Duyguları da Vururlar

Sosyal çevremden ve televizyonlardan sıkça duyduğum,  hatta bazen benim de inandığım bir söylem vardı: “Bizler (Türkler) çok duygulu insanlarız.” Bu ifade hala rağbet görüyor. Oysa etnolojide duygulu/duygusuz kültürler ayrımı yok. Psikanaliz ise dünyanın her yerinde insanların sevgi, nefret, tiksinme, korku, kıskançlık, utanma, suçluluk gibi, aslında iki elin parmağını geçmeyen bir duygu skalasıyla yeryüzüne geldiğini, ancak bu duygusal donanınım kültür üzerinden farklı şekillendiğini anlatıyor. Buna rağmen biz, Kuzey Avrupalı insanların rasyonelliğine “duygusal insanlar olduğumuzu” söyleyerek yanıt veriyoruz. Peki bizim duygusal olduğumuz iddiası ne kadar doğru?

Saygı

Saygının bizim toplumumuzda hissedilen değil gösterilen bir şey oluşu, sanıyorum çoğumuzun deneyimlediği bir şeydir. Genelde manipüle edilerek öğrendiğimiz ve hissetmeden sergilediğimiz bir şeydir saygı... Öğretilen ama yaşanmayan/hissedilemeyen saygı, biraz korku renklidir. Birçok insan yaşlılık hiyerarşisi nedeniyle kendinden bir kaç yıl önce doğmuş herkese saygı göstermek zorundadır. Saygı, pek çok ritüel aracılığıyla davranışlarımıza yansır ve görsel hale getirilir: El öpmek, büyüğe yer vermek, itaatkar, küçüklüğünü kabul eden bir beden dili sergilemek, yan bakma, direk göz teması gibi meydan okuyan veya agresif olarak algılanacak hareketlerden kaçınmak. Çocukluğumda birçok insana, sadece yaşça benden büyük oldukları için saygı göstermek zorunda bırakıldım. O zamanlar insan ilişkilerindeki iktidar, toplumsal statü ve konumlanışlar saygı konsepti üzerinden düzenleniyordu. Bana, benden daha çok yaş almışların “büyüğüm” olduğu sürekli anlatılır ve hatırlatılırdı. Ben çocukken benden yaşlılar sahiden de benden büyüktüler. Fakat ergenlikle birlikte benden büyük olma hallerinin ortadan kalkmasına, hatta benim onları büyüklükte geçmeme rağmen benden daha çok yaş almamış olanlar “büyüğüm” olmayı sürdürdüler. Hayatım boyunca hissetmediğim halde birçok insana saygı gösterdim. Saygıyı hissetmenin çok güzel bir deneyim olduğunu, bunun özel bir emek gerektiğini çok geç öğrendim. Oysaki saygı, ilişkilenen iki insanın birbirlerini içtenlikle değerli hale getirmeleri, yüceltmeleri ve bu değerliliğin davranışlarımıza yansıma biçimi değil mi? Yani saygı derken derinden duyumsadığımız, davranışlarımıza yansıyan ve karşılıklı olarak hissedilebilen bir şeyden söz ediyorum.   

Saygıyı hissetmek, duygusal olarak zenginleşmektir de aynı zamanda... Burada bahsettiğim saygı, “ne kadar da duygulu olunduğunu” göstermek için dramatik biçimde teşhir edilen değil, ilişkide oluşan ve gerçekten deneyimlenen bir şeydir... Ancak böyle bir saygının ön koşulu öteki’ni taktir edebilmek, onun kıymetini teslim edebilmekten geçer. Oysa bizim kültürel dünyamızda bireysel ve kolektif narsizmimiz “öteki’nin değersizliği (hatta aptallığı)” varsayımı üzerine kuruludur. Böyle bir narsistik örüntüde öteki’ye saygı duymak ve bu saygı ile barışık olmak giderek zorlaşır, zira bunun maliyeti narsistik bir incinmedir. Saygı duymayı öğrenmek önündeki bütün bu engeller nedeniyle ikili ilişkilerde altı boş bir “saygı teşhirciliği” ile kamusal ilişkilerde, örneğin ticarette, okulda, trafikte, siyasette norm haline gelen saygısızlığın birbiriyle yarış halinde olduğunu görürüz.  Özellikle kentleşme, bireyselleşme ve bunların yarattığı anonimleşme ortamı, bu durumu iyice pekiştirtiyor.

Hissedilmeyen ama ortaya saçılan saygı performansları, başka birçok soruna da neden oluyor. Saygının ne olduğu yasalarla belirlenmiş ve saygı hissetmemek yasal bir suçmuş gibi birileri sizden saygı talep edebiliyor mesela. Örneğin tartışmalarda “inancıma, düşünceme saygı göstersene” dayatmasını sıklıkla duyuyorum. Yine Almanya’da ırkçı partinin yükselişe geçmesiyle birlikte, ırkçılığın ve faşizmin bile bir biçimde saygı duyulabilecek düşünceler olduğu tartışılmaya başlandı. Hatta bazen bu saygı dilenciliği ve saygı diktatörlüğü çelişkili ve komik durumlara bile yol açıyor. İnancını saygın bulmadığı için dinden çıkmış bir ateistle tartışan inançlı biri ‘inancıma saygı duy’ diyebiliyor örneğin. Ancak saygıyı zorlamanın çoğu kez anlamı yok... Saygıyı yönetmeliklerle düzenleyemezsiniz. Ama saygın olmaya emek vermek sizin elinizde, yani saygıyı hak etmeniz gerekiyor. Saygı kendiliğinden olan değil, iki insanın emeğiyle ortaya çıkan bir şey... Zira roller, konumlar, görevler veya biyolojik özellikler üzerinden ilişkileri düzenleyen kolektif kültürün saygı anlayışı, bireyselliğin ve bağımsızlığın önem kazandığı bugünkü kültürde eski işlevini ve çekiciliğini yitiriyor...

Sevginin ıskalanması ve nefret duygusu

İbrahim Tatlıses vardı bir zamanlar... Yanık türküler söyler ve ağlardı... ‘Abi ya, biz çok duyguluyuz’ kanısını doğrular, buraya denk düşerdi bu haller... Ve Tatlıses sürekli  “sizi, hepinizi çok seviyorum” derdi... Bu kez biz ağlardık... İbrahim Tatlıses bizi/beni seviyordu... Sevilmek hüzünlendirirdi, hele ki büyük bir sanatçının beni/bizi sevmesi... Ağlardık. Bu halimizi duygusallığımızın kanıtı, sevme yeteneğimizin belgesi sanırdık. Avrupalıların ne Tatlıses’i ne de ağlamaları vardı ve bu da onların duygusuzluklarının göstergesiydi... Sevmenin iki insan arasındaki en özel ilişki olduğunu, sevmek için belirli duygu yoğunluğunun gerekli olduğunu sonradan öğrendim. Yani, Tatlıses’in bazı başka şarkıcılara da miras bıraktığı  ‘hepinizi seviyorum’ sözü, aslında ‘hiç birinizi sevmiyorum’ anlamına geliyordu. Çünkü ‘hepinizi seviyorum’ ifadesi, sevgiyi oluşturan yakın ilişkilenmeyi ve yoğunluğu içermez... Bu sloganvari ve anlamsız söylemde sevgiye dair olan tek şey, sanatçıların bizim onları sevmemizi seviyor olmaları, bizimse bu “önemli insanlar” tarafından seviliyor olduğumuz düşüncesini sevmemiz. Ayrıca bu durum, bizdeki sevilmeye duyulan özleme de işaret edebilir. Kısacası,  Erich Fromm’un bize anlatmaya çalıştığı gibi, bu aslında sevgiden çok bir narsisizm meselesi... Dolayısıyla anlık yoğun duygulanımlar, çok duygulu olduğumuz anlamına gelemeyebilir. Bu, çoğu kez bastırdığımız, manipüle ettiğimiz duyguların patlama biçiminde dışa vurumu da olabilir...

Bebekler dünyaya geldiklerinde sevme kapasiteleri vardır, ancak sevgiyi bilmezler. Sevgiyi çoğu kez anneden öğrenirler. (Burada bebeğin duygusal bağ kurduğu ilk kişiyi kast ediyorum, bu kişi genelde annedir, ama elbette anne olmak zorunda değildir.) Psikanalist Michael Balint, her insanın birincil sevgiyi/aşkı annesiyle yaşadığını, daha sonra yaşanan sevgilerin bu birincil sevgiyi arama/bulma amacı taşıdığını söyler. Bebeklerle ve çocuklarla yapılan uzun psikanalitik gözlemler her çocuğun bağlanma ve ilişkilenme eğiliminde ve çabasında olduğunu gösterir. İşte bu süreçte çocuk, sevgiyi haz ve doyumluluk üzerinden öğrenir. Fakat hazzın olmaması ve doyurulmama, yani ilgi görmeme, anlaşılma çabasından mahrum kalma ve iletişimsiz bırakılma durumunda ise nefret duygusunu tanır. Sevginin en belirgin özelliği cebrin, yani zorlamanın olmamasıdır. Sevginin bu gönüllü olma hali, nefret duygusuna da kapı açabilir. Bu durumda çocuk iki duyguyu da yaşayabilir, pekiştirebilir.

Birbiriyle negatif, ancak güçlü ilişkileri olan bu iki duygunun, bizim kültürümüzde sıklıkla birbirine karıştırıldığını gözlemliyorum. Bu toplumda ebeveynlerden beklenen en önemli görev,  çocuklarının duygularını manipüle etmek, onları kolektif kültüre uygun hale getirmek. Dinsel ve kutsal olana da dayandırılarak anne/babalarından nefret etmeleri çocuklara yasaklanır. “Anne/babadan nefret edilmez” yasaktır, ayıptır, günahtır. Tanrı içimizi de bildiğinden nefret fantezisi bile yasak ve günahtır. Ama bir insan/çocuk için nefreti yaşamamak imkansız olduğundan, bu nefret duygusu ailenin sevmediği, ötekileştirdiği veya düşman bildiği gruplara/kişilere yansıtılır.  Bir duyguyu ancak ilişki kurduğunuz insanlar için gerçekten hissedebilecek olmamıza rağmen, hiç tanımadığımız halde sevmediğimiz, hata nefret ettiğimiz komşu aileler, yandaki kasabalılar, Aleviler, Kürtler veya Yunanlılar, gavurlar, Çinliler, Almanlar ve başka halklar vardır. Ortada bir ilişki yoktur ve nefret etmek aslında imkansızdır, ama bu yansıtma sayesinde anne/baba/kardeş ilişkilerinde oluşan nefret aile dışına atılır ve böylece aile negatif duygulardan arındırılır.

Suç, nefret ve utanç

Anne/baba/çocuk ilişkisini belirleyen duygu, sevgidir. Anlık nefretlerin ailede yaşanamaması, bastırılması ve yasaklanması nefreti kalıcı hale getirir. Bu ise sürekli bir duygusal yük yaratır. Ben annemden bir bağlamda ve anlık olarak nefret etsem bile sevgi ilişkimden ötürü bu nefret geçicidir, dönüştürülebilir. Bu dönüşüm suç bilincimin oluşmasına, çatışmada kendi payımı ve sorumluluğumu kavramama imkan verir. Bağışlama ve barışmayı sağlayabilir. Ancak nefreti ötekileştirilene yansıttığımda barışma, sorumluluk üstlenme, suç bilinci oluşturma ve buna bağlı olarak öğrenme ve dönüşme olanağını kaybederim.  Hristiyanlık dışı (kültür kuramcılarından bazıları batı kültürünün suç kültürü olduğunu söyler. Müslüman kültürler bu kontekste arlanma/utanma kültürüdür) pek çok kültürde olduğu gibi, bizim kültürümüz de bir suç bilinci oluşturulmasına pek izin vermez.  Bazı kültür kuramları Hristiyanlıktaki ilk günah ve cennetten korunma anlatısının kolektif bilinç ötesinde suçu kabullenme ve sonuçlarına katlanmayı kapsayan bir suç bilinci oluşturduğunu söylerler.[1] Ancak Türkiye’deki yaygın kültürel ve dinsel örüntü daha çok arlanmaya/utanca dayanır. Suçlu hissetmeye sebep olan konular genelde arlanma üzerinden cezalandırılır ve utanç alanına çekilir. Böyle olunca suçluluk duygusu ve arlanma duygusu arasında bir karmaşa oluşur... Bu karmaşada bastırılan, sorumluluğu alınmayan nefret ise sadece nefret olarak kalır. Bu bilinç ötesi kolektif örüntü temel psikolojik bir sorun yaratıyor. Çünkü nefret, nefret edilene değil de nefret edene yük olan bir duygu. Hele ki nefreti yansıttıklarımızla bir ilişkimiz dahi yoksa, yani nefret objemiz uzağımızdaysa bu yükü taşımada iyice yalnızlaşırız. Bu durumda bu yük, bizde kalıcı bir negatiflik yaratır. ‘Öteki’yle tanıştığımızda dahi bu negatif duygunun dönüşmesi çok zaman alır, çoğu kez de dönüşmez, çünkü dönüştürme deneyiminin ve sevginin eksikliği belirleyici olur.

Ölümüne sevmek

Nefretin böyle yaşandığı bir kültürde, sevgi duygusu da çarpıtılır.  Her Türk çocuğu anne/babası/devletini/vatanını/dinini/Allah’ını sevmek mecburiyetindedir(!). Bu sevginin olup olmadığı aile ve Tanrı tarafından kontrol edilir... Bu Tanrıların genel sorunu ise negatif toneye sahip duyguların yalnızca yıkıcı taraflarını görmeleri ve onları bastırmayı emretmeleridir. Bu dinsel buyruk kolayca duygulanımın kültürel yapısına aktarılır. Örneğin bazı sohbetlerde ‘anneni/babanı sevmek zorundasın’ sözünü sıklıkla duyarım. Anneyi/babayı bir an bile olsa sevmeme şansınız yok... Çünkü cenneti bir kez annelerin ayaklarının altına koyunca (cennette ve aynı zamanda ayak altı çocuğa layık gördüğümz yerdir), sevgiyi ilişkide oluşan ve gönüllülüğe dayanan bir duygu olmaktan da çıkarırsınız. Bu “mecburiyet”in yarattığı şiddet, farkına varmasak da,  günlük ilişkilerimizde patolojik boyutlara varıyor. Anne/babanın veya öğretmenin ‘vurduğu yerden gül biter’ sözünde açığa çıkan düşünce ve duygulanma halinin bir fail koruması, suçlu yüceltmesi olduğunu kavrayamıyoruz. Sevme ve sevilmeyi böyle öğrenenler, yetişkinliklerinde faille özdeşleşiyor, failin şiddet söylemini üstleniyor veya bizzat fail oluyorlar: “Ya sev ya terk et”, “ya benimsin ya kara toprağın” sözleri size de tanıdık gelmiyor mu? Sevgiyle şiddeti komşu yapmak... Sevgiyi böyle öğreneler, yaşayanlar sevinçlerine de şiddeti bulaştırıyorlar: Kutlamalarımızda kurbanlar kesip kurbanın kanını sürüyoruz alnımıza... Sanki kansız eğlenemezmiş gibi sevinçlerimize kan bulaştırıyoruz çoğu kez... Gururlandığımız bayrak kan çağrıştırıyor. Kan dökülüyor kirve kucaklarına ve gerdek gecelerine... Öfkesiz, şiddetsiz ve gönüllü sevgiler ve sevinçler boğuluveriyor... Sevgi ve nefret arasındaki bu duygusal kaosa korku duygusunun eklenmesi ise, durumu daha karmaşık hale getirir. Biz anne/babamızı/Allah’ı/devleti severken onlardan korkarız da... Anne/babanın, devletin ve dinlerin en önemli görevinin, çocuğun korkularını azaltmak olması gerekirken, dünyanın çoğu yeri gibi bizde de bunlar korku üretirler ve korku üzerinden çocuk üzerinde güç kurarlar... (Ancak korku meselesini başka bir yazıda daha geniş ele aldım, isteyenler şu metne bakabilirler).

Kıskanmak ve kıskanılma arzusu

Çevrenizde, ben kıskancım diyen birine hiç rastladınız mı? Eşlerini sahiplenen, onları kendi malı gibi görenler dışında kimse kıskançlığa sahip çıkmaz. Kıskanç olan, haset olan başkasıdır hep. Çocuk gelişimini kıskaçlığa borçludur hâlbuki. Özenme ve özdeşleşmenin altında kıskançlık vardır. Bebeklerin anne memesiyle olan ilişkisini gözlemleyen psikanalistler bebeğin bazen agresif, bazen aç gözlü bir biçimde annenin memesine saldırdığını söyler, bu saldırıyı kıskançlıkla ilişkilendirirler. Çocuk yetersizliklerini, hayatta başarılı olabilmek için donanımsızlığını fark ettiğinde anne/babasını kıskanır. Çocuk anne/babayı sevse bile, onlar olmadan hayatta kalamayacağı realitesini fark ettiğinde yetişkinlere özenmeye, onları taklit etmeye, onlarla özdeşleşmeye yönelir. Kanepede keyiflice oturan ya da sokakta ele ele yürüyen ebeveynler, dört –beş yaşlarındaki çocuklarının onları kıskanarak aralarına girmek istemesine sıkça tanık olurlar. Yani kıskançlık, çocuğun normal gelişiminde gözlemlediğimiz, insan olmaya ait bir duygudur ve imrenme, taklit ve özdeşleşme gibi kanalları açarak çocuğun olgunlaşma sürecine olumlu katıda bulunur.  Fakat yetişkinlik boyunca, bu duyguyu kanalize etmek yerine onula savaşırız.  Bu savaşın sonunda kıskançlık, gizlediğimiz ya da sürekli ötekinin üzerine attığımız bir duygu olur. Bunda kıskançlığın yıkıcı bir yanın olmasının yarattığı korku da etkilidir elbette. Öte yandan kıskançlık ile bu ilişkimiz yalnızca bireysel düzlemde böyle değildir. Aksine, Erdoğan’ın sürekli tekrarladığı “Avrupa bizi kıskanıyor” aldatmacasının güzelce örneklediği gibi,  toplumsal/kültürel/siyasal örüntümüzde “ötekinin bizi kıskandığı” varsayımının yaygınlığı,  o kültüre ve duygulanış tarzına gömülü olan bizleri de etkiler.  Oysa kıskanılan olmak da belirli donanımlara sahip olmayı, karşıdakinin “edinme arzusunu” kışkırtabilmeyi gerektiren ve bu bakımdan “hak edilmesi” gereken bir konumdur.

Ergenlik: kaybedilen ikinci şans

Psikanaliz ergenlik dönemini ilk çocukluktaki soruların ve sorunların yeniden ortaya çıktığı bir evre olarak görür. Bu nedenle bu dönem yanlışların onarılması ve eksiklerin giderilmesi açısından her insan için ikinci bir şanstır. Fakat Türkiye’de çocukların ergenliğe yoğun ve olması gerektiğinden fazla problemle ulaşması, bu şansın kullanılmasını zorlaştırıyor. Çünkü bebeklikten ilk çocukluğa uzanan dönemde bedenimizde hissettiğimiz deneyim ve duyu organlarımızla algıladığımız dünya ile anne/baba tarafından temsil edilen “gerçek” arasında ciddi bir yarık var. Örneğin canı yanmaya devam eden bebeğe “öptüm, geçti!” demek veya henüz soyutlama döneminde olmayan çocuğa soyut dinsel öğretileri/karakterleri anlatmak çocukların algısına güvenemez hale gelmesine neden oluyor. Görmek/görmemek, duymak/duymamak arasında hiç bir fark kalmayınca, algılama çocuk için sorunlu hale gelebiliyor. Hele ki bedenimizin değiştiği ve bu değişimi kontrol edemediğimiz ergenlik dönemine bir de böyle bir algı manipülasyonunu taşıdığımızda işler daha da karmaşıklaşıyor. İlk çocuklukta algısına sahip çıkmak isteyen çocuğa yönelik manipülasyon, ergenlikte bağımsız bir kimlik ve kişilik oluşturmak isteyen gence yönelik manipülasyon ile süreklilik kazanıyor. Manipülasyondaki bu süreklilik genç ergenin iradesine, duygularına ve gerçeklik algısına güvenen,  özerk bir kişilik oluşturma için bu ikinci şansına ket vuruyor. Burada en önemli çatışma ergenin anne/baba ile oluşturmaya çalıştığı mesafenin sürekli ihlal edilmesi, engellenmesi: Çocukken anne/babamızın en güzel, en güçlü, en becerikli insanlar olduğunu düşünürüz. Bu nedenle onlara aşığızdır. Çocukluktan çıkmak bir düş kırıklığıyla başlar: Anneniz/babamız bizim yücelttiğimiz gibi değillerdir. Realite girer insanın hayatına. Bu düş kırıklığı ve ensest tabusu çocuğu ergenlikte başka/yabancı olan insanlara yönlendirir. Başka insanları yüceltir, severiz. Bu, aslında anne/baba ile aramıza mesafe koymak ve bağımsızlaşmak için de kıymetli bir dönemdir. Fakat bu noktada anne/baba, yabancıya yönelen ilgiyi kendisinin değersizleştirilmesi olarak gördüğünde bu mesafenin ihlali ve müdahale söz konusu olur: Bu yüzden ergen gençlerin odalarına astıkları ve idol olarak gördükleri posterler yırtılır. Bu idoller ve aslında ergen gencin duyguları değersizleştirilmeye/anlamsızlaştırılmaya çalışılır. Beğendimiz “yabancı”/sevgili tarafından beğenilmek için aldığımız ceket, saçımıza verdiğimiz şekil alay ve tartışma konusu yapılır. Ebeveynler çocuklarını hala kendi arzularına bağlı tutmaya, onun özgün olma isteğine darbe vurmaya çalışırlar...

Çocuk yetiştirmedeki bu bir sistematik manipülasyon toplumsal alanda iki eğilimi aynı anda geliştiriyor: Bir yandan manipüle olmaya yatkınlık, eleştirel düşünememe, mesafesizlik/mesafe koyamama, diğer yandan nesnel gerçekliğe inanmamak, kendi hakikat algısına güvenmemek ve bu güvensizlik nedeniyle manipülasyonla oluşturulan “hakikate” kör bir bağlılık geliştirmek. Manipülasyona karşı bu dirençsizlik, paradoksal biçimde,    “birilerinin manipülasyonuna kapılma korkusu” yaratıyor ve kör bağlılıklar bir bakıma “manipüle olmaya direnme” olarak sahipleniliyor. “Kemikleşmiş oy kitlesi” diye adlandırılan olguya, yani gerçeklik manipülasyonuna, yalan ve aldatmaya rağmen pozisyonunu koruma direncine biraz da böyle bir analizle bakıyorum…

Körelen Duygular

Karşıt duyguların birbirinin yerine geçirilmesi, bazı duyguların bastırılması ve bazılarının kışkırtılması, yani duygularımız üzerine bütün bu manipülasyon duyguları köreltiyor. Duygulu insanların yaşadığı bir ülkede sevgilinizle gittiğiniz bir eğlence mekanında istek yaptığınız şarkı “bir ihtimal daha var/ o da ölmek mi dersin?” olamazdı; kanlar içinde yatan insanlara söylenmiş bir ağıt olan ‘dom dom kuşunu değdi’ sözlerinin melodisinde göbek atamazdınız; aslında bir çocuk istismarını anlatan “henüz girmiş 13/14 yaşına” sözleri sizi sadece öfkelendirdi.... Kadın cinayetlerini gerçekten dert edenin “git getir, saçlarından tut getir” sözlerine itirazı olur en azından... Kurtuluş Savaşı kurtulamadığınız bir savaşa dönüşmez ve her yıl “Yunanlıları denize dökme” bayramları kutlanmaz... 40.000 örümcek öldürülse, ne bileyim 40.000 sinek... Tanığı olsak... İçimiz tutmaz ve günlerce yemeden içmeden kesiliriz... Biraz daha, bir kaç tane daha diye savaş naraları atmayız... Cumartesi sadece bir gün olarak kalır, anaların yas günü olarak anılmaz... Her karesi acı, keder ve yas dolu topraklarda yaşıyor, ama arsız çocuklar sürekli ‘acımadı ki, acımadı ki’ diye bağırarak acılarımızı inkar ediyoruz sanki... Duyguları afaki bir gösterişçilikten öteye taşısak, onlarla yüzleşsek ve onları samimiyetle hissetsek bizi daha iyi bir insan yapan, öteki ile bağ kurmamıza olanak veren, iyicil duygulara yer açabiliriz. 

Kolektif kültür varlığını sürdürebilmek için bireysel olanı, duyguları törpüler, manipüle eder. Bu kaçınılmazdır biraz da. Bireysel olanla savaşır ve hizaya getiremediğini söylenceye dönüştürür ve kendine eklemler kolektif kültür. Bitirirken söze başladığımız yere, temel sorumuza geri dönüyor gibiyiz: Böylesine bir duygular karmaşasının ortasında, duyguların manipüle edildiği ve birbirinin yerine geçirildiği göz önünde tutulduğunda “duygulu bir toplumuz” iddiamızda hala ısrarlı mıyız?


[1] Yer yer  “Batı” dünyasından söz etmem ve örnekler vermem umuyorum “Batı’nın yüceltilmesi” olarak düşünülmez. Etno-psikanaliz zanaatıyla uğraşmanın en temel prensibi kendi kültürüne eleştirel yaklaşmak ve kültürler-arası düşünebilmek. Öte yandan bazı örneklein patalojik deneyimlere dayanıyor olması, yani ‘normal’ duruma bire bir aktarılamayacağı ise haklı bir eleştiri olur. Bu durumda yazılara kendi çerçevenizden bakın…