CHP-AKP arasında

CHP ve DSP’nin seçim işbirliğine gitmesi, siyasal partilerin seçim ittifakları yapmasını yasaklayan anti-demokratik kural engelini aşmak için bulunmuş suni bir anlaşma mıdır? Yoksa, CHP’nin son yıllarda hızla ulusalcı sol kulvara yerleşmesiyle, aralarında dişe dokunur farklar kalmayan iki partinin, kişisel makam hırslarını aşarak gerçekten birleşmesine gidecek bir ilk adım mıdır? Bunların yanıtlarını seçimlerden sonra alacağız. Ama bunu beklemeden, hemen belirtmemiz gereken olgu, bu işbirliği ve olası birleşme perspektifinin, Türkiye’de sol açısından önemli bir gelişme olduğudur.

Kendini sol/sosyal-demokrat olarak tanımlayan seçmen tabanının, içinde yer aldığı siyasal akımın güçsüzlüğünün en önemli nedenini bölünmelerde bulmasına son vereceği için bu girişim önemlidir. CHP-DSP’nin birlikte parlamentoya girmeleri ve ardından gerçekten birleşmeleri, bunun Türkiye’de sosyal-demokrasiyi ayağa kaldıracak mucizevi formül olduğu inancıyla avunarak, bir Mehdi bekler gibi birleşme bekleyenlerin, bu kesimde yer alan siyasal anlayışlara içkin köklü sorunlarla bu kez yüzleşmelerine yol açabileceği için olumludur.

Böyle bir durum, CHP’nin AKP hükümeti karşısında yürüttüğü muhalefetin içeriğinin ve tarzının, sol ufuk ve değerler açısından değerlendirilmesini daha da anlamlı ve gerekli kılıyor. CHP, özellikle 2004 ortasından itibaren, bir yanda milliyetçilik diğer yanda laikçilik olarak tanımlayacağımız otoriter tınıları güçlü bir cumhuriyetçilik olmak üzere, AKP’ye karşı iki kanaldan muhalefet yürüttü. Kıbrıs, AB üyeliği, Kürt sorunu konularında “ulusalcı duruşu” öne çıkararak, Türkiye’deki kadim milliyetçi tepki ve korkuları canlandırarak, AKP içindeki milliyetçi-muhafazakar çekirdeğin güçlenmesine yol açtı.

Deniz Baykal, Mart 2007’de Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezinin düzenlediği “Türk Jeopolitiği ve Türkiye’nin Yeni Ufukları” konulu panelin açılış konuşmasında, CHP tavrını açık biçimde özetlemişti (Halk gazetesi, sayı:78, 1 Nisan 2007).

Baykal bu konuşmasında, “Bir süreden beri Türkiye’ye, cumhuriyetle birlikte başlayan ve henüz tamamlanmamış olan uluslaşma süreci bir kenara bırakılarak, bir ayrışma sürecinin dayatılmaya başlandığını” iddia ettikten sonra, bunun “bazen demokratikleşmenin bir gereği olarak öne sürülmeye çalışıldığını, bazen PKK’nın denediği gibi silah gücüyle, bazen de AB adına yapıldığını” vurguladı. Ayrışmanın ve onun sonucu olacak olan bölünmenin üç kaynağının, demokratikleşme-PKK-AB olarak sunulması, Baykal CHP’sinin ulusalcı denklemini yeteri açıklıkta ortaya koyuyor.

Kıbrıs konusundaki tavır, yukarıdaki denklemi tamamlıyordu: “Kıbrıs’ta iki ayrı millet, iki ayrı din, iki ayrı siyasi oluşum vardır. Bunu yok saymak mümkün değildir. Yapılması gereken çok nettir, fiili durumu hukuki duruma dönüştürmek konusunda kararlılık gösterilmesidir”. Fiili durum ayrı devlet olduğuna göre, CHP’nin Kıbrıs konusundaki tavrının, kardeş parti olması gereken CTP’nin tavrıyla taban tabana zıt olması, ulusalcı denklem açısından tutarlıydı. Bilindiği gibi, Kıbrıs’taki bir sosyal-demokrat parti “birleşelim” önerisini savunurken, Türkiye’nin “sosyal-demokrat” partisi CTP’yi ihanetle suçluyor. Bunun nedeni, CTP’nin gerçek bir sosyal-demokrat tabana oturması, CHP’nin ise ulusalcı-muhafazakar bir parti olması değil mi? CHP’nin Sosyalist Enternasyonel’de yaşadığı sıkıntılar, aldığı tepkiler de buna işaret ediyor.

AB üyeliği ile ilgili Baykal’ın bu konuşmadaki değerlendirmesi ise, CHP’nin “ayrıcalıklı ortaklık” türünden bir ara konuma sıcak baktığını açık biçimde gösteriyordu: “Gerçekleşmeyecek bir umuda, temelsiz bir hayale dayalı olarak, koca bir milletin politika götürmesi çok ciddi bir yanlıştır. Böyle bir yanlışa artık sürüklenmemeliyiz. Almanya Başbakanı Merkel, bu konuda doğruyu söylüyor. Bir rahibin kızı olarak yetişmiş siyasetçi olarak dürüstçe, bu konuda açık konuşmayı kendisine ilke edinmiş bir siyasetçi olarak doğruyu söylüyor. O, ‘Türkiye 50 yıl sonra AB ile ancak bugünkünden ileri bir ilişki kurabilir’ dediği halde, bizim hala o yanlış söylüyormuş, bilmiyormuş gibi ‘tam üyelik için çalışıyoruz’ diye kendimizi aldatmaya çalışmamızın kabul edilebilir tarafı olabilir mi?”

AB aday üyeliği sürecinin durdurulması, müzakerelerin askıya alınması, Türkiye’ye üyelik dışında işbirliği statüsü önerilmesi konusunda Avrupa’da ittifak içinde olan, Sarkozy’nin cumhurbaşkanı olmasıyla bu konuda daha da güçlenen muhafazakar-liberal cephenin yapacağı yegane şey, herhalde Baykal’ın bu görüşünü Avrupa dillerine çevirip, Türkiye ile ilgili her toplantıda masaya koymak olmalıdır. Türkiye’nin üyeliği konusunda Avrupa’da samimiyetle ve var güçleriyle uğraşan sol güçlerin, “Türkiye’nin sosyal-demokrat partisinin” bu tavrı karşısında nasıl kontrpiyede kalacaklarını tahmin edebiliriz.

Baykal ve çevresi bu tavırlarını realizm adına aldıklarını söyleseler de, tavırlarının esas kaynağı bölünme denkleminin üç değişkeni içine AB’yi yerleştiriyor olmalarıdır. Bu yeni Sevr endişesini, CHP’nin diplomat milletvekilleri Türkiye’de ve uluslararası platformlarda birkaç yıldır her fırsatta sergiliyorlar.

Baykal, AB ile görüşlerini bağlarken, “biz kimseden korkmuyoruz, onlar bizden korksunlar” demekten de geri kalmıyordu. Üç seçim sloganından biri “bölünmeyeceğiz” olan, bölünme korkusunu her fırsatta dile getiren bir partinin, diğer yandan da “biz korkmuyoruz” diye haykırması sadece komik olarak tanımlanabilir. Kimseden korkulmadığının ifade edilmesini, “onların” bizden korkmaları gerektiği yargısıyla nihayetlendirmenin ise, toplumda hangi ruh halini canlandırmak istediğini yorumlamak herhalde gereksiz. Bunu yapan radikal milliyetçi bir parti olsa, siyasetinin doğasıdır denecek olan bu tavır, konuşan CHP genel başkanı olduğu için, sosyal-ulusalcı bir ses olarak nitelendirilebilir.

Zaten aynı konuşmanın sonunda Baykal, “milliyetçilik bizi biz yapan temel değerimizdir” dedikten sonra, milliyetçiliği “bizim kimliğimiz” ve “Türk toplumunun çimentosu” olarak tanımlıyordu. Bu milliyetçiliğin etnik ve inanç ayrıştırması yapmadığını iddia etmekle beraber, bunun aynı zamanda Türk milletinin “onuru ve gururu”nu oluşturan bir kimlik olarak sunması, konuşmanın bütünlüğünü taçlandırıyordu.

DSP’nin ruhani liderleri Ecevitlerin ulusalcılık konusundaki daha ileri görüşlerini, ülkenin parsel parsel satıldığı hakkındaki kanaatlerini anımsamak yeterli. Bu tavrın sosyal-ulusalcı olduğunu belirttik. CHP’nin ve büyük ihtimalle CHP-DSP işbirliği veya birleşmesinin merkezinde bu tavır yer alıyor. Buna karşılık, solun özgürlük, eşitlik, sosyal dayanışma ideallerinin dile getirilmediği veya bunların zaman zaman yasak savar biçimde ve mostralık olarak yer aldığını dikkate alarak, sosyal-ulusalcı sıfatının da popülist-ulusalcı olarak düzeltilmesi aslında daha doğru olacaktır.

Seçim zamanı yaklaştıkça, AKP’nin iktisat politikalarıyla, sosyal politikalarıyla arasında anlamlı farklar bulunmayan, hatta bu farkları daha da azaltan bir popülist-ulusalcı tavır var karşımızda. Örneğin yoksullukla mücadeleyi, aile ve ailenin direği konumundaki kadın merkezli kılmak gibi önerileriyle, CHP büyük ölçüde muhafazakar sosyal politika anlayışına eklemlenebiliyor. Bunu renksiz ve ruhsuz bir piyasa dostu iktisat politikası vaadi tamamlıyor.

CHP’nin AKP’ye karşı yürüttüğü ve tüm çatışmayı laik-anti laik kamplaşmasına hapseden ve AKP’yi milliyetçi kulvarda yarışmaya zorlayan tavrı, Türkiye’de özgün bir demokrat, özgürlükçü, eşitlikçi sol sesin ortaya çıkmasını büyük ölçüde engelledi. AKP’nin muhafazakarlığının, iktisat politikalarında fütursuz liberalliğinin, araççı demokrasi anlayışının eleştirilmesi gereğinin önüne, özgürlükçü sol kesimlerin CHP’nin bu ulusalcı-popülist ve bir çok açıdan muhafazakar tavrıyla aralarına mesafe koyma ihtiyacı çıktı. Böylece demokrat, özgürlükçü ve eşitlikçi güçler Türkiye’de CHP’yi eleştirirken, AKP’nin yanına düşmek, ya da AKP’yi eleştirirken CHP’nin yanına düşmek gibi ikircikli bir konumda kendilerini hissettiler. Bu onları zaman zaman daha da etkisiz ve silik kılabildi.

Bu nedenle, bugün CHP-DSP birleşmesi ve bu birleşmenin üzerinde yükseldiği asli değerlerin, ilkelerin ve politikaların açık biçimde ortaya çıkması sol açısından rahatlıcı ve ön açıcı olacaktır. CHP-DSP’nin kâh popülist-ulusalcı kâh milliyetçi-laikçi kâh ulusalcı-muhafazakâr tavırlarının iyice açığa çıkmasıyla, özgürlük, demokrasi ve eşitlik ilkelerinden taviz vermeyen solun hem AKP’nin hem de AB’nin liberal-muhafazakar yönlerine karşı yürütmesi gereken mücadeleyi gerçek zeminine oturtacaktır. Bu konuyu önümüzdeki haftalarda tartışmaya devam edeceğiz.

Radikal İki, 27.5.2007