HDP’nin “Büyük İnsanlığı”, “Biz’ler” ve Radikal Demokratik Kamusal Alan

Halkların Demokrasi Partisi’nin (HDP) ortaya koyduğu ‘radikal demokratik’ politik proje, “Türkiyelileşme”, “Yeni Yaşam” çağrısı, “Büyük İnsanlık” inşası ve “Biz’ler” gibi yeni siyasal diskurlar üzerinden, aslında bir nevi Osmanlı'nın son dönemi ve modern Türkiye’nin kuruluşundan beri dikey düzlemde oluşmuş sosyo-politik kimliklere, yatay bir bakış açısı ile yeni bir kamusal alan açma çabası olarak okunabilir.

Konunun daha iyi anlaşılması için radikal demokrasi söyleminin arkelojisine baktığımızda, Türkiye’de demokrasi içinde ‘yeni sol’ politikalar, belirli bir sol kesim (kurulduğu dönemdeki Özgürlük ve Dayanışma Partisi gibi) tarafından oluşturulmaya başlanmış ve post-Marksist sol anlayışın (Gramsci, Althuser vb.) politik hayat içindeki görünürlülüğü sağlanmıştır.

Öte yandan, Kürt siyasal hareketine baktığımızda son yıllarda geçirdiği kimlik dönüşümünün bir sonucu olarak, sistemiçi meşru radikal siyasetin HDP adında politik bir projeyle hayat bulduğu görülür. Türkiye’deki bu gelişmelere karşın, Suriye merkezli Kürt siyasal hareketi (Demokratik Birlik Partisi- PYD) ise Kobanê’de Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) diye tabir edilen anti-demokratik ve aşırı dinci ve barbar silahlı güçlere karşı elde ettiği kazanımlar sonucunda kanton rejimi adı altında, Ortadoğu’nun dinamikleri ışığında halihazırda radikal demokrasiyi Rojava (Kuzey Suriye) bölgesinde çoktan pratiğe dökmüş durumda.

Bu çalışmada HDP’nin radikal demokrasi okuması daha çok temelleri genelde, Michael Hardt ve Antonio Negri’in (2000) eserlerindeki demokrasi algılamaları ile kıyaslandığında, Laclau ve Mouffe’un kurguladkları radikal demokrasi siyasal projesine daha yakın olarak algılanmaktadır, ama daha özelde ise Mouffe’un (2013) daha sonra bu konsepti geliştirerek, günümüz neoliberal ve global dünya düzenine göre uyarladığı ‘agonistik demokrasi’sini andırmaktadır.

Çünkü HDP sistem içinde yer alan ‘meşru’ politik bir parti olarak, Hardt ve Negri’nin sosyal medyayı efektif kullanan, belirgin bir ideolojik motivasyonla şekillenmeyen, postmodern sosyal hareketler (occupy movement vb.) için öngördüğü, yani sistemi redde, ya da sistemden ‘toplu çıkışa’ (exodus) yönelmez. Buna karşın, HDP’nin stratejisinin daha yakın durduğu Mouffe, daha çok günlük hayatın akışı içinde bir alternatif sunarak, havada kalan kritik söylemlerin ötesine geçerek, yüzleşme/entegre (‘engage with’) eksenli bir reel politik tutum önerek sistemi ve neoliberal demokratik kurumları Gramsci’nin (1971) ‘mevzi/pozisyon savaşı’ (war of position) stratejisi ile radikal olarak dönüştürülmesinden bahseder. Özellikle zamanın ruhu (zeitgeist) olan neoliberal sistemin, sosyal demokratlar ve solun kendisi de dahil olmak üzere, güçlü bir şekilde toplum tarafından benimsenip kabullenildiği ve ekonomik politik açıdan da alternatifsiz olduğu farzedilen hegemonik ‘post-Fordist’ çağ düşünüldüğünde.

Kürt siyasal hareketi 1970’lerin sonunda olduğu gibi sosyalist bir ortam içinde mobilize olurken (daha sonra, 1984’ten itibaren PKK-Kürdistan İşçi Partisi kontrolü altında yönlendirildi) Türkiye Cumhuriyeti'nin Kürdistan’da kolonyal bir rolü olduğunu belirterek (İsmail Beşikçi’nin konuya dair çalışmaları önemlidir), bu bağlamda devlet otoritesini kabullenmeyerek, sillahlı mücadele dahil olmak üzere bir isyan hareketi başlatmış ve bağımsız bir ülke talebinde bulunmuştur, bu tepkisellik tam anlamıyla sistemi tanımama ve ‘toplu çıkışa denk düşer. Ama Kürt siyasal aktörlerince kurulan ve Kürtçü diye ‘etiketlenmiş’ legal siyasal partilerinin (HEP ten DTP’ye) kalıtı üzerine kurulan HDP, bu açıdan sistemi nasıl bertaraf edeceği değil, demokratik olan radikal değerlere uygun olarak iktidar ve kurumları nasıl yeniden şekillendireceği üzerine politika yapmak istediğini göstermektedir. ‘Dağ siyaseti’ ile ayrışık bir siyasal yöntemler geliştirmeye başlanmıştır. Bu yönüyle Syriza ve Podemos gibi politik partilerle kimliksel olarak çok benzeşmese de kimyaları, yani sistemi radikal bir tarzda değiştirme amaçları ve fonksiyonel yapıları uyuşmaktadır. Syriza’nın Kobanê’ye delege yollaması, HDP’nin İzmir mitingine katılması bu dayanışmanın fiziksel boyutunu da ayrıca göstermektedir.

Sonuç olarak, sol yönlü popülist bir yaklaşımla HDP, sistemi yine sistemin kendi demokratik kurumlarını kullanarak değişme isteğini beyan etmekte klasik bir direkt devrim söyleminden ziyade ‘pasif bir devrim’ stratejisi gütmektedir. Mesela, parlemento sistemi içinde yer almayı tercih etmekte, 100'e yakın belediye ile yerel yönetimler üzerinden deneyim sağlamakta, anayasa değişikliği isteyerek devlet kurumlarının radikal dönüşümünden bahsetmektedir. Diyanet tartışmasında ya da seçim bildirgesindeki 12 ana madde içeriğiyle bu dönüşümün alanlarını (eğitim, yargı, seçim yasası vb.) sıralamıştır. Eşzamanlı olarak, HDP’nin seçim bildirgesi agonistik bir çerçeveden okunduğunda aslında hiçbir kimliğin başka bir kimliğe vesayeti yada kendi bünyesinde eritme ütopyası söz konusu olmadığı görülecektir, böyle bir yönelme, yani tek kimliğin iradesi altında yapılacak homojen siyaset aynı zamanda radikal çoğulcu demokrasi söyleminin de ruhuna aykırı bir durum teşkil edecektir.

Bildirge HDP’nin radikal demokrasi mücadelesi verdiğini belirtiyor ve devam ediyor:

 “Bu demokrasi anlayışı, halkın kendi hayatı üzerinde örgütlü bir güç olarak gerçek iktidar haline gelebilmesini hedefliyor. Toplumun güçlenmesini eşitlik, özgürlük ve eşit yurttaşlığın temeli olarak görüyor. Toplumu, üretim ve çalışma koşulları üzerinde söz ve karar sahibi yapmayı amaçlıyor. Toplumun ve insanın, sermayenin ve siyasi iktidarın mutlak tahakkümü altında ezilmesine karşı direnç üretemeyenler demokrasiye erişemez. Toplumun her bir öğesinin varlık ve yaşam koşullarının toplumun tümü tarafından güvence altına alındığı bir yeni yaşamı inşa etmek için gerçek demokrasiye ihtiyacımız var”.1

Bununla beraber, verilen içsel ve dışsal tepkiler de radikal demokrasi söylemi bağlamında oluşturulmaya çalışılan bu ‘postmodern agonistik blok’ oluşumunun ve bu yakalanan momenti gerçekleştirmenin Türkiye toplumu için ne kadar da zor olduğunu da göstermektedir.

Türkiye gibi derin politik, sosyal ve ekonomik ayrımlar içinde olan bir ülke için klasik neoliberal prensiplere dayalı etnik, dinsel, ya da herhangi bir tekil ‘özcü’ kimlik (dindar, seküler, milliyetçi vb.) üzerinden yapılan siyaset beraberinde ‘post-siyasal’ yada ‘post-demokrasi’ diyebileceğimiz organik krizleri de getirmektedir. Çünkü ‘siyasal olanın’ oluşmadığı bir ortamda, demokratik bir siyaset ve kurumlar üzerinden, bu kimliklerin tartışılması yada dönüştürülmesi mümkün olmayan ahlaki, kültürel ve kutsal değerler üzerine kurulu kodlar ile siyaset yapmak mümkün gözükmemekte, toplumun farklılıklarını ciddi şekilde derinleştirmektedir. ‘Kutsallaştırıldıklarından’ dolayı, demokratik politikaya uygun olarak bu değerlerin anlamı, kapsadığı alanın tartışılması ya da üzerlerine pazarlık yapılması mümkün olmamaktadır, tabii ki bu yapı beraberinde siyasi çıkmazları da doğurmaktadır.

Bu açıdan HDP her fırsatta Kürt kimliği eksenli bir politik parti olmadığını dile getirmekte, elinden geldiğince bu ‘yaftaya’ maruz kalmamamak için önceki Kürt destekli partilerden çok farklı söylemler kullanmaktadır. Bölgelselikten ülke geneline yönelen bir politik söylem içinde, herkese demokratik eşitilik ve özgürlük konseptinde, etik siyasal bir çerçeve çizme çabasındadır. Sadece Kürt menşeli bir siyaset, diğer kimliklerin sorunlarını tam olarak karşılayamayacağı ve de radikal demokratik politikaya aykırı olacağı için Kürt kimliği ikincil düzeyde kalmıştır, sonuç olarak hiçbir kimlik tekil anlamda partinin rengini yansıtmamakta, agonistik bir çoğulculuk bu şekilde oluşturulmaktadır. 

Böylece, HDP Ludwig Wittgensteincı (2009) dil oyunu kuramı (language game theory) içinde ‘Büyük İnsanlık’ ve ‘Yeni Yaşam’ inşası söylemleri aslında ‘aile benzerliği’ (family resemblance) konsepti doğrultusunda biribirinden farklı gurupları, aktörleri yani sistem içinde ötekileştirilmiş, ötelenmiş kimlikleri demokratik istemleri doğrultusunda bir araya getirmektedir. Aynı amaç yani demokratik ‘herkese eşitlik ve özgürlük’ ilkeleri doğrultusunda yeni söylemler yaratarak, şimdiye kadar olan ‘Biz’ kavramını Jacques Derridacı (2001) bir yapıbozumcu çözümleme aracılığıyla, yeni bir ‘Biz’ tarifi üzerinden siyasal sınırlar (political frontier) çizmektedir. Bu terimlerin tanımından ziyade kullanım tarzında mutabakat önemlidir.

Bu siyasal sınır aracılığıyla varolan hegemonik yapıdan rahatsız ve yeni bir hegemonik düzen isteyen farklı kimlikler bir arada tutularak aynı zamanda bir ‘ortak irade’ (common sense) yani bir politik kimlik (collective will) oluşturulmaktadır.

Bu anlamda yeni bir siyasal bakış açısı yaratarak ülkenin belirli siyasal ezberlerini bozarak ‘onlar’ denilebilecek rakiplerin de yeniden kendi kimlik sahasının alanlarını düzenlemesine ve genişletmesi sağlanmıştır. Örneğin merkez sağ/milliyetçi ve merkez sol/seküler partiler bile milletvekili adaylarını seçerken kadınlar, LGBTi bireyleri, dinsel azınlıklar (Ermeni, Süryani vb.), Aleviler ya da engelli vatandaşlara hiç alışık olmadığımız kadar alan açmışlar ve bu şekilde ‘periferik’ diyebileceğimiz, kamusal alan dışına itildiğinden pek görünürlüğü olmayan bu vatandaşlar (anti-statükocu Müslümanlar, Ermeniler, Rumlar, Aleviler, Kürtler, Süryaniler, Ezidiler, Lazlar, Kafkas kökenliler, Balkan kökenliler, çevreciler, kadınlar, LGBTi bireyleri vb.) önemli bir oranda kendi kimlikleri üzerinden siyasete katılımlarını arttırmışlardır. Sonuç olarak merkez partilerin alıştığı din, dil, ırk, idolojik yapı, cinsel tercih ya da seküler-homojen kimlikler üzerinden kendini tanımlayacağına, HDP ‘siyasal olanı’ kullanarak yeni siyasal sınırlar çizme çabasında ve siyasal ‘tutkuları’ (passions) mobilize etme içerisindedir. 

HDP ve radikal demokrasinin paradoksu

Ancak, bu agonistik tartışma HDP’nin karşı-hegemonya bloğunun içinde bile tam olarak henüz olgunlaşmamıştır. Farklı ve biribirinden ayrı şekilde formatlanmış birçok kimliğin bir arada olması elbette çatışma yaratacaktır, ancak ayrı anlayışlarin tümünün ‘çatışma’ olmadan bir arada olmalarını beklemek naif olacaktır. Buradaki özgün yapı, insanın doğasına uygun olarak oluşan içsel hegemonik antagonistik mücadelenin ‘düşmanlar’ arasından ziyade ‘hasımlar’ (adversary) arasındaki bir mücadele şeklinde cereyan etmesidir, zira tüm üyeler biribirilerinin varlıklarını aynı çatı altında ve ortak zeminde meşru görmekte ve bu durum Mouffe’un bahsettiği ‘agonistik çoğulculuk’ kuramına model teşkil etmektedir.

HDP içindeki bu ‘hasım siyasetine’ baktığımızda, bir yandan daha çok ülkenin batısını ve metropolleri temsil eden sol, seküler ve de Alevi eksenli HDP’nin ‘Türkiyelileşme’ yorumu, diğer taraftan, ekseriyetle ülkenin doğu coğrafyasında dominant olan Kürt yörüngeli, İslami, Sunni-Şafi ve geleneksel ‘Kürdistani’ HDP yorumu arasında oluşan içsel bir hegemonik mücadele ortamından bahsedebiliriz. Kürt sorunu üzerine çalışan Şehir Üniversitesi öğretim görevlisi Mesut Yeğen (28 Nisan 2015) ‘Radikal Demokrasi Yolunda’ başlıklı yazısında konuyu şu şekilde ifade etmiştir: 

“HDP seçim bildirgesi açıklandı ve beklenen eleştiriler gecikmedi. Eleştirilerin bir ayağında bildik solcu sevmezler, bir ayağında da Ak Parti’deki ve başka bir iki mahfildeki bildik Kürtler var. Solcu sevmezlerin eleştirileri beklenen türden ve anlaşılır. HDP seçim bildirgesini uçuk kaçık, ‘marjinal’ bulan bu çevreye göre HDP, dümeni Kemalist, Stalinist, Gezici (bu böyle gider) sola kaptırdığı için hayalperest, marjinal bir beyannameyle ortaya çıktı. Bildik Kürt mahfillerin eleştirisi ise daha sert. Bunlara göre de HDP’nin dümenini sekülerlerle, solcular ele geçirmiş, ancak bunun maliyeti HDP’nin sırtını Kürtlere ve Kürdistan’a çevirmesi olmuş”.2

Burada önemli nokta, HDP ortak çatısı altında birleşen bu iki ana akım (alt-fraksiyonlari dahil) siyasal görüş arasında ortak bir irade oluşmasına rağmen antagonizmanın bitmediğini söylememizdir. Lakin birinin ötekisini yok etmeye, eritmeye ya da yaşama alanı tanımayarak tektipleştirmeye (homojenleştirme) dayanan antagonistik ilişki yerine, hasım politikası dediğimiz daha evcil ve yumuşak bir tarzda birbirini rakip olarak gören ve kimliklerini meşrulaştıran, daha ziyade kendi aralarında HDP’nin kimliğinin nasıl olacağı ya da demokratik eşit ve özgür olma prensiplerinin nasıl tanımlanacağı üzerine yapılacak yorumlar açısından mücadele eden bir dost/düşman (Schmitt, 2007) ilişkisi söz konusudur.

Başka bir şekilde ifade edilirse, antagonist ilişki agonistik bir forma geçiş yapmaktadır, bu arada dışsal boyutta halen devlet sistemine karşı eleştirisel tavırlar devam etmekte ve “Biz’ler” adı altında kolektif bir politik kimlik popülist söylemler aracılığıyla yaratılmaya devam etmektedir. Aslında tam da bu yeni ‘politik olan’, birliğin bir çatışma ve farklılık bağlamında yaratılmasını hedefler. Bu duruma örnek olarak BDP/HDP milletvekili olan Altan Tan’ın yaşadığı parti içi polemikler gösterilebilir, kuruluş aşamasında iken Tan (23 Ekim 2013), HDP'yi şöyle nitelendiriyor:

"Bu işi yürüten arkadaşlarımız sadece marjinal solla sınırlı kaldılar Türkiye'de. Bu marjinal solun önemli bir kısmı da dinle, İslam'la barışık değil. Kürt İslamcılar da bunlara sıcak bakmıyor, Türkiyeli Müslümanlar da sıcak bakmıyor. Hatta liberal çevrelerle bile bu marjinal solun arası iyi değil. Dolayısıyla, HDP projesi bütün liberal demokratları, Müslüman demokratları, Kürt halkının büyük bir kısmını içine alması gereken bir projeyken, maalesef sadece marjinal Türk soluyla sınırlı kalan, kadük, dar bir proje haline geldi".3

Daha sonra Tan (24 Nisan 2014) devam ediyor: 

“Bu bir siyasal tespit, doğruluk, yanlışlık değil. Solu, sosyal demokratları dışlamadan, bizim ihtiyacımız olan dindar muhafazakar kitleleri, Kürt toplumunun Kürdi hassasiyetlerini, liberal demokratları, işçileri, işsizleri, Alevi, Sünniler'i, Türkiye'de demokrasi ve hukuk isteyen dünya ile barış isteyen Ortadoğu'da barış isteyen bütün demokrasi güçlerini toparlayabilecek bir ana muhalefet Partisi […] Partinin kadroları yüzde 90'ı laik, seküler, sol sosyalistlerden olsun, yüzde 3-5'de birer ikişer Altan Tan içine koyalım sos olarak. Bunun başarı şansı yok. Programı da demokratik bir kitle partisi olacak, kadroları da belki en azından bunun yarısı dindar muhafazakar Türklerden ve Kürtlerden oluşmalı”.4

Ayrıca Tan’ın 2015 Malatya Newroz’unda partili LGBTi bireyleri ile resim çektirme konusunda basına yansıyan uzlaşmazlık ve devamında olaya dair karşılıklı farklı ve suçlayıcı demeçleri olmuştu.

Ek olarak, HDP’ye desteğini beyan etmiş Kürdistani-İslâmi menşeli Azadi hareketi kurucu üyesi Sıtkı Zilan ve dominant Kürt siyasal hareketinden (DTP-KCK-PKK) ayrı olarak Kürt ulusal istemleri lehine faaliyet yürüten siyasal partiler ve yazarlar5 da HDP’nin seçim beyannamesinde Filistin’in bağımsızlığı, Alevi sorunu, Ermeni sınırının açılması, Kıbrıs’ın tek devlete dönüştürülme projesi gibi bir sürü konuya değinilip Türkiye Kürtlerin inulusal talepleri (otonomi, federal sistem vb.), Kürdistan Bölge Hükümeti’nin (Kuzey Irak) bağımsızlık süreci veya Kobanê’deki başarı ile Rojava’daki Kürt kanton sistemine dair hiçbir beyanatta bulunulmamasını talihsizlik olarak değerlendirip eleştirmişlerdir.

Bununla beraber eşbaşkan Selahattin Demirtaş’ın Ak Parti başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu ama özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile girdiği dinsel içerikli polemikler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konumu, Kuran’ın seçim amaçlı kullanılması, Taksim-Kabe söylemi üzerine, Selahattin isminin tarihsel dinsel (Kudüs’ü fetheden ünlü Kürt dini lideri Selahhatin Eyyübi’nin adı) anlamı ve bu ismi kim(ler)in taşıyıp taşıyamayacağı üzerine münakaşa ve Zerdüştlük üzerinden dini kimlik sorgulanması gibi bir sürü din kökenli tartışma parti içindeki guruplar açısından da hassas konulardır. 

Bir önceki yerel seçimlerde HDP Batı'da DTP’nin (Demokratik Toplum Partisi) ise Doğu'da seçimlere girmesi, ya da halen Bağımsız Bölgeler Partisi’nin (BBP) Kürt bölgesinde faal olması da bahsettiğimiz durumun göstergeleri olarak anılabilir. Bu durum bölgede Hür Dava Partisi’nin (HÜDA-PAR, Hizbullah destekli legal siyasal parti) siyasal görünürlüğünden ve PKK ile Hizbullah arasındaki geçmişteki kanlı çatışmalardan bağımsız düşünülemez. Örneğin HÜDA-PAR’ın desteklediği Mardin bağımsız milletvekili adayı Mahmut Kılınç seçim beyannamesinde “Kürtçenin Türkçe ile beraber ikinci resmi dil olarak kabul edilmesini isteyerek, Kürdistan sınırlarının da sembolik hale getirilmesi gerektiğini söylemiş ve yerinden yönetime işaret ederek Kürdistan merkezli bir söylem kullanmıştır.6 HÜDA-PAR bu şekilde bölgede HDP’nin de beslendiği insan kaynağına, siyasal İslami ve Kürdistani söylemler üreterek talip olduğunu göstermektedir.

Öte yandan Birgün gazetesinde yer alan haberde (28 Nisan 2015),  ‘Adil Bayram’ müstear ismiyle Özgür Gündem gazetesinde yazan KCK Yürütme Komitesi üyesi Duran Kalkan’ın özellikle 1 Mayıs'a dikkat çekerek, HDP'ye “çizgisini netleştirmesi ve işçi-emekçi vurgusunu daha çok ve güçlü yapması” çağrısında bulunmuştur. Bünyesine çok sayıda sol parti de katan HDP’nin işçi ve emekçilere dair hak taleplerinin çok gerilerde olduğunu belirterek, bu taleplerin “seçim bildirgesinde en azından üçüncü sıraya konması gerekirken, çok daha gerilerde yer vermiş olması biraz şaşkınlık yarattı" eleştirisinde bulunmuştur.7

Son olarak Demirtaş, Ruşen Çakır’a verdiği roportajında (19 Mayıs 2015) HDP’nin bu agonistik çoğulculuk bakış açısını özetlemiştir: 

“Ben inanan bir Müslüman’ım. Ben dinci değilim, din politikası yapmıyorum. Solcuyum, sosyalistim. Ekonomik politikalarda her zaman bunu savundum. Sosyal devlet ilkesini ve solcu politikaları savundum hep […] Kusura bakmasınlar. Solculukla dinsizliği eşit tutan kafadan bu ülkede bir şey çıkmaz. Memleket ne çektiyse onlardan çekti. Bir insan hem Allah’a inanır hem de Allah’ına kadar solcu olabilir. Bunu bir kafalarına yazsalar iyi olacak. Türkiye toplumu ile solun buluşamamasının en büyük nedeni bu İslam düşmanlığıdır. Mesela bir sosyalist rahatlıkla Hıristiyan olabiliyor, sorun olmuyor ama Müslüman olunca solculuğu sorgulanır hale geliyor. Allah’a inanıyorum deyince solculuğu sorgulanıyor. Kusura bakmasınlar bu kadar ucuz solculuğa prim verecek halimiz yok”.8

Bu durum aynı zamanda ‘çoğulculuk’ kavramının içeriğinin de nasıl olması ve hangi metod ile formüle edilebileceği konusunu da gündeme getirmektedir. Sadece ortak paydası ve hedefi olmayan bir çoğulculuk konsepti söz konusu olmadığı, bir araya gelen gurupların sosyo-politik kimliğinden anlaşılmaktadır. ‘Sembolik bir radikal çoğulcu demokratik zemin’in oluşturulması aynı zamanda ülkenin genel kamusal alanı için de arzu edilen bir platformdur. Yani HDP içinde demokratik ilkelere sadık kalarak, herkese eşitlik ve özgürlük prensiplerin nasıl içeriğinin doldurulması gerektiği üzerine agonistik bir çerçevede farklı yorumları olan ve bunun için demokratik hegemonik bir mücadele yürüten gruplardan bahsetmekteyiz, aynı zamanda bu mücadelenin geniş toplumsal ilişkiler boyutuna uzatılması amaçlanmaktadır, ve çatışma halen merkezdedir. Bu nedenle parti içi ‘teklik’ ve ‘uyum’ beklentilerinin yeniden düşünülmesi gerekir.

Bu bakış açısının başarılı olması beraberinde ülke siyasetine yeni bir soluğun gelmesi demektir. Daha ötesi aslında agonistik çogulcu bir demokrasi için önemli bir gelişmedir, çatışmanın halen giderilmediği modern liberal demokrasi için gerekli koşul olan (ki radikal demokrasi bu bakış açısına karşı oluşturulmuş bir projedir) rasyonel total bir konsensüsün oluşamadığı bir zeminde bile farklı fikirleri olan siyasal rakipler kendi içinde arkaik antagonizmalar üzerinden şekilenmiş ve kendinden olmayanı yok etmek üzerine kurulmuş bir dost/düşman ilişkisini daha ‘evcilleştirerek’, agonistik bir ‘hasım’ siyasetine dönüştürerek mikro anlamda radikal bir çoğulculuğu gerçekleştirmeleri aslında ülkenin genelinde yani makro siyasette de Mouffe’un belirttiği gibi ‘çatışmalı bir konsensüs’ün mümkün olduğunu; yeni bir hegemonik eklemlemeler ağı üzerinden, ülkedeki muhafazakâr ve neoliberal değerlere gömülü olarak  formüle edilmiş demokrasinin radikal fakat ‘pasif bir devrimle’ (yani şiddete dayanmayan) dönüştürülebileceğinin sinyalini vermektedir.

Başka bir deyişle, bu çatışmalar ve farklılıklar hem HDP içinde hem de ülke genelinde bir çıkmaz, açmaz ya da başarısızlık olmaktan ziyade demokrasinin canlılığını ve çoğulculuğu bünyesinde barındıran bir politik zemini işaret eder. Çünkü demokrasiler açık ve ilerleyen bir sürece tâbidir, sabit olduğu anda itibaren demokratik özelliğini yitirecektir.

HDP ‘yeni yaşam’ inşası ile geniş bir coğrafi alanı hedefleyerek farklı siyasal dil gramerlerine sahip olan değişik grupları bir araya getirmektedir. Toplumun bu ‘çoğunluk’ olmayan, yani anaakım kültür ile eşleşmeyen kesimi, sistem tarafından çok farklı sebeplerle (din, dil, ırk, cinsiyet, ideoloji, sınıf gibi) liberal demokrasinin vatandaşlık ilişkilerine dahi aykırı olarak, özcü (essentialist) bir perspektifle ‘öteklileştirilmişlerdir’. Böyle bir siyasal zeminde HDP bu kesimlere yeni bir hegemonik düzen ve radikal demokratik bir kamusal alan teklifi ve vaadinde bulunmaktadır.


Kaynakça

Derrida, Jacques (2001). Writing and Differences. London: Routledge. 

Hardt, Michael and Negri, Antonio (2000). Empire. Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press. 

Gramsci, Antonio (1971). Selection from the Prison Notebooks. London: Lawrence and Wishart.

Laclau, Ernesto and Mouffe, Chantal (1985/2001). Hegemony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics. London: Verso.

Mouffe, Chantal (2013). Agonistic: Thinking the World Politically. London: Verso.

Mouffe, Chantal (2000). Democratic Paradox. London: Verso.

Schmitt, Carl (1932/2007). The Concept of the Political. Expanded Edition. Chicago: The Chicago University Press.

Ludwig Wittgenstein (2009). Philosophical Investigation. West Sussex: Wiley and Blackwell Ltd.

 

Notlar:

 


5 Hak ve Özgürlükler Partisi (HAK PAR), Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK), Kürd Demokratlar Platformu (KDP), Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP), İbrahim Güçlü, İrfan Burulday vb. Bkz. http://rudaw.net/turkish/kurdistan/240420158