İnsanlar, Kediler ve Diğer Kediler

Çocukluk ve gençliğimde izlediğim bir çok bilimkurgu ya da uzay filminde, insanların bir çiftlik hayvanı veya laboratuarlarda kullanılan kobaylar gibi kafeslere ya da ‘Matrix’ filmindeki gibi enerji üretim hücrelerine tıkılıp; etinden, sütünden ve yumurtasından yararlanılması metaforunun irrite [1] ediciliğini tüm çıplaklığıyla hücrelerimde yaşamıştım. Ancak, bu filmlerin irrite ediciliği, insanların kötü kalpli uzaylı düşmanlar tarafından soğukkanlılıkla veya vahşice öldürülmesi sahnelerinden kaynaklanmıyordu.

Aslında savaş filmlerinde, kötü adamlar olarak değerlendirdiğimiz tarafın gerçekleştirdiği toplu böcek itlafına benzer katliamlar daha farklı bir sinir bozuculuk yaratıyordu, üzerimde. Bilimkurgu filmlerinde beni asıl etkileyen şey, “bizlerden daha yüksek zeka ve teknoloji düzeyine sahip” uzaylı / yaratıkların; biz insanları, kendimizi insan olarak merkezine yerleştirdiğimiz dünyanın tümüyle insanlığın refahına hasredilmiş kabul ettiğimiz ötekileri -hayvanları, bitkileri vb.- arasında, saymalarıydı. Kendimi filmde işkence gören ve bedenlerinden faydalanılmak üzere öldürülen insanların yerine koyarak işgalci uzaylılara baktığımda, onları insanlara benzetir ve boğazından zincirle direğe bağlı bir ineğin göz deliklerinin ardından, onları süzdüğümü hisseder, ürperirdim.

İnsanın, dünyayı istila eden üstün zeka ve teknolojiye sahip uzaylılar gibi olma ve dünyayı ötekileştirme ya da kendini dünyanın merkezine koyma (homosantrizm) süreci; insanın, doğa üzerinde tahakküm kurmanın temel aracı olan insan emeği üzerinde tahakküm kurması ile başlayan bir süreçtir. Bunun öncesinde insan, kendisini doğanın dışında, doğadan yararlanan olarak değil; doğanın bir parçası olarak görür.

Bu süreçte, insan kelimesi tüm insanları kapsamaz. Bu kelimenin kapsadığı kitle, sınıflı toplumların ya da diğer bir deyişle tarihin başlangıcında, mal ve köle sahibi olan erkekler iken, günümüzde ancak -mal sahibi olmasa da- beyaz ırktan erkeklere kadar genişleyebilmiştir. Süreç içinde ‘ötekiler’ kavramı ise, bu tarihsel insan tanımının dışında kalan diğer insanları (örneğin başlangıçta köleler, günümüzde kadınlar vb.), tüm vücut parçalarından, beden gücünden ve anatomik / fizyolojik vb. insana benzerliklerinden faydalanılan hayvanları, diğer canlıları ve ekonomik değeri olan cansızları, üstü örtülü olarak tanımlamıştır.

İnsanlığın demokratik gelişim süreci; bir bakış açısıyla söz konusu ‘insan’ tanımının kapsamının da genişlemesi ve tüm insanların, insan tanımı içine alınması mücadelesidir. Ancak, insan merkezli bakışa yönelik eleştirel bir dönüşümün başlaması, ekolojist hareketlerin tarih sahnesine girmesi ile mümkün olabilecektir. Ekolojist yaklaşımlar, bu anlamda bir kopuşu ifade ederler; yani ‘insan’ evrensel tanımının sınır çizgilerinin parçalanmasını [2] ve insan tanımı dışında yeni bir evrensel kapsama doğru yönelişi. İnsan tanımının sınırlarının parçalanması ve homosantrizmin reddi bağlamında, hayvan haklarının bu dile getirilişi, insana yönelik şiddetin öncelikle dile getirildiği anlamına gelir. [3]

Kapitalizm öncesi dönemlere has, “Tanrı’nın dünyayı ve onun üzerindeki tüm canlı - cansız varlıkları insanlar için yarattığı” yönündeki teolojik homosantrik yaklaşım; kapitalist üretim tarzı ile birlikte laikleşerek (dünyevileştirilerek), dünyanın hammadde, emek ve enerji sağlanan ekonomik bir kaynak deposu olarak algılanmasına dönüşmüştür. Ancak, kapitalizm; ideolojik omurgasını üzerine oturttuğu talancı (homo-economicus) ruh haletinin, dünyayı futursuzca yok etmesinin kendi varlığını da tehdit etmesi sonucu, kontrollü bir talan (nam-ı diğer sürdürülebilir kalkınma) için çevreci yaklaşımların hayata geçmesine göz yummak zorunda kalmıştır. Bu kapsamda, hayvanlara ilişkin alanda düzenlemeler yapılmasını da engellememiştir. Ancak, bu engellememe, yine sürdürülebilir kalkınma ilkesi doğrultusunda - homosantrist yaklaşımından vazgeçmeksizin – mümkün olabilmiştir.

HAYVANLARI KORUMAYA YÖNELİK ‘ULUSAL’ DÜZENLEMELER

Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin, son yıllarda AB’ye uyum kapsamında çıkarmış olduğu hayvanların korunması hakkındaki yasal düzenlemenin, [4] Türkiye Demokrasisi’nde geçmişte burun kıvırılarak, bir Batılı demokratik züppelik olarak algılanan bu alanı ele almış olmasını, önemli bir demokratik / kültürel gelişmişlik adımı olarak değerlendirmekle birlikte, bu yasada kapitalizmin vahşi talan kaygısının izlerini sürmenin de mümkün olduğunu düşünüyorum.

5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun meclis gerekçesi, hayvanların neden korunmaları gerektiği konusunda, “Selçuklu ve Osmanlıların da esasen hayvanları çok sevdiği” [5] dışında herhangi bir felsefi - ideolojik içerik taşımamakla, üzerinde çok fazla düşünülmemiş [6] ve yangından mal kaçırma babından çıkarılmış tipik bir AB (tercüme) Uyum Yasası [7] izlenimi vermektedir.

Yasanın amacı; “hayvanların rahat yaşamalarını ve hayvanlara iyi ve uygun muamele edilmesini temin etmek, hayvanların acı, ıstırap ve eziyet çekmelerine karşı en iyi şekilde korunmalarını, her türlü mağduriyetlerinin önlenmesini sağlamak” olarak belirlenmiştir. Bu amacın içerisinde, hayvanların çektikleri acı, ıstırap ve eziyetlerin faillerinin insan olduğu gerçeği, muğlak bırakılmıştır. [8] Çünkü, yasayı hazırlayanlar da, onaylayanlar da homosantrizmin gizli suçluluk duygusunu vicdanlarında - timsah gözyaşlarıyla sulayarak - taşımaktadırlar (Ve biz bu yazıyı yazan ve okuyanlar da -vejetaryenleri tenzih ediyorum- en az onlar kadar suça bulaştık, bu yolda).

Yasada hayvanlar, onlar üzerinde uygulayageldiğimiz ‘yasal ve yasaklanmış müdahalelerin’ [9] nitelik ve niceliklerine göre yedi başlık altında toplanmaktadır : Evcil hayvanlar, sahipsiz hayvanlar, güçten düşmüş hayvanlar, yabani hayvanlar, ev ve süs hayvanları (bunlara kontrollü hayvan da deniyor), deney hayvanları ve son olarak kesim hayvanları. Bu kategorilendirmeye ilişkin olarak müteakip maddelerden algılanan mesaj, hayvanların ticari bir meta olarak değerleri arttıkça, koruma tedbirlerinin daraldığı yönündedir. Bu kapsamda, örneğin kesim hayvanlarının, kesim anında acı çekmelerinin önlenmesi dışındaki yaşam ortamlarına ilişkin yasal düzenlemelerin tümü, amacı öncelikle insan sağlığının korunması olan düzenlemelerdir.

“Ben bu yolu kendi sağlığım için değil, tavukların sağlığı için seçtim.”

Vejeteryan Yazar Isaac B. Singer

Meta değerine göre koruma derecelendirmesi kapsamında, hayvanlara uygulanabilecek müdahalelerden ilki cerrahi müdahaleler olarak tanımlanmıştır. Bu müdahalelerin, sadece veterinerler tarafından yapılmasına izin verilmektedir ve tıbbi amaçlar (hayvan sağlığı) dışında cerrahi müdahale olarak ‘kontrolsüz üremelerinin önlenmesi’ için kısırlaştırma [10] yapılabilmektedir. Uygulamada kısırlaştırmalar, hayvan nesli ıslahı amacı dışında, ev ve süs hayvanları ile sokak hayvanlarına yönelik olarak yapılmaktadır ve ana amaç, itlaf dışında bir çözümü hayata geçirmek gibi görünmektedir. Bir hayvan neslinin yok edilmesi, ‘tıbbi amaçlar dışında’ yaşayan hayvanlardan organ ve doku alınması, hormon ve ilaç verilmesi, doping yapılması, ev ve süs hayvanının dış görünüşünü değiştirmeye yönelik veya diğer tedavi edici olmayan kuyruk ve kulak kesilmesi, ses tellerinin alınması vb. yönelik işkenceler ise yasaklanmıştır.

İkinci yasal müdahale; hayvanların ‘başkaca bir seçenek olmaması halinde, bilimsel çalışmalarda deney hayvanı olarak kullanılabileceği’ yönündedir. Bu deneylerin yapılmasına ilişkin başka bir seçenek olmadığına, deneyi yapan kuruluş bünyesindeki bir etik kurul karar verebilmektedir. Bu düzenleme yapılırken hayvan deneyi yapmak üzere kurulmuş bir organizasyonun üyelerinden oluşan bir kurulun, deney yapmaya karar vermekten başka seçeneğinin olmadığı, gözden kaçırılmış gözükmektedir. Bu amaçla hazırlanan yönetmelik [11], hayvanların deneylerde kullanılması zorunluluğunu bir veri olarak almakta ve onlara ‘zorunlu’ olarak verilen bu rahatsızlığın karşılığında, ‘sus payı’ olarak, yaşam koşullarında iyileştirmeler ve deneylerde kullanımda bazı kısıtlamalar getirmektedir.

Bu yetersiz yasal düzenlemelerin getirilmesi dahi, tüm dünyada bu alandaki hayvan hakları savunucularının zorlu mücadelelerine dayanmaktadır [12]. Denek hayvanlarının tıbbi deneylerde kullanılması gerektiğini savunanlar, hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin insanların hayatını riske sokmadan tıbbın gelişmesini sağladığını ileri sürüyorlar. Buna karşılık, hayvan deneylerine karşı olanlar ise, hayvanların da insanlar kadar değerli ve yaşam hakkına sahip olduklarını savunmakta ve insanın bazı hayvanların bu hakka sahip olmadığını öne sürme yetkisini, kimden aldığını sormaktadırlar. Sanırım, bu konudaki tartışma, hayvanların kullanılmasının gerekmediği bir tıbbi bilgi düzeyine ulaşıncaya ya da bu bilgiye ulaşmak için hayvanların kullanılması dışında tekniklerin geliştirileceği döneme kadar devam edecektir. [13] Ama bugüne kadar yapılan mücadeleler, -en azından- hayvanların kozmetik deneylerinde ve keyfi / hayati nitelikli olmayan tıbbi deneylerde kullanılmasının büyük ölçüde önüne geçmiştir.

Hayvanların ticareti ve hayvanların eğitilmesi, aynı bölüm altında düzenlenmiştir. Deney hayvanlarına uygulanan sistematik yasal işkence ile birlikte hayvanlara yönelik şiddetin, homosantrik bakış açısı ile tam anlamıyla bütünleşik ve endüstriyel hayvancılığın yaygınlaşması ile paralel ve ‘şiddet olarak da anılmaksızın’ yaşama geçirildiği; kesim, ev ve süs hayvanı, çiftlikte yetiştirilen av hayvanı, sirk ve gösteri hayvanları vb. ayırmaksızın tüm hayvanlar üzerinde uygulanabilir bir ‘normalleştirilmiş’ şiddetin zeminini tanımlamaktadır; yasanın bu maddesi. Bu nedenle, bu konu makalede ayrıca ele alınacaktır. Hayvanların eğitilmesi konusu da, bence ticarilik boyutu ile birlikte değerlendirilmelidir; bu kapsamda, hayvanların acı veren yöntemlerle eğitilmesi ve dövüştürülmesi yasaklanmıştır. Ancak, folklorik amaçlı gösterilere izin verilebilirliğinin bu maddeye ilavesi yasağı sulandırmıştır. [14]

Hayvanları Koruma Yasasının Dördüncü Bölümü hayvanların kesilmesi, öldürülmesi ve hayvanlara yönelik şiddet yasaklarına ayrılmıştır. Yasa hayvanları öldürmeyi, kanunî istisnalar ile tıbbî ve bilimsel gerekçeler ve gıda amaçlı olmayan, insan ve çevre sağlığına yönelen önlenemez tehditler bulunan acil durumlar dışında yavrulama, gebelik ve süt anneliği dönemleri için yasaklamıştır. Maddenin çok düzgün ifade edildiği söylenemez; sanki ifade edilen dönemler dışında, zevk için de hayvan öldürülebilir gibi bir anlam taşımaktadır.

Gıda amaçlı üretilen hayvanlara yönelik olduğu anlaşılan keserek öldürmenin, “dini adetlere uygun, ehil kişilerce, korkutulmadan, ürkütülmeden, en az acı verecek şekilde, hijyenik kurallara uyularak” [15] ve bir anda gerçekleştirilmesi gerektiği belirtilmektedir. Yasa metninde ya da gerekçelerinde, hayvanın gıda amaçlı öldürülmesine yönelik bir felsefi bakış olmaması, bunun normal bir şey olduğu duygusunu pekiştirmektedir.

Doğrudan hayvanlara yönelik şiddete ilişkin yasaklara gelecek olursak, bunlar; hayvanlara “kasıtlı olarak” kötü davranmak, acımasız ve zalimce işlem yapmak, dövmek, aç ve susuz bırakmak, zorla yem yedirmek, acı, ıstırap ya da zarar veren yiyecekler ile alkollü içki, sigara, uyuşturucu ve bunun gibi bağımlılık yapan yiyecek veya içecekler vermek, aşırı soğuğa ve sıcağa maruz bırakmak, bakımlarını ihmal etmek, fiziksel ve psikolojik acı çektirmek; gücünü aştığı açıkça görülen fiillere zorlamak, hayvanlarla cinsel ilişkide bulunmak; kesin olarak öldüğü anlaşılmadan, vücutlarına müdahalelerde bulunmak; kesim için yetiştirilmiş hayvanlar dışındaki hayvanları ödül, ikramiye ya da prim olarak dağıtmak; tıbbî gerekçeler hariç hayvanlara ya da onların ana karnındaki yavrularına yumurtalarına zarar verebilecek sunî müdahaleler yapmak, yabancı maddeler vermek; gebe hayvanı çalıştırmak şeklinde sıralanmışlardır.

Bu yasaklardaki anlam tınısı, psikolojik sorunları olan sadist bir insanın, kendinden zayıf gördüğü çaresiz yaratıklara yönelik ‘istisnai’ zulmünün önüne geçilmesinin, ahlaki olduğu kadar hukuki bir gereklilik de olduğunu vurgulayan bir vaaz metninden çok da farklı görünmemektedir. Esasen hukuki yaptırım da, idari para cezalarından öteye gitmemektedir. Oysa endüstriyel hayvancılık uygulamalarına baktığımızda, hayvanlara yönelik işkencenin, aslında sadistçe bir zevkle değil, tamamen normal bir sürecin parçası olarak uygulandığını görmekteyiz. Bu bakış açısından, hayvanları koruma yasasının (tercüme edilerek alındığı AB yasalarının da çok farklı olmadığı anlaşılıyor) gerekçesinde yazılmayan felsefesinin, hayvan hakları savunuculuğu mücadelelerini “hayvanlara eziyet etmenin, insanların vicdanında yarattığı tahribatı hafifletme ahlaki düzleminde bırakmak ve konunun insanın kendisine yönelik boyutunun sorgulanmasının önüne geçmek” olduğu anlaşılıyor.

ENDÜSTRİYEL HAYVANCILIK

Endüstriyel hayvancılık (yoğun hayvan üretim sistemleri), olabilecek en az üretim alanı kullanılarak ve en düşük maliyetlerle hayvanlardan (onların et ve süt ürünlerinden) en yüksek verimin alınabilmesi için tasarlanmış dünyevi cehennemlerdir. Hayvan; yürümeyi bırakın sağa sola sallanmasının dahi mümkün olmadığı, kolay temizlenmesi için zemini beton olan, sürekli ışık altında gecesi olmayan bir ortama doğar, orada büyür, orada suni döllenmeye ya da damızlık hayvanlar tarafından tecavüze maruz bırakılır [16], orada yavrular ve fakat yavrusunu göremez, onu emziremez ve orada “dini adetlere uygun, ürkütülmeden, korkutulmadan ve fazla acı çekmeyecek şekilde bir anda” kesilir. Yaşamına ilişkin gerçek sayılabilecek tek şey yemektir. Onu da ihtiyacı olduğu kadar değil, en kısa sürede, en yüksek değerle satışa uygun et boyutlarına gelecek kadar yemek durumundadır. Bu hastalanmamak için mucizelerin gerektiği koşullarda, hastalanmamaları için sürekli ilaç içirilirler. Bu cehennemi ortam, bununla da kalmamakta ve hayvanlar üretim tesislerine benzer koşullar içerisinde, bir dönem Afrika’dan Amerika’ya köle olmak üzere gemi ambarlarında taşınan köleleri hatırlatırcasına TIR’larda, gemilerde mezbahalarına ulaşabilmek için çok uzun mesafeli ve süreli nakliyelere maruz kalmaktadırlar.

Burada belirtilen işkencelerin, Hayvanları Koruma Kanunu’nda belirtilen hayvanlara kasıtlı olarak fiziksel ve psikolojik acı çektirme, zorla yedirme, tıbbi gereklilik olmaksızın ilaç verme vb. yasakları ihlal olarak değerlendirilmesi gerekirse de, endüstriyel hayvancılığa ilişkin olarak söz konusu kanuna istinaden Tarım ve Köyişleri Bakanlığınca çıkarılmış olan yönetmelikler [17] hayvancılık işletmelerinin kuruluş ve çalışma koşulları içerisinde sözünü ettiğimiz cehennemi ortamın önüne geçmeye zorlayıcı ve hatta özendirici hiç bir düzenleme içermemektedir.

Kaldı ki, bir an için hayvanları bir kenara bırakacak olursak, daha çok insan sağlığına yönelik olarak hijyenik koşulları düzenlemeyi amaçlayan söz konusu mevzuatın, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de hayvanların söz konusu yaşam ortamları içerisinde et ve diğer et ürünleri olarak da insan sağlığını tehdit ediciliğini ortadan kaldırıcı olduğu söylenemez. [18] Ayrıca bu üretim tesislerinin, kuruldukları bölgedeki yerüstü ve yeraltı sularına, atmosfere yaydıkları karbondioksit, metan, amonyum nitrat gibi gazların yarattığı global ısınma, ozon deliğinin büyümesi, asit yağmurları vb olumsuz etkiler de anılmalıdır. Bu konuda yönetmeliklerde geçen tek husus ördek, kaz gibi üretim için suya ihtiyaç duyulan hayvan üretim tesislerinin içme suyu kaynaklarından uzak yerlerde tesis edilmesine ilişkindir. Ve son olarak, endüstriyel hayvancılığın geliştiği ülkelerde milyonlarca küçük çiftçi de çiftliklerini bırakıp, sermaye birikim sürecine işçi ya da -çoğunlukla- işsiz olarak katılmak üzere kentlere akın etmek durumunda kalmaktadırlar.

NELER YAPILABİLİR?

Ülkemizde henüz endüstriyel hayvancılık, büyük boyutlarda bir gelişme kaydetmiş değildir; ama endüstriyel kanatlı hayvan üreticiliği başta olmak üzere, bu sektörde büyük çapta gelişmelerin olacağının sinyalleri gelmektedir. Bu endüstriyel işkenceye karşı, gerek hayvan merkezli yaklaşımla, gerekse de etik, toplum sağlığı açılarından ve alternatif bir ekonomik altyapının kurulmasını zorlamanın adımları olmak üzere hayata geçirilebilecek mücadele ve çabaların iki yönlü değerlendirilmesi gereklidir : İlki gündelik acil sorunların ve insan vicdanını zedeleyen uygulamaların çözümüne yönelik acil tedbir / demokratik eylemler geliştirilmesi ve gerçekleştirilmesi; ikincisi ise, orta ve uzun dönemde yerel ve müteakiben küresel bir zihni dönüşümü tetikleyebilecek uygulanabilir pratiklerin oluşturulması ve dönüşüm projelerinin geliştirilmesi. Bu anlamda, düşüneceğimiz ve uygulayabileceğimiz çözümler, toplumsal da olsa, bireysel de düşünülse, küresel ölçekli etkileri olabilecek çözümler olmalıdır.

HUKUKİ BOYUT

Bu bağlamda, öncelikle demokratik toplumlarda yasalar; gündelik acil sorunların ve insan vicdanını zedeleyen uygulamaların asgari kabul edilebilir bir düzeye taşınması için geçici ama kimse tarafından daha gerisine gidilemeyecek bir hukuki zemin sunar. Yasalar aynı zamanda, toplumun vazgeçilemez ve geri döndürülmesi direnişle karşılaşabilecek asgari demokrasi standartlarının düzeyini tanımlar. Sivil hareketlerin, yasaları sadece devletin tecessüm ettiği bedenler olarak değil, bu yönü ile de dikkate alması, onlara toplumsal dönüşümün gerçekleştirilebilirliği konusunda alternatif bir anahtar kazandırabilir.

Bu bakış açısı ile, AB uyum yasalarını ve özellikle konumuzla ilgili olan yasaları inceleyelim. Bu yasalar; yeni bir küresel güç olma tanımı çerçevesindeki AB’ne girmek ve Türkiye’nin hukuki altyapısını küreselleşmeye uydurmanın rantını yemekten öte amacı olmayanlar için ‘asgari’ (katlanılabilecek) standartların yer aldığı yasalardır. Bu asgari standartlar dahi, Türkiye’nin mevcut demokrasi standartları dikkate alındığında daha yüksek düzeyli adımlar gibi görünmekte ve AB’ne girmenin kendi derin çıkarlarına aykırı olduğunu gören bir kesiminin dışındaki sessiz çoğunluk tarafından iyi bir şey oluyormuş gibi algılanmaktadır. Oysa, bu yasalara diğer mevzuata ve uygulamalara, AB’nin çok daha ötesinde demokratik standartlar getirmek bizim elimizdedir. O zaman bu yasalar, Türkiye toplumunun gözünde AB dayatması olmaktan çıkabilir. Konumuz özelinde, homosantrik olmayan, hayvanlara endüstriyel bir ürün olarak bakmayan bir yaklaşımın 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu ve ilgili mevzuatında yer bulabilmesinin sağlaması önemlidir.

Konunun uzmanlarınca da üzerinde düşünülmesini tahrik etmesi beklentisi ve hayvan hakları savunucuları ile homosantrik olmayan yaklaşıma sahip demokratik sivil toplum örgütlerince kamu otoritelerini harekete geçirmeleri için demokratik eylemlere bir katkı olması niyeti ile, aklıma gelen Hayvanları Koruma Yasası’na yönelik birkaç değişiklik önerisi :

Hayvanları Koruma Yasası’nın yerel bazda uygulanması kapsamında illerde teşkil edilen İl Hayvanları Koruma Kurullarına, hayvan sevgisi, korunması ve yaşatılması ile ilgili eğitici faaliyetler düzenlemek görevi verilmiştir. Bu olumlu, ama yetersiz bir yaklaşımdır. Aslolan hayvanlara yönelik şiddetin ana kaynağı olan homosantrik zihni yapının dönüştürülmesidir. Bu çerçevede, Milli Eğitim Bakanlığı’nca okullarda homosantrik dünya bakışının yanlışlığını vurgulayan, “dünyanın sadece biz insanların değil, tüm canlıların yaşam alanı” olduğu yönündeki yaklaşımlara ders programlarında yer verilmesi hususunun, yasada yer alması gereklidir.

Hayvan deneyleri etik kurulu, sadece bu deneyleri yapan kurum üyelerinden değil; bunlarla birlikte hayvan ve insan hakları savunucularının da yer alacağı kurum dışı üyelerden de oluşturulması yönünde bir düzenlemenin yasaya aktarılması; ayrıca, yasada hayvan deneyi yapan kuruluşların, deney yaptıkları konularda hayvanları kullanmaksızın aynı sonuçları alabilecekleri başka yöntemler üzerinde de çalışmaları hususunun yasada, bir zorunluluk olarak vurgulanması ve gerekirse bu hayvansız araştırma / projelerin devlet bütçesinden desteklenmesi yönünde teşviklerin de yer alması önemlidir.

Yasada, düzenlenecek ayrı bir bölümde; endüstriyel hayvancılık işletmelerinde tek bir hayvan için asgari yaşam alanı standartları, asgari işletme alanı genişlikleri ve üretilebilecek azami hayvan sayısı, beslenme saatleri dışında bina dışında serbestçe dolaşım düzenlemeleri, hastalıklara karşı hastalık öncesi ilaç verme uygulamalarına son verilmesi, hayvanların canlı olarak taşınmalarının yasaklanması vb. hayvanların yaşam standartlarını yükseltecek koşulların, ruhsat almak için ve müteakip denetlemeler için zorunlu tutulması; mevcut tesislerin de belirli bir süre içerisinde bu koşulları taşıyacak hale getirilmesi için gerekirse kaynak ayrılması gibi hususlara yer verilmesi ve devletin hayvancılık teşvik programlarını gözden geçirmesi ve endüstriyel hayvancılığa değil [19], tarıma ve küçük çiftçilik tarzındaki hayvancılığa yönelik teşvikler uygulaması yönünde bir mücadele yürütülmelidir.

Bireysel olarak yapabileceğimiz şeyler ise; öncelikle zihni dönüşümümüzü gerçekleştirme yönünde insan-merkezli kendi bireysel yaklaşımımızı sorgulamak olabilir. Sonra gündelik ilişkilerimizde, farkında olmayan diğer insanlar tarafından bu yaklaşım her dile getirildiğinde ya da tavırlar ile her vurgulandığında, homosantrik yaklaşım çıplak hale getirilebilir ve insanın homosantrist bakışı ile yüzleşmesi sağlanabilir.

Dünya toplumunun basit bir tüketici bireyi olarak, tüketimi bir araç değil, amaç olarak algılamamızın sonucu olan tercihlerimiz, dünyanın felaketini adım adım hazırlamakta olan kapitalist devasa üretim motorunun rejim ısısında [20] kalmasını sağlayan soğutma / yağlama sistemi olarak görev yapmaktadır. Tercihlerimizin bu işlevini tamamen ortadan kaldırmak mümkün değil gibi görünüyorsa da, işlevi yetersiz kılacak yaklaşımlarımız motorun kendini sürekli yenileyerek fütursuzca çalışmasını sekteye uğratabilir ve onun o devasalığında gizli hassas kırılgan özün farkına varılmasına neden olabilir. Konumuz bağlamında tüketim alışkanlıklarımızı dönüştürecek pratikler; eğer vejeteryan değil isek, et ve et ürünlerini yemeyi azaltmak [21] [22]; et yediğimiz zamanlarda yediğimiz şeyin bir zamanlar bir canlı varlık olduğunu ve önümüze gelmek için kesilinceye kadar çektiği acıları hatırlamak [23], eğer illa da et ve et ürünleri yemek istiyorsak, bunları endüstriyel hayvancılık ürünlerini kullanarak değil; hayvanların doğalarına daha uygun koşullarda yaşadıkları çiftliklerin ürünlerini kullanmak ya da sizin üretebileceğiniz ve bizlerle de paylaşmanızdan memnunluk duyacağımız başka yöntemler / pratikler olabilir.

Bireysel olarak yapabileceğimiz bir başka konu ise, içinde yer aldığımız tüm sivil demokratik kurumlar içinde homosantrizm karşıtı yaklaşımın yerleşebilmesi için mücadele etmek; homosantrizm karşıtı sivil toplum örgütlerinin oluşturulmasını sağlamak ya da bu tip örgütler içerisinde yer almak olabilir.

Söz konusu bu örgütler içerisinde; yapacağımız bireysel çalışmalar ve kuracağımız / içinde yer alacağımız alternatif düşünüş grupları marifetiyle kurum içi baskı yöntemlerinin uygulanması ile; hayvanların acı çekme özelliği ve insan kadar karmaşık olmasa bile duyguları, basit düşünebilme yetenekleri bulunan varlıklar olduklarının vurgulanması; hayvanların sömürülmesinin ortadan kaldırılması vb. uzun vadeli hedeflerden, siyasi partilerin hayvanlara yönelik de çalışmalar yapmalarının zeminini oluşturacak yerel politikalar geliştirilmesi; hayvan hakları ve gereksinimleri konusunda kamuoyundaki farkındalığın artırılması gibi kısa vadeli hedeflerin bu kuruluşların çalışmaları içerisinde yer almasının sağlanması; Türkiye’deki yabanıl hayatın / türlerin korunması, avcılığın tamamen yasaklanması ve/veya yasaklamaya yakın kontrol önlemleri altına alınması, ekonomisi belli bir türün avlanmasına bağlı olan bölgelerde alternatif ekonomik yaşam örgüsünün oluşturulması için kamusal teşviklerin aktarılması; endüstriyel hayvancılığa, hayvan deneylerine, kürk-kozmetik vb. lüks ihtiyaçlara yönelik hayvan sömürüsüne, hayvanların eğlence / gösteri / yarış vb. amaçlı kullanılmalarına karşı ve geleneksel hayvancılığın teşviki, endüstriyel hayvancılığın tedricen ortadan kaldırılmasına [24] yönelik politikalar geliştirilmesi ve eylemler düzenlenmesi; dünyadaki bu alanda yürütülen mücadelelerin, parti, dernek, platform, uluslararası kuruluş vb. program ve tüzüklerindeki gelişmelerin, yeni mücadele tarzlarının izlenmesi ve Türkiye’de bu yöntemlerin yerel ihtiyaçları da karşılayacak şekilde uygulanması; bu alandaki küresel mücadelelere destek verilmesi / içinde yer alınması gibi hususların bu örgütlerin tüzük, politika ve eylem yöntemleri içerisinde yer alması sağlanabilir.

İnsan, homosantrik yanılsamasıyla hayvana yönelik şiddeti normal karşıladıkça ve bir takım ‘insani’ ihtiyaçları öne sürerek bu şiddeti meşrulaştırdıkça, insanlara yönelik şiddetin de normalleştirilmesine ve meşrulaştırılmasına kapı aralamaktadır.

Bir dostum, kedi beslemek üzerine homosantrik vurgulu bir soruya, doğrudan sorunun cevabı olmayan şöyle bir yanıt vermişti : “Ben kedi beslemiyorum; kedilerle birlikte yaşıyorum.” İnsanlar, kediler, diğer insanlar ve diğer kedilerle barış içinde ve ötekileştirmeden birlikte yaşayabileceğimiz bir dünyayı kurmamız dileğiyle...


[1] Sinir bozucu ve tahrik edici.

[2] “Bütünlük imkansızdır ve aynı zamanda tikelin olmazsa olmazıdır: bu anlamda bütünlük tikelin içinde yokluğuyla vardır; tikeli sürekli olarak kendisinden fazla bir şey olmaya, ancak istikrarsız ve kapanmamış bir rol olarak gerçekleşebilecek evrensel bir rol üstlenmeye zorlayan kurucu bir eksiklik olarak vardır. İşte bu sayededir ki, demokratik politika yapabiliriz: ...” Ernesto LACLAU, Evrensellik Kimlik ve Özgürleşme, Birikim Yayınları, 2000, s.66.

[3] “Zeka olarak üstün olmamız da onlara istediğimiz her seyi sınırsız olarak yapma hakkını vermez. Böyle bir hak sahibi olmaya kalkarsak, aramızdan zeka özürlü insanlara karşı da aynı hakkı iddia edenler çıkabilir. O halde, hayvanseverlik bir meziyet değil, birilerinin dediği gibi, insan olabilme yolunda atılmış önemli bir adımdır.” Prof. Dr. Tamer DODURGA, Hayvanları Sevmeli mi, Yoksa Saymalı mı?, AB Veteriner Hekim Platformu Eylül 2006 e-Bülteni, s.4. http://www.abveteriner.org/dosyalar/eBulten3.pdf

[4] 24.6.2004 tarihli 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu.

[5] http://www2.tbmm.gov.tr/d22/1/1-0323.pdf

[6] “..., sürdürülebilir av ve yaban hayatı yönetimi için av ve yaban hayvanlarının doğal yaşam ortamları ile birlikte korunmalarını, geliştirilmelerini, avlanmalarının kontrol altına alınmasını, avcılığın düzenlenmesini, av kaynaklarının millî ekonomi açısından faydalı olacak şekilde değerlendirilmesini ve ilgili kamu ve özel hukuk tüzel kişileri ile işbirliğini sağlamak ...” amacıyla 2003 yılında çıkarılan 4915 sayılı Kara Avcılığı Kanunu’nun, hayvan haklarına yönelik daha derin bir felsefi bakışa sahip olduğu söylenebilir.

[7] Küreselleşme, sömürünün çağdaş biçimlerinden biri olan sermaye ihracı ile yurtdışı yatırımlar yaparak sömürme yönteminin, kendisine hedef seçtiği bölgelerde yatırım öncesi, riskleri asgariye indirme çabalarını öngerektirmektedir. Bunun ilk adımı da yerel yasal düzenlemelerin küresel uyumu çalışmalarıdır. Bir alanda düzenleme yapmaya karar vermek, o alandaki taşları yerinden oynatır. Başlangıçta yerinden kıpırdatmanın mümkün olmadığı bu taşlar, herkes tarafından kolayca hareket ettirilebilir hale gelir. Bu hal, toplumu belli bir yönde evriltmek isteyenlerin yumuşak karınlarının ortaya çıktığı ve demokratik talepler karşısında savunmasız kaldıkları bir süreci betimler. İstedikleri yöndeki dönüşümü sağlamak için bu hale hem ihtiyaçları vardır ve fakat hem de bu dönüşümün istemedikleri yöne savrulması riski nedeniyle, bu durum onlar için çok tehlikelidir. Hiç kimse, taşların o oynar halleriyle uzun süre havada kalmalarından hoşlanmaz. Bu kısa süreç, demokratik gelişim adına yapılabilecek şeylerin olağandan daha süratle gerçekleştirilebilme fırsatının, “taşlara sadece egemen güçlerin müdahalede bulunabildiği” yanılsaması ile kaçırılmaması gereken bir süreçtir. Türkiye, halen böyle bir sürecin, tam merkezinde yer almaktadır.

[8] Hatta yasanın birinci maddesinin gerekçesinde hayvanların ‘doğa kaynaklı’ mağduriyetinden de söz edilmektedir.

[9] Yasada amaç maddesi haricinde hayvanlara yönelik yasal ya da yasaklanmış şiddet uygulamaları ‘müdahale’ olarak tanımlanmıştır.

[10] Ancak 4631 sayılı Hayvan Islahı Kanunu’nun 10. maddesi bu kontrolsüz üremenin engellenmesinin yanında, damızlık olamayacak kesim hayvanlarının da Bakanlıkça iğdiş edilmesi ve enenmesini (erkekliğin giderilmesi) de düzenlemektedir.

[11] 16.5.2004 tarihli Deneysel ve Diğer Bilimsel Amaçlar İçin Kullanılan Deney Hayvanlarının Korunması, Deney Hayvanlarının Üretim Yerleri ile Deney Yapacak Olan Laboratuvarların Kuruluş, Çalışma, Denetleme, Usul ve Esaslarına Dair Yönetmelik.

[12] Dr. Ümit Şahin “Dosya: Hayvan Deneyleri Yapmalı mı, Yapmamalı mı? Yoksa Hiç Değinmemeli mi?” İstanbul Tabip Odası Dergisi 1997.

[13] Yaşamsal önemi olduğu genel kabul gören bilimsel bir uygulamaya karşı olmak, sorunu derhal çözmese ve ihtiyacı ortadan kaldırmasa da, sorunu çözebilecek altyapının oluşturulmasının ivediliğini sürekli gündemde tutmak gibi önemli bir fonksiyonu taşımaktadır. Bu anlamıyla ben kendimi, hayvanların deneylerde kullanılmamasını savunanlara daha yakın hissediyorum. (Daha keskin bir yaklaşım için; Rudolf Bahro, Statement on My Resignation From the Greens, Tageszeitung, 19 Haziran 1985 (Rudolf Bahro, Building the Green Movement içinde s.210-211, New Society Publishers, 1986)

[14] Örneğin ülkemizde deve güreşleri özellikle Ege ve Akdeniz Bölgelerinde birçok yerde halen ‘izinli’ olarak sürdürülmektedir. Bu, “Geleneksel Deve Güreşlerinin genelde hayır, okul yaptırma gençlik-spor ve dernek ve klüpleri tarafından o beldenin eksiklerini tamamlanmak üzere tertip edildiği” organizatörlerce ifade edilse de, bu gösterilerin şiddet içermediği söylenmeyeceği gibi dövüştürmenin hayır amaçlı olmasının develer için şiddet faktörünü ortadan kaldırdığı da iddia edilemez.

[15] Hijyenik kurallara uyulmasının kesilmekte olan bir hayvanı nasıl koruyacağı açık değildir.

[16] “... kolay giriş - çıkış olması için bir ‘tecavüz’ kafesine bağlanıp bir erkek domuzla çiftleştirilerek veya suni döllemeyle; ‘ya da süper dişi domuzlardan alınmış embriyonların tıbbi müdahaleyle sıradan domuzlara yerleştirilmesi suretiyle’ ama her zaman zor kullanarak...” Carol J. ADAMS, Ekofeminizm ve Hayvan Yeme, Birikim Dergisi 57-58, Ocak-Şubat 1994, s. 98.

[17] 09.08.2006 tarihli Hayvancılık İşletmelerinin Kuruluş, Çalışma, Denetleme Usul Ve Esaslarına Dair Yönetmelik, 05.01.2005 tarihli Kırmızı Et ve Et Ürünleri Üretim Tesislerinin Çalışma ve Denetleme Usul ve Esaslarına Dair Yönetmelik, 08.01.2005 tarihli Kanatlı Hayvan Eti ve Et Ürünleri Üretim Tesislerinin Çalışma ve Denetleme Usul ve Esaslarına Dair Yönetmelik, 18.06.2004 Kuluçkahane ve Damızlık İşletmelerinin Çalışma ve Sağlık Kontrol Yönetmeliği

[18] En bariz örneği ‘Deli Dana Hastalığı’

[19] Hazine Müsteşarlığı bünyesinde geliştirilen Tarım Reformu Uygulama Projesi’nin Hayvancılık Desteklerine ilişkin yaklaşımı: “Hayvancılık faaliyetlerinde ırk ıslahı, kaba yem üretiminin artırılması, verimliliğin artırılması, işletmelerin ihtisaslaşması, işletmelerde hijyen şartlarının sağlanması, hayvan sağlığı ve refahı, Hayvan Kimlik Sisteminin teşviki, hayvansal ürünlerin işlenmesi ve pazarlanması ile bunlarla ilgili kontrol, takip ve standartların iyileştirilmesi amacıyla mevcut destekleme araçlarına ek olarak et primleri, pazarlama destekleri, hayvancılık işletmelerinin modernizasyonu destekleri ile çevresel önlemlere yönelik tedbirler uygulamaya konulacaktır. ... Yeni destekler yoluyla hayvancılık alt sektöründe ihtisaslaşmış hayvancılık işletmelerinin sayısının artırılması da sağlanacaktır. Uygulamanın kapsamının genişlemesi sonucunda hayvancılık desteklerinin tarım destekleme bütçesi içindeki payının % 12 seviyesine yükselmesi hedeflenmektedir.” http://www.arip.org.tr/tys.htm

[20] Rejim ısısı : İçten yanmalı motorların, silindirler içinde oluşan ısı nedeniyle, motor bloku erimeden, pistonlar silindir cidarlarına yapışmadan çalışabileceği azami ısı düzeyi.

[21] (İlkel) ”İnsan, çevresinde yaşayan öteki hayvanların en güçsüzü (kimine göre sırf fiziksel güç, kimine göre hız ya da koku alma vb. yetenekleri bakımından) olduğuna göre, ancak işbirliği içinde ya da tuzak kurarak vb. yöntemlerle avlanabilir; ayrıca ilkel de olsa, silah kullanmayı öğrenmiş olmalıdır. Bu çerçevede, avcılığa oranla toplayıcılık çok daha kolay ve beslenmenin ilk biçimi bu olmalı. Öyleyse ilk insanlar da temelde otobur olmalı.” Murat BELGE, Tarih Boyunca Yemek Kültürü, İletişim 2001, 6. Baskı, s.33.

[22] Önemli bir kısım tıp literatürü, tüm hayvansal gıdalar konusunda aynı netlikte olmamakla birlikte, et yememizin elzem olmadığını söylemektedir. Özellikle, vitamin eksikliği açısından, cok kati vejeteryan olan yada vegan (balık dahil herhangi bir hayvanı ve hayvansal ürünü tüketmeyi reddeden vejeteryan) olanlarda B12 vitamin eksikliği görülebilmektedir. Bu vitamin vücutta depolanamamaktadır ve en önemlisi neredeyse tek kaynağı hayvansal gıdalardır. Bazı bitkilerde varsa da, tek basına onları yiyerek, B12 ihtiyacımızı karşılama şansımız maalesef bulunmamaktadır. B12 vitamini konusu vejeteryanlar arasında da tartışma konusudur. Bu anlamda, hayvan sağlığını, o hayvandan elde edilecek üründen edineceği kendi sağlığının önüne koyan radikal bir vejeteryan yaklaşımdan (ki bunun derin-ekolojist bir yaklaşıma yakın olduğu tartışılabilir) bakarak, B12 tartışmasının da, homosantrik bir eğilimin sonucu olduğu söylenebilir.

[23] Carol Adams ile Söyleşi: Patriyarka, Kadınlar ve Vejetaryenlik, Birikim Dergisi Temmuz 2005 Sayı 195 s.42

[24] Bu paragrafta belirtilen politikalar büyük ölçüde, Dr. Ümit ŞAHİN’in Birikim Dergisinin Temmuz 2005 tarihli 195. sayısında yayımlanan “Yeşiller ve İnsan Hakları” makalesinin s.18-20’de geniş olarak sıralanan dünyadaki yeşil partilerin programlarında yer alan hayvan hakları politikalarından alınmıştır.