeleştirilerle yol almış bir tarih bilinci yerine, övgü ve zaferlerle dolu bir tarih anlayışını tercih etmesinin utanç verici sonuçlarını yaşıyoruz uzun zamandır: yanı başımızda tüm hayatımızı hızlıca değiştiren ürkütücü olup olmadığından emin olamadığımız bir virüs salgını ve korkunç olduğundan emin olduğumuz hiç kapanmayan sömürgecilik, ırkçılık yaralarıyla karşı karşıyayız. Irkçılığın üstesinden gelmek ve virüslerle bir arada yaşamaya alışmanın yollarını isyan ve tedbirle zorlamaya çalışırken tam da bu noktadan dönüp geçmişe bakmanın, dün ve bugünle, doğa ve türümüzle bir türlü kuramadığımız biçimde yeniden ilişki kurmanın, hiçbir şey yapamıyorsak dahi bütün olup bitene eleştirel bir gözle bakmanın zamanı. Bugün yıkımlarından haberdar olduğumuz sömürge geçmişinin temsilî anıtları ve kapılarını dijitalin olanaklarıyla insanlığa açan çoğunluğu “zaferlerimizle” dolu müzeleri bu gözle yeniden değerlendirmenin ve gerçek bir dekolonizasyonun nasıl sağlanabileceğine dair yeniden düşünmenin gerekli olduğu zamanlar... İnsanın kendi türü karşısında işlediği ve “zafer” diye adlandırdığı korkunç suçlarına ek olarak doğa ve hayvan ile ilişkisindeki korkunç pervasızlığının sorgulandığı yerlere ve belki de müzeler dışında yeni platformlara ihtiyaç var.

Fustel de Coulanges, geçmiş bir dönemi yeniden kafasında canlandırmak isteyen tarihçiye, tarihin o dönemden sonraki akışına ilişkin tüm bildiklerini düşüncelerinden uzaklaştırmasını öğütler. Tarihsel materyalizmin ilişkilerini kestiği yöntemi bundan daha iyi belirleyebilmek, olanaksızdır. Bu, bir özdeşleşme yöntemidir. Bunun kaynağı, yüreğin üşengeçliğidir, umursamamasıdır; bu üşengeçlik, yalnızca bir an için parlayıveren gerçek tarihsel görüntünün üzerinde egemenlik kurulmasında duraklamaya yol açar. Ortaçağın teologları, bu yürek üşengeçliğini hüznün gerçek kaynağı sayarlardı. Bu hüzünle tanışmış olan Flaubert, şöyle yazar: “Kartaca’yı yeniden canlandırabilmek için ne kadar hüzne katlanmak gerektiğini pek az kimse tahmin edebilir.” Tarihselciliği izleyen tarihçinin aslında kiminle özdeşleştiği sorulduğu takdirde, bu hüznün doğası açıklık kazanır. Sorunun yanıtı, kaçınılmaz olarak galip gelenle özdeşleşildiğidir. Gelgelelim belli bir dönemin iktidar sahipleri, daha önceki bütün galiplerin mirasçılarıdır. Bu durumda galip gelenle özdeşleşme, her zaman tüm iktidar sahiplerinin işine yaramaktadır. Bu söylenenler, tarihsel materyalist için yeterlidir. Bugüne değin zafer kazanmış kim varsa, bugün iktidarda olanları bugün yere serilmiş olanların üstünden geçiren zafer alayıyla birlikte yürümektedir. Savaş ganimeti de, adet olduğu üzere, bu zafer alayıyla birlikte taşınmaktadır. Bu ganimet, kültür varlıkları diye adlandırılmaktadır. Tarihsel materyalist, bunları arada bir uzaklık bırakarak izleyen gözlemci kimliğindedir. Çünkü önünde kültür varlıkları diye gördüklerinin hepsi, insanın tüyleri ürpermeksizin düşünemeyeceği bir kaynaktan gelmektedir. Bunlar varlıklarını, yalnızca onları yaratan dehalara değil, ama aynı zamanda o dehaların çağdaşlarının adı anılmayan angaryalarına borçludur. Kültür alanında hiçbir belge yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlıktan belgesi niteliğini taşımasın. Böyle bir belge nasıl barbarlıktan arınmış değilse, belgenin kuşaktan kuşağa geçişini sağlayan gelenek süreci de barbarlıktan uzak sayılamaz. Bundan ötürü tarihsel materyalist, sözü edilen gelenekten olabildiğince uzaklaşır. “Tarihin havını tersine taramayı”, kendisi için görev sayar.[7]

Avrupa’da 19. yüzyılda kurulmaya başlayan, Benjamin’in vurguladığı şekilde ifade edecek olursak barbarlık tarihimizin yüksek temsilleriyle dolu müzeler, ev içlerinde ve salonlarda gösterim alanı bulan burjuva kültürünün ulus-devletleşmeyle paralel kurumsal gösterim alanlarına dönüşmüştür. Beraberinde bir vatandaşlık tanımı dikte eden bu müzeler aynı zamanda devletlerin meşruiyet araçlarının önemli bir ayağını oluşturur. Devlet ve vatandaş arasında özenle dizayn edilmiş bir tarih anlatısıyla, sadakate dayalı bir ilişki dikte eden bu müzeler aynı zamanda modernitenin ilerlemeci tarih anlayışı kurgusuyla gelecek hakkında da yönlendirici bir temsil niteliği taşır.[8] Benett müzeler ile hastaneler, hapishaneler arasında Foucault’un gösterdiği biçimde bir ilişki kurar. Bu nedenle müzeleri devletin vatandaşları terbiye etmede kullandığı birer baskı aracı olarak görür.[9] Güçlü olanın zaferleriyle dolu evrimsel pratiğin, ilerlemeci çizgisinin en “uygar” temsili olarak birçok müze varlığını bu şekilde korur. Günümüzde her ne kadar dekolonizasyon çalışmalarıyla geçmişle yüzleşme, hesaplaşma ve bunu gösterme girişimlerinde bulunulsa da müzeler beyaz adam kimliklerini hâlâ büyük ölçüde korumaktadırlar. Tıpkı köle tüccarlarının mirasını anıtlar, heykellerle koruyup kollayan kamusal alanlar gibi.[10] Fransa, Almanya, İngiltere gibi ağır kolonyal geçmişe sahip ülkeler Afrika’nın kültürel mirasının büyük bir kısmını müze ve koleksiyonlarında hâlâ barındırmaktadırlar.[11] Hindistan ve Mısır’a ait kültürel mirası dahi siyahlığı görmezden gelen bir tarih kurgusuyla medeniyetin doğuş hikâyesinde ilk evrelere oturtan Avrupa müzeleri henüz kendi beyaz ve sömürgeci geçmişiyle -bugünü de es geçmemek gerekir- yüzleşmenin samimiyetle yapılmasından uzak duruyor. Bu anlamda ciddi bir sömürü geçmişine sahip Fransa’da Quai Branly Müzesi’nde gerçekleşen protestonun sonrasında ciddi bir geri adımın yokluğu bile samimi bir yüzleşmenin yokluğunu ortaya koyar nitelikte.[12] Müzecilik anlamında yetkin örneklere sahip Berlin’de ise şimdilerde tepesinde altın bir Hıristiyan katedral kubbesi ve haçını taşıyacak olan Humboldt Forum yükselmekte. Bünyesinde kolonyal geçmişle yüzleşme vaadi de taşıyan uluslararası bir diyalog platformu olma iddiasındaki bu yapının tepesine konduracağı altın haç kültür kurumlarının kolonyal arzulardan pek de uzaklaşmak istemediğini ortaya koyar nitelikte yükseliyor.[13] ABD’de Brooklyn Müzesi ve Behring Amerikan Tarihi Ulusal Müzesi’nin Black Lives Matter protestolarına yaptığı destek açıklamaları[14] ve New York Doğal Tarih Müzesi’nin Roosevelt’in atlı anıtını müzeden kaldırma kararı[15] her ne kadar umut verici olsa da bazen sembolik olmanın ötesinde bir anlam ifade edemeyebiliyor. Ayrıca burada anıt kaldırma, eser iade etme seçeneklerinin gerçek bir çözüm yaratıp yaratamayacağı sorunu ortaya çıkıyor. Yine de geçmişte yer aldığını düşündüğümüz sömürgeciliğin bu geçmiş temsilî sembolik yapılarıyla mücadele ederken günümüzde daha zor görünür ve okunur olan sömürü biçimleriyle müzeler, kamusal alanlar, sanat üretim süreçleri bağlamında nasıl bir mücadeleye girişilmesi gerektiği geçmişin bilgisiyle perçinlenmiş bir politik duruşla mümkün. Bu noktada alınacak kararların müze yönetimlerine, küratörlere, sponsorlara, politikacılara bırakılmasının da mevcut sistemi değiştirmekten öte yine hiyerarşik bir düzlemde beyaz kimliğin sömürü geçmişiyle yine kendisinin belirlediği yöntemlerle yüzleşmeye karar verme yetkisini doğuruyor. Bu yetkinin o elden alınabileceği seçenekler konuşuluyor olsa da ciddi bir gelişmenin varlığından söz etmek ne yazık ki yine de güç. Tam da bu noktada sesi olmayan, elinden alınan ötekinin temsilcisinin kim olacağıyla ilgili karar verici mekanizmanın tüm pratikleri karşısında uyanık ve sorgulayıcı olmak gerekli. Tarihin havını tersine taramanın görev sayılması gereken bir noktada bu tarama eyleminin enstitüleştirilmiş, kolonyal mirasın taşıyıcılığını kurum/kürsü makyajlarıyla devam ettiren bir toplamın esiri olmaktan mümkün olduğunca uzak durarak yapabilmenin geleceğin inşasında önemli bir rol taşıyacağı açık ve ortadadır.

Özgürlük, diktatörlük… Bu sözcüklerin anlamının bir kez daha unutulmaması için uyanık olmalıyız. Kök-faşizm, bazen sivil giysilere bürünmüş olarak, hala çevremizde dolanıyor. Birisi dünya sahnesine çıkıp, “Auschwitz’i yeniden açmak, Kara Gömleklileri yine İtalyan meydanlarında yürütmek istiyorum,” dese, ne kadar kolay olurdu bizim için. Ne yazık ki, yaşam bu kadar basit değil. Kök-faşizm, en masum kılıklarla geri gelebilir. Görevimiz, onun maskesini düşürüp, tek tek her yeni belirtisine işaret etmektedir- her gün ve dünyanın her yerinde. (4 Kasım 1938)[16]

Eco’nun yukarıdaki sözleriyle düşünecek olursak salgın günlerinde Agamben’in[17] tutumumun komplo teorisi olarak varsayılmanın ötesinde bir uyanık olma haline neden olabilme ihtimalinin önemsenmesinde bir zarar göremiyorum. Durum tespiti yapmanın ötesinde bir tür sorumluluğa davet eden bu yüksek sesli veryansının yerinde ve gerekli olduğu kanaati pekâlâ pekiştirilebilir. Hatta biraz kışkırtıcı olmasının bile ulaşılabilirlik açısından daha etkili olduğunu söyleyebiliriz. Benzer bir uyarının sürekli ve yüksek bir tonda müze ve anıtların diktatörlük ve yağma tarihine ortaklığına ve çağdaş sanatın bir kamuflaj aracı olarak soylu ahlâkının devamlılığıyla iş tutuşuna kayıtsız kalınmaması üzerine yapılması yol göstericilik açısından büyük önem arz etmeli.

Sonsöz

Tüm bu bilgiler ışığında Türkiye’de sonradan camiye çevrilmiş bir kilise olan Ayasofya’nın müze statüsünün “tartışmaya açılması” ve camiye çevrilmesi sorunu var.[18] 1.500 yıl önce inşa edilmiş bir Ortodoks kilisesinin günümüz Türkiye’sinde milliyetçiliğin ve siyasal İslâm’ın kitle duygularını harekete geçirmek, etkilemek için kullanılışı ya da Christie’s müzayedesinde satışa sunulan Fatih portresinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından satın alınmasının[19] yarattığı etkiler ve siyaset sahnesindeki sembolik gücü, sanatın çok uzun yıllara yayılan ve yaşanmışlıklarımızla paralel farklı bağlamlarda ne tür işlevlerin aracısı olabileceği konusunda muğlak ve bir o kadar da zengin bir aralık olduğu sonucunu ortaya koyuyor. Tam da bu noktada sanat, en azından günümüz için doğa ve onun bir parçası olan bizlerin daha az tahribata dayalı gelecek inşasında aktif rolünü almalı, artık kendisini kamufle edilmiş kolonyal müzayede salonlarının açık artırma ürünü olmaktan kurtarmalıdır. Ayrıca kültür sanat emekçileri, karar vericiler, çabalarının bir bölümünü herhangi bir sanat ya da tarihî eseri sağ popülizmin, milliyetçiliğin kullanışlı oyuncağı olmaktan, tahribinden kurtarmak üzerine harcamalıdır. Elbette burada tahribatla ifade edilmek istenen sömürgeci tüccarların göl diplerini boylayan anıtları ve buna ek olarak yağmanın, hırsızlığın ev sahibi müzelere karşı yapılan protestolarla ile ilgili değildir.


[1] Umberto Eco, Günlük Yaşamdan Sanata (Çev. Kemal Atakay), 4. Basım: Mart 2016, İstanbul: Can Yayınları, s. 42.

[2] Giorgio Agamben, “Una Domanda”, Quodlibet, 13 Nisan 2020. Link: https://www.quodlibet.it/giorgio-agamben-una-domanda; İngilizce çeviri için bkz. https://itself.blog/2020/04/15/giorgio-agamben-a-question/; Türkçe çeviri için bkz. https://terrabayt.com/dusunce/agamben-bir-soru/

[3] Black Lives Matter protestoları sırasında yıkılan anıtlar için bkz. https://www.artnews.com/art-news/news/monuments-black-lives-matter-guide-1202690845/?fbclid=IwAR2u0GkUji1xMN24RVSCXD0vUALoqBa8tsOwMYV2DtWVidBb90foeszOXXg

[4] Sömürge yoluyla elde edilmiş eserlerin toplama ve sergileme öncülerinden biri olan British Museum ile ilgili eleştirel bir değerlendirme için bkz. https://www.theguardian.com/world/2019/nov/04/british-museum-is-worlds-largest-receiver-of-stolen-goods-says-qc?CMP=Share_AndroidApp_News_Feed&fbclid=IwAR0fV6q64cbjiJeYGBFyayWiZbo9qtKATS_r66NxyA7vBB8C_zvTFVgypfA

[5] Şiirin orijinali, “Revolutionary museums are monuments showing red rivers” şeklindedir. Şiir çevirisinin ayrı bir uzmanlık alanının işi olduğunun farkında olarak yukarıdaki çeviri için bu açıklamayı yapma gereğini ve orijinalini ilginize sunma ihtiyacı hissediyorum. Şiirin tamamına bu linkten ulaşılabilir: https://wendymks.blogspot.com/2020/06/museums-in-era-of-revolution.html

[6] Fotoğraf linkteki siteden 11 Nisan 2020 tarihinde alınmıştır: http://www.bradshawfoundation.com/south_america/cueva_de_los_manos/index.php

[7] Walter Benjamin, Pasajlar (Çev. Ahmet Cemal), 4. Baskı: Ocak 2002, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 40-41.

[8] Duncan, Carol (1994) Civilizing Rituals: Inside Public Art Museums. Londra: Routledge; Singh, Kavita. "The Museum Is National", India International Centre Quarterly 29, no. 3/4 (2002): 176-196.

[9] Benett, Tony (1995) Birth of the Museum: History, Theory, Politics. Londra: Routledge.

[10] Edward Colston Anıtı’nın asıl hikâyesi ve ne tür bir geleneğin devamını temsil ettiğiyle ilgili bu detaylı değerlendirme için bkz.: https://www.brh.org.uk/site/articles/myths-within-myths/#myths-within-myths-n-4. Colston anıtının yapım süreçleri ve Black Lives Matter protestoları sırasında başına gelenler aslında bir vaka ve etrafında yaşananlar dolayısıyla benzer anıtlara dair ip uçları barındırır. Bu nedenle bu anıtın neden yıkılması gerektiğine dair değerlendirmeler için bkz. https://artreview.com/why-colston-had-to-fall/; https://www.theguardian.com/commentisfree/2020/jun/08/edward-colston-statue-history-slave-trader-bristol-protest

[11] Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Afrika’dan getirilen eserlerin iadesiyle ilgili yaptığı konuşma ve hazırlanan yasa taslağıyla ilgili bilgi ve Avrupa’daki müzelerde yer alan Afrika kökenli eserlerle ilgili bir ön bilgi için bkz. https://www.theguardian.com/world/2018/nov/21/france-urged-to-return-looted-african-art-treasures-macron

[12] Çalıntı Afrika eserlerini bünyesinde sergileyen Quai Branly Müzesi’ndeki protesto için bkz. https://www.theartnewspaper.com/news/protestors-try-to-seize-african-artefact-from-quai-branly-museum-in-paris

[13] Humboldt Foruma altın haç eklentisiyle Almanya’nın post-kolonyal dönemin kültür çeşitliliğini Berlin özelinde ortaya koyma şansını elden kaçırdığını söyleyebiliriz. Bu kararla ilgili tartışma için bkz. https://www.welt.de/kultur/article208639281/Humboldt-Forum-Umstrittenes-Kreuz-erhoeht-Schloss-um-zwoelf-Meter.html

[14] Müzelerin destek açıklamaları için bkz. https://www.brooklynmuseum.org/?fbclid=IwAR3hAaLi_agwX9MkGbYWpy8Pja0488YVEbIOiFjAZKtzkPDfq7wjmX2LfkI; https://americanhistory.si.edu/press/releases/slavery-shadow-george-floyd-and-american-legacies?fbclid=IwAR1NsXyr3v5ANCi6RurfWAkc_i2Jt-86Vc7DIjh-So1ybG4XxJvrsLziQ1s

[15] Roosevelt anıtının kaldırılmasıyla ilgili haber için bkz. https://www.nytimes.com/2020/06/21/arts/design/roosevelt-statue-to-be-removed-from-museum-of-natural-history.html

[16] Umberto Eco, Beş Ahlak Yazısı (Çev. Kemal Atakay), 7. Basım: Mart 2016, İstanbul: Can Yayınları, s. 47.

[17] Giorgio Agamben, “Una Domanda”.

[18] İlgili haber için bkz. https://www.bbc.com/news/world-europe-53366307

[19] İlgili haber için bkz. https://www.duvarenglish.com/culture/2020/06/25/istanbul-municipality-buys-ottoman-sultans-portrait-for-955000-at-london-auction/


Not: Bu yazının ortaya çıkışında her tartışmada yeni pencereler açılmasını sağlayan fikirleriyle katkısı olduğunu düşündüğüm Wendy Meryem Kural Shaw’a teşekkürlerimle.