Demokratik Özerklik: Savaşa Karşı Siyasetin Restorasyonu

Demokratik Bölgeler Partisi’nin (DBP) AKP taarruzuna maruz kalan bölgelerde özerklik ilanı, siyasal bir partinin siyasal eylemi olarak anlaşılmalı, yani olduğu gibi. Kürtlere (ve dolayısıyla bütün Türkiye halklarına) bir yandan siyasal alanda mücadele etme olanaklarının mevcut olduğu söylenirken, bir yandan da siyasal sözlerinin ‘PKK uzantısı’ olduğu, 'asıl niyet’in başka olduğu söylenerek, siyasal söz siyasetin dışına atılıyor;
sıyasete özerk bir alan tanınmamış oluyor. Bu, hakimiyetin siyaseti, sınırlarını her an belirleyerek inşa etme biçimi.

Demokratik özerklik, yeni bir toplumsal sözleşme, yani toplumun ve siyasetin yeniden şekillenmesi, hatta bizzat restorasyonu olarak anlaşılmalı. Demokrasiyi ‘milli irade’nin tecellisi olarak seçimlerle sınırlayan AKP iktidarı anayasal rejimi siyasal alanın dışında, fiili Devlet Başkanı'nın ve bürokratik-teknokratik sınıfın kararlarıyla değiştirirken, kamusal alan AKP denetimindeki devlet mekanizması ile PKK arasındaki silahlı çatışma etrafında bir kez daha kutuplaşmış, askerileşmiş oldu. DBP’nin programının, siyasal iddiasının özünü oluşturan bir siyasal talebi ‘gayrı nizami harp’ şartlarında öne sürmesi ne anlama geldiğini siyasetin kendi mantığı, özerkliği çerçevesinde tartışmak elzem.

Demokratik Toplum Kongresi, Temmuz 2011’de demokratik özerklik talebini şöyle açıklamıştı: ‘Demokratik Özerklik; sınırların, sembollerin değişmesini değil, ortak sınırlar içerisinde bölge halklarının değerlerinin kabul edilip, ortak değerlerde buluşulan yeni toplumsal sözleşmenin kendisidir. Bu esaslar temelinde; yukarıda ifade edilen tarihsel dönemlerden de esinlenerek, uluslararası insan hakları belgelerinin tanımladığı haklar ışığında ortak vatan anlayışı temelinde toprak bütünlüğüne ve demokratik ulus perspektifi temelinde Türkiye halklarının ulusal bütünlüğüne bağlı kalarak, Kürt halkı olarak Demokratik Özerkliğimizi ilan ediyoruz’.

Nitekim 10 Ağustos’ta Silopi’de yaşananların ardından Şırnak Halk Meclisi, şöyle diyecekti: ‘Silopi katliamı karşısında biz Şırnak Halk Meclisi olarak, devleti reddetmeyip, ancak bu şekilde devletin kurumlarıyla yürüyemeyeceğimizi [tespit ettik], bunun için kentte bulunan devletin tüm kurumları bizim için meşruiyetini kaybetmiştir. Bu şekli ile devletin hiçbir atanmışı bizi yönetmeyecektir. Bundan sonra halk olarak özyönetimimizi esas alarak, demokratik temelde yaşamımızı inşa edeceğiz. Bundan sonra da tüm saldırılar karşısında demokratik öz savunmamızı gerçekleştireceğiz.”

Siyasal bir tartışma, ‘asıl niyet’in, yani art niyetin ne olduğuna dair milliyetçi-muhafazakâr söylemin ya da hâkimiyetin kapalı devresinde ya da onun dayattığı sınırlara riayet ederek yapılamaz. Özerklik, devletin idari yapısıyla, yerel nüfusun kendi yaşam alanında, kendi müşterekleri (mesela dağları, ormanları, dereleri, meydanları, parkları) ve idari yapısı hakkında, hatta tek tek kişilerin iktidar yapılarıyla ilişkilerine dair karar vermeye hakkı olup olmadığıyla ilgilidir. Yani siyasete dair bir pozisyondur.

Mesela AKP basınında anayasal bakımdan çok daha temel bir değişim, İslami devlet talebi rahatlıkla tartışılabiliyor (örneğin Hayrettin Karaman). Özerklik talebinden farklı olarak bu talep, sadece anayasal rejimin değil, yurttaşlık statüsünün ve özel yaşamların da radikal bir şekilde dönüşmesini gerektiriyor. Hayrettin Karaman’ın ve AKP ideologlarının Mevdudi’yi referans almasına bakılırsa, DBP’nin özerklik ve eşitlik talebinin tam tersine, İslami devlet talebi, sadece siyasal alanı bertaraf etmeyi değil, özel yaşamlarımızdaki nisbi özerkliğimizi de bertaraf etmeyi vaad ediyor.

Mevdudi’nin tanımladığı anlamda İslam devleti, hayatın bütün alanlarına dair kararların ideolojik İslamcı bir cemaat (Müslümanlar ya da ümmet denirken kast edilen budur) ya da onlar adına merkezi otoritenin lideri
tarafından verildiği bir rejimdir.

Aslında DBP’nin özerklik iddiası, (politik anlamıyla) siyasal bir talep olması bakımından okunmalı. Tam da faili meçhul cinayetlerin, yargısız infazların, pusuların, silahlı çatışmaların belirlediği bir anda iddia edilmesi bakımından da. DBP’nin ‘gayrı nizami’ savaş bölgesinde, ağır bir taarruz altında, silahların gölgesinde böyle bir iddiayla gelmesi bakımından.

Demokratik özerklik talebi, bu bakımdan her şeyden önce örgütlü yerel halkın kendini siyasal bir aktör olarak, siyasetin öznesi olarak dayatmasıdır. Bürokratik-teknokratik sınıfın ağır silahlarla üzerine geldiği Silopi’nin, Silvan’ın sivil siyasetçilerinin şiddete siyasal bir iddiayla yanıt vermesidir söz konusu olan. Bu, devlet adına kullanılan, siyasal tartışmanın ve hukuksal muhakemenin dışında bırakılan çıplak şiddeti açığa düşürür, ifşa eder.

Kendi kaderini tayin hakkını iddia etmek, kendi kaderini tayin etmenin bir yoludur. Sadece devlet gücünü temellük etmiş olan hakimiyet sınıfına karşı değil, PKK’ye karşı da. Yerel siyasal liderlerin hakim sınıfın şiddetine maruz kalması, ne yazık ki Kürt coğrafyasında siyasal aktör olarak tanınmanın, çatışmanın siyaset dışı mantığına kısa devre yaptırmanın tek yolu gibi görünüyor. Yani bu siyasetçilerin gözaltına alınması ve devlet
adına kullanılan şiddete maruz kalması, onları özerk siyasal özneler haline getirir.

Siyasetin hedef alındığı koşullarda hükümet aygıtının şiddetinin PKK’nin silahlı eylemliliğine karşı seferber olduğu ve işlediği iddiası, bu şiddetin meşruiyet talebi, ancak geçici ve sınırlı bir ikna gücüne sahiptir. İktidarın siyaseti dışlayan söyleminde hareket etmek zorundadır. Özellikle de Kürtlere yönelik hiçbir ikna edici gücü yoktur. Devlet adına siyasete karşı kullanılan şiddetin meşruiyeti, sadece kendini devletle (yani bürokratik-teknokratik sınıfla, ki devlet partisini, medyasını ve sermaye zümresini de kapsadığı görülüyor) özdeşleştiren, muktedirlerin iddialarıyla sınırlı bir kamu içinde kurulabilir.

Kürt siyasetinin bu özerkleşme hali, aynı zamanda kitlesel, öfke ve hiddetin ifade edilmesinden başka amacı olmayan ve pek çok gencin ve çocuğun hayatını kaybettiği gösterilerin önlenmesinde de kendini gösteriyor. PKK’nin çağrılarına rağmen HDP, DBP ve diğer etkili siyasal aktörlerin bu tür gösterileri önlemekte muazzam bir başarı gösterdiğini teslim etmek gerekir. HDP’nin Diyarbakır mitingine bombalı saldırı yapıldığında hükümetin bu türden bir kitlesel gösteriler furyasını beklediği, bu gösterilerin etrafında oluşacak toz dumana fazlasıyla güvendiği gayet barizdi. AKP rejimi, bu olaylardaki can kaybından sorumluluğunu inkâr etmeyi ve olayların yargı tarafından soruşturulmasını kolaylıkla başarıyor. Yani hesap verme yükümlülüğü olmayan, bu anlamda da kendini anayasal rejimin dışında mevzilendirmiş bir idari tertip içinde hareket ediyor.

Şimdi yerel siyasetçiler, kendi bedenlerini öne sürerek, siyasal özne hallerini inşa ederek, rejimin şiddetini kendi bedenlerine yöneltiyorlar.

Fakat bu kez politik bir talebi, iddiayı, aleni ve açık bir şekilde ifade ederek. Bu, siyasetin restorasyonu yönündeki önemli hamlelerden biridir.

Özerkliğin gayrı nizami savaş koşullarında öne sürülemeyeceğini iddia etmek, tam da bu politik aktörlerin özerkliğini ve siyaseti reddetmektir öyleyse. Sadece silahlı güçlerin insan hayatı üzerinden müzakere etmesinden
başka yol olduğunu. Nitekim Etyen Mahçupyan, olan bitenin AKP ile PKK arasında bir müzakere olduğunu, güçlerin tartılmasının da siyaset olduğunu iddia ediyor.

Bu anlamda siyaset, siyasal strateji ya da savaş stratejisi (gayrı nizami harp) derken kast edilenden pek farklı bir anlam ifade etmiyor. Mesele şöyle de anlayabiliriz Mahçupyan’ı aynı çerçeveden: ‘Gayrı nizami harp,
siyasetin tanklarla, Tomalarla, faili meçhul cinayet ve işkenceyle yürütülmesinden başka birşey değildir.’

Yine DBP'li yerel siyasetçilerin özerklik ilan etmesiyle Yasin Aktay gibi hakimiyet sınıfının bir mensubunun ‘size özerklik vermeyeceğiz’ demesi arasında da fark vardır. Özerklik ilan etmek siyasal bir eylem, oysa hakimlerin sözü siyasal eyleme karşı stratejik bir hamledir; gayrı nizami harbin içinden konuşurdur, arkasında gayrı nizami harbin teknolojisi vardır, gözaltına alma ve işkence yapma kudretini ilan ederek konuşur. Muhatabına siyasal alanın hudutlarını tebliğ etmektedir.

Muktedirlerin stratejik dünyası bir yana, güvenli köşelerimizden söz konusu Kürt yerel siyasetçilerinin ne söyleyip ne söyleyemeyeceklerini bildirmek, tam da bu siyasal eylemin özerkliğini, kendini siyasal alanın ortasına
sürme haline yönelik bir itiraz olarak okunabilir. İktidar adına ortalığa saçılan şiddetin ve ona karşı ortaya sürülen bedenlerin, onun adına ‘feda’ edilen hayatların alternatifi olmadığını, yani sadece şiddet araçlarının ve
kararlarının tekeline sahip olanların ‘konuşabileceğini’ söylemek değil mi bu? Ya da şöyle bir şey: Bırakın, şiddet aygıtları, ne söyleyebileceğimize, ne zaman ve ne kadar söyleyebileceğimize karar versin once. Ya da
hakimiyetin dayattığı sınırlara riayet edelim arkadaşlar…

Burada mesele, yerel özerkliğin mevcut koşullarda gerçekçi olup olmadığı değil, politik bir eylemin işareti olması, hakimiyetten farklı olarak siyasal alanı restore eden bir iradenin işareti olmasıdır.

Siyasetin silahlı gücün sahibi olan taraflardan talepte bulunmaya indirgenmesi, siyasetin bertaraf edilmesi anlamına gelmese bile, haddini bilen bir siyasallık halidir. Bu güçsüz, güç üretmeyen, iktidarın karşısında esamesi okunmayacak türden bir siyasettir. Silahlı güçlerin insan hayatı ve geleceklerimiz hakkında karar verme yetkisini olumlar. Siyasetin sınırlarının iktidar tarafından belirlenmesi: Hiç de ‘sahici’ bir siyaset değildir böylesi.

Demek oluyor ki, siyasal öznenin eylemi ile siyaset üzerine düşünme hallerimiz arasında da bir tefrike ihtiyaç vardır.

AKP rejimi, bürokratik-teknokratik sınıfın hayatımızla, müstereklerimizle ilgili kararları teknik meselelere indirgediği, neoliberal istilanın ormanlarımız ve derelerimizle sınırlı kalmadığı, capitalist yıkıcılığın varoluşumuzun bütün veçhelerini hedef aldığı bir hakimiyet biçimini temsil ediyor. Şimdi AKP medyası, bir İslam devletinde kamusal alana kimin çıkıp çıkamayacağını, hangi farklara tahammül edilip edilmeyeceğini tartışma noktasına gelmiş görünüyor.

Hayrettin Karaman gibi bir grup ulemanın fantazileri ile AKP’nin siyasal tasavvurlarının özdeş olup olmaması değil mesele. İslam Devleti tasavvurunun AKP Yeni Sağ siyasalarının bir ifadesi olarak ne söylediği. İslami devlet idealinin ne kadar gerçekçi, AKP’nin ne kadar İslami olup olmadığı bir yana, bir ideal olarak İslam devleti, ulus-devletin ötesindeki ümmet tahayyülüne uzanmakla birlikte ulus-devletin merkeziyetçi idari
modeline çok iyi uyum sağlıyor. Onun ürünü olduğunu söylemek gerekli belki de.

Her halükarda, devletin merkeziyetçi yapısı, AKP’nin temsil ettiği ‘Dava’ açısından temel önem taşıyor. AKP’nin merkeziyeti muhafaza iddiası, yerleşik hakimiyet kodlarını, mesela, ‘devletin bütünlüğü’, ‘devletin
bekası’ ya da ‘millet-i hakime’yi temsil etme gücünü AKP rejimine elverişli hale getiriyor. Öyle ki, Kürt meselesi etrafında şiddetin harekete geçirilmesi, kendini AKP’ye ve temsil ettiği kimliklere karşı konumlandırmış olan milliyetçi/ulusalcı muhalefetin de kendisini, AKP ile aynı dili konuşur, aynı soruları sormaz halde bulmasına yol açıyor. Sanırım özerkliği konuşulamaz hale getiren koşullardan biri de bu hegemonik durum.

Fakat siyasal bir eylem olarak özerklik ile, parklar veya dereler üzerinde milli çıkarlar adına ‘hür teşebbüse’ peşkeş çekilmesine karşı siyasal mücadele arasında en azından kavramsal ve tarihsel bir ilişki söz konusu.
Farklı olan, belki de neoliberal ideolojik saldırının hareketini iktisadi unsurun söz konusu olduğu meselelerde daha açık görüyor olmamızdır. Ya da hegemonyanın neoliberal sözü bize işlemediğinden, derelerini ya da parklarını savunan insanlara haddini bildirmiyoruzdur. Oysa burada da bir özerklik talebi var ve burada da gayrı nizami bir savaş hali söz konusu. Bibergazı da gayrı nizami savaşın bir silahıdır ve bibergazının kullanıldığı her anda bir olağanüstü hal tezahür eder. O zaman şimdi asıl mesele neden ‘orada’, Kürt şehirlerinde özerklik ilan edildiği değil, müştereklerimizin, kamusal alanın, kimliklerimizin özerkliğini nasıl inşa edebileceğimizdir.