Dersim 1938 ve Zorunlu İskan: Hatırlatma Yasağının Ağır İhlali

“Vahşi siyah adamlar sizin kanunlarınızı anlamıyor! Ülkede yaşayan her hayvan ve toprakta yetişen her işe yarayan kök, kamu malıdır. Bir siyah adamın malı, ancak üzerindeki örtü, silahları ve adıdır. Bu adam, hayvanların ve bitkilerin, bir adama daha çok, diğerine daha az ait olmasını anlayamaz.” (Yagan adlı Victoria’lı bir Aborjin-1840)[1]

Yukarıdaki sözler, Avustralya Aborjinlerinin İngiliz sömürgecileri tarafından ‘uygarlaştırılmaları’ sürecindeki bir yerlinin çığlığıdır ve bu çığlık, ‘uygar olmayıp, uygarlaştırılma’ müdahalesi ile karşı kaşıya kalan tüm eşitlikçi halkların adeta evrensel mottosu olma niteliğindedir. Bu bakımdan yukarıda alıntılanan sözler, dünyanın tüm komünlerinin, kapitalist uygarlığa yönelttikleri evrensel bir çığlık niteliğindedir ve 1938 öncesi Dersim halkı için de geçerli olduğu söylenebilir.

“Dersim 1938 ve Zorunlu İskan: Telgraflar, Dilekçeler, Mektuplar, Fotoğraflar” isimli kitap, Dersimli bir avukat, yazar, Uluslararası Af Örgütü’nün ve Dersim Demokratik Halk Dayanışması isimli birliğin üyesi olmaklığıyla aktivist, Hüseyin Aygün’ün emeğinin ürünüdür. 2009 yılında Dipnot Yayınları tarafından basılan kitap kısa bir süre içerisinde 2. baskısını yaparak okur kitlesiyle buluşmuştur. Kitaba dair inceleme, 2. baskı baz alınarak yapılacaktır.

Dersim, Dersimli olmayıp üzerinde düşünenlerin evrenlerine pek çok farklı açıdan dâhil olagelmiştir. Dersimi, kimisi Aleviliği, kimisi Kızılbaşlığı, kimisi Kürtlüğü, kimisi Zazalığı, kimisi Türkmenliği, kimisi Horasanla bağıntısı, kimisi muhalefet odağı ya da devrimci potansiyeli, kimisi çıbanlığı, kimisi de tüm bunların muhtelif bileşimleri olarak ele almıştır. Tüm bu algı tayfı dahi Dersim’in başlı başına bir heterodoksiye sahip olduğunun ve modern kavramlar, kategoriler ya da anlamlandırma biçimleri aracılığıyla kapsanabilmesinin oldukça güç olduğunun göstergesidir. Bu tayfın önemli renklerinden biri olan akademisyen Mesut Yeğen’in kitaba yazdığı ‘Sunuş’ta da(hi) “Dersim 37-38”, kitabın ana izleğiyle çelişen bir değerlendirme ile (her ne kadar çeperinde olarak değerlendirilse de) salt “Kürt rezistansı” çerçevesinde ele alınmaktadır. Söz konusu çerçeve her ne kadar heterodoksiyi göz önünde bulunduran bir niteliğe sahipse de Dersim’in özgünlüğünü ‘görece özcü’ bir yaklaşıma feda eder görünmektedir. Bu bağlamda özcü yaklaşımlara inat kitabın özgünlüğü, bizzat ‘Dersimliliğine’ dayanmaktadır.Dersim 1930’larda, kapitalist dünya sisteminin modern devletlerinden biri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuksal egemenlik alanı içerisinde yer alan, ancak dağların koruyup kollayarak geçit vermemesi nedeni ile fiilen temas edilememiş komün konfederasyonlarının yaşam alanıdır. ‘Otorite’nin söz konusu egemenlik alanı içerisinde iktidarını mutlak olarak yaymayı hedeflediği ve kendi iktidar alanı içerisinde soluklanacak hiçbir delik bırakmamaya ant içtiği düşünüldüğünde, Dersim’in makûs talihi, yüzyıllar boyunca dağların ‘esirgeyen sınırları’nın söz konusu dönemde modern devletin araçları ile aşılmasıdır; bir diğer ifade ile yaşanan, ‘komün’ün, ‘uygarlık’ tarafından fethedilmesidir.[2]

Dersim’in 1930’lara kadar Kürdistan’da yer alan toplumsal yapı ile büyük farklılıklara sahip olduğu belirtilmelidir. Büyük toprak ağalığının yer almadığı, aksine küçük köylülüğün hüküm sürdüğü ve bu bakımdan hiyerarşik, sınıflı bir toplum modeline denk düşmeyen Dersim’in toplumsal kompozisyonu, söz konusu niteliğiyle 1930’lara kadar komün niteliğini sürdürmüştür. Hayatı yeniden üretmenin yol ve yordamını kendi normları ile çıkarsayan söz konusu yapı, modern bir ‘polity’nin toplumsal hiyerarşiyi sürdürmek için inşa ettiği kurumlara da ihtiyaç duymamıştır. Dolayısıyla Dersim’de Hobbesçu bir hukuk düzenine, yasalara, ‘yasa’klara, siyasal şiddet tekeline, mahkemelere, hapishanelere, okullara, kısacası devlete ve aklına yer olmamıştır. O halde Dersim’de illaki bir ‘başkaldırı’dan söz edilecekse bu, Dersim’in kendisinin zaten bir ‘kalkık baş’ olduğu gerçeğidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin payına düşen ise artık yeterince bilenmiş kılıcı söz konusu başa indirmektir.

Modern devletler, kapitalist sistemin içsel niteliği gereği kendi üsluplarına sahiptirler. Modern devletlerin ‘kuruluş dönemleri, kurucu ilkeleri, devlet-sistem, devlet-devlet, devlet-toplum, devlet-sınıf, devlet-yurttaş, devlet-doğa ilişkileri, pratiğe yönelik araçları, şiddetle kurdukları bağ vs.’ oldukça değişkendir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kendine ait üslubunun temelleri ise Osmanlı modernleşmesinde, İttihatçı düşüncede ve pratiklerde aranmalıdır. Dersim’in ‘baş’ına gelen, bu bağlamda bir ‘Türk Cumhuriyeti’ kurarken başvurulan erken dönem yöntemlerin yeni araçlar eklenerek devralınmasıdır. Bu bakımdan Dersim’in uğradığı gazab, tam anlamıyla ‘İttihatçı’dır. İttihatçılığın i) siyasal kur(t)uluş felsefesi, ‘siyasal bir devrimin toplumsal bir devrim ile taçlanacağı’ öngörüsüne dayalı katı bir pozitivizme, ii) siyasal kur(t)uluş reçetesi, (Z. Gökalpçi) buhran geçiren bir organizma olarak tarif edilen toplumdaki ‘hastalık’ların, tetkikine, teşhisine ve tedavisine dayanmaktadır.

Modern bir zihin için terra incognita olarak nitelendirilebilecek Anadolu’nun ‘bilimsel bilgisi’ne ise etno-istatistiksel demografik çalışmalar ile ulaşılabileceğine inanılmış, ‘bilimsel’ nitelikli çalışmalar sonucunda Türklüğün etnografik ve demografik sınırları belirlenmiştir. Söz konusu bilimsel çalışmalardan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun kökü kazınmamış Kürt ahalisine atfedilen nitelik ise ‘aşiretlere dayalı, geri, muzır bir ur’ olmaklığıdır. Monolitik ve ‘uygar’ bir ulus yaratma tahayyülünden Kürtlerin payına düşen ise asimilasyondur. ‘Nafi’ bir unsur olmanın yolunun Türkleştirme, dolayısıyla ‘uygarlaştırma’ olduğu konusunda konsensus sağlanmış, Dersim de söz konusu siyasal projenin sınırları içerisinde değerlendirilmiştir. Bir diğer ifade ile Dersim, ‘devletin Kürdistan projesi’nin içerisinde yer almış, bu nedenle hem devletçi hem de muhalif yazının anlam dünyasını büyük bir yanılsamaya kaynaklık edecek biçimde çerçevelendirmiştir. Bu noktadaki en önemli sorun, Dersim’e bakan gözün, gördüğünü ‘evrenselleştirmesi’ ve görülenin, aslında bakılanın özgünlüğünü tamamen bertaraf etmesidir.

Türkiye’de Dersim üzerine yazılan en radikal, en muhalif metinler dahi Dersim’i devletin kodladığı biçimiyle kabul etmiş, ele almış ve devletin Dersim’e yönelik siyasasını, söz konusu çerçeveyi benimseyerek değerlendirmiştir. Bir başka ifade ile devletin karşısında konumlanan kalemşorların dahi paradigmatik evreni, ne yazık ki devletin kendi söylemini kurduğu evren ile örtüşegelmektedir. Bu bakımdan yazılanlar, Dersim’in homojen olduğu önkabulüne dayalı ‘corpus’una yönelik haksızlığın ifşasına yönelmiş, Dersim’i ayrıksı kılan yönlerin göz ardı edilmesini beraberinde getirmiştir. Elbette bu tespit söz konusu muhalif metinlerin değersiz olduğu anlamına asla gelmez; ancak bu metinlerin ‘sınırlılıklarının’, Dersim’in tarihsel dertlerinin ifşası ve söz konusu dertlerin devası konusunda yetersizliklere de kaynaklık ettiğini kabul etmek gerekmektedir. Çünkü ‘Dersim’i, ‘Tunçeli’nden ayıran, tam da bu farktır. İşte bu kitap söz konusu sınırları, sınırların içerisinden yola çıkarak gerilla yöntemi ile aşma çabasıdır; bu bakımdan ana akım Dersim yazınından apayrı bir yere sahiptir.

Kitap, hem Dersim’in bilgisini Dersimli olarak deneyimlemiş bir kişi tarafından kaleme alınması hem de siyasal mücadelenin önemli bir alanı olan ‘hatırlatma yasağı’na karşı ‘hafızanın bir başkaldırısı’ olması nedeniyle kıymetlidir. Ayrıca kitap, bir komünü komün yapan en önemli özelliklerden biri olan ‘söz’e, ‘sözlü aktarım’a ve ‘sözlü tarih’e verdiği önem açısından da tam bir ‘Dersimli’dir. Nitekim kitabın “Bir Dersimlinin Sürgün Yolculuğu” başlıklı alt bölümünde yer verilen notlar, 2004 yılında Tunceli’de Ali ŞEN ile yapılan görüşmeye aittir. Söz konusu yöntemin, ‘hafızanın başkaldırısı’ açısından pozitivizmin hegemonyasına yöneltilmiş bir darbe olduğu söylenebilir; bu bakımdan kitapta hem yazılı hem sözlü hem resmi hem de gayri resmi (mektuplar, fotoğraflar) belgelere yer verilmesi ve tümünün, geçmişin bilgisinin bileşenleri olarak ele alınması, yazarın yazına yaptığı son derece önemli katkılardır.

Yazarın, sıradan bir Dersimlinin, Dersim, Dersimlilik, Alevilik, Kızılbaşlık, Kürtlük, Zazalık algısına dair vermiş olduğu otokton bilgiler, Dersim’e Dersim dışından bakanların genel geçer bilgilerini yanlışlar ve bilgiyi, onu edinme biçimini sorunsal haline getirmenin kaçınılmazlığını hatırlatır niteliktedir. Yazar, Dersim ve Dersim’de yaşamış olan ve hala yaşayan topluluklar için şu değerli bilgilere yer vermektedir:

“Bu kitapta Dersimliler için Kırmanc adı kullanılmaktadır. Dersimlililerin etnik kökenleri çok tartışmalıdır. Tarihte pek çok halkın, kavmin, aşiretin ve milletin gelip yerleştiği Dersim bölgesi, uzun yüzyıllar içerisinde heterojen bir topluluk oluşturmuştur. Geçen yüzyılda Ermeniler, Alevi Zazalar, Alevi Kürtler, Alevi Türkmenlerin bir arada yaşadığı ve Ermenice, Zazaca, Kürtçe ve Türkçe’den oluşan ez az 4 dilin konuşulduğu bu bölgenin halkı kendisine ‘Kırmanc’, yaşadığı coğrafyaya da Kırmanciye” adını vermektedir. Kırmanc adı ile Dersimliler, Zazaca, Kürtçe, Türkçe veya diğer dilleri konuşan bölgedeki Alevi-Kızılbaş toplulukların tümünü kastetmektedir. Kırmanc, milli bir tanımdan çok inançsal bir Alevi-Kızılbaş üst-kimliği anlamına gelmektedir. Kırmanc adlandırmasının içeriği tartışmalı olsa da Dersim halkının kendisine verdiği bu ismin kullanılması, bilimsel veya etik yönden doğru olacaktır. Zira bir toplum kendisine ne diyorsa odur. Bu nedenle kitabın bundan sonraki bölümünde bu ad kullanılacaktır.” (s. 23)

Dersim ile ilgili bu denli önemli bilgileri ve kimliğe dair “…zira bir toplum kendisine ne diyorsa odur…” şiarını dile getiren yazar, bir bakıma yerleşik olanı yerelin bilgisi ile alt-üst etmektedir.

Kitabın bir diğer kıymeti ise yazarın, “Dersim trajedisi”ni ya da “katliamı”nı, tarihsel-toplumsal bir çerçevede ele almasıdır. “Dersim trajedisi”ne giden yolu Osmanlı modernleşmesi ve Cumhuriyet dönemi çerçevesinde ele alan yazar, çalışmasının omurgasını kronolojik bir vakanüvislik ile değil, tarihsel-toplumsal bir metodoloji ile hakikatin çok-bileşenli toplumsal süreçlerine değinerek inşa etmiştir. Ele aldığı sorunu modernleşme süreci ve ulus-devlet biçiminde örgütlenmiş siyasal iktidar bağlamında değerlendiren yazar, merkezileşmenin kıyısında kalmış olan Dersim’in adım adım kuşatıldığı süreci böylesi bir çerçeve içine yerleştirmiştir. Yazar ayrıca 16-19. yüzyıllar arasındaki Osmanlı İmparatorluğu-Dersim arasındaki gerilimin tarihsel niteliği ile 19. yy ve sonrası dönemdeki gerilimin niteliği arasındaki ayrıma değinerek, milliyetçiliğin ‘ulusu evrenselleştirip olabildiğince geriye yürütmek’ biçimindeki anakronizmi tuzağına düşmemiştir. Nitekim yazar “Osmanlı Mühime Defterlerinde Dersimli Kırmanclar” alt başlıklı bölümde söz konusu ayrıma dikkat çekmektedir:

“Osmanlının Çaldıran Seferi’nden sonra genelde Kızılbaşları, özelde ise Dersimli Kırmancları yok etmeye veya dağıtmaya dönük özel bir politika izlediği…resmi yazışmalardan anlaşılır. Bu dönemde Dersimli Kırmancların yok edilmesi; ileri gelenlerin katli; kalanların ise sürgün edilmesi şeklinde planlanır. Ancak dönemin sürgün etme mantığı 20. yüzyılın başındaki modern milliyetçi anlayışa veya 1938’de uygulanan zorunlu iskâna henüz benzemez. Bu dönemin sürgün anlayışı, daha çok, Kırmancların gücünü kırma, dağıtma, etkisiz hale getirme amaçlarına hizmet eder.” (s. 44)

Yazarın literatüre yaptığı bir diğer önemli katkı ise Osmanlı İmparatorluğu döneminde yayımlanan raporlara -çalışmasının izleği doğrultusunda- sistematik bir analiz çerçevesinde yer vermesidir. 1896 yılında yayımlanan ilk resmi rapor, modernleşmeci öznelerin Dersim’e yönelik algılarının da yansıtıldığı kilit bir belgedir ve daha sonra düzenlenenlerin de omurgasını oluşturmuştur. Belge’de Osmanlı yöneticilerinin Dersim’e dair görüşleri, “…vergi ve asker vermedikleri, etraftaki ahaliyi tehdit ettikleri, ticaret bilmedikleri, ürünlerini revaçlı yere sevk edip para kazanamadıkları…” yönündedir. Yani ‘modern ve uygar’ bir algıya sahip seçkinlerin Dersim’e dair algıları, Dersim’in modern bir yaşamın yol ve yordamına sahip olmadığı, uygar olmayan ve modernleşme sürecine ayak uydurmaktan uzak ‘kendi başına buyruk’ bir yer olduğu biçimindedir; bir başka ifade ile Dersim ‘uygar olmayıp’ uygarlaştırılması gereken bir yerdir. Daha önce de belirtildiği gibi hedef, Dersim’in Kürtlüğünün tavsiyesinden öte Dersim’in ‘ayrıksı, komünal asabiyyesi’nin çözülmesidir. Nitekim böylesi bir ‘çöz’üm için yöntem olarak benimsenen, “…aşiret…” olarak tanımlanan ‘yapı’ların[3] “…direncini kıracak kadar askerin tahsisi, yolların askerler eliyle inşası, bu inşa sürecinde Dersimlilerin de çalıştırılarak vahşetlerinin izalesi, aşiret ittihadının önlenmesi, yavaşça askere alma usulünün tatbiki, Dersim’de bir sıkıyönetim uygulanması, kaymakamlık ve müdürlük gibi vazifelerin askeri kumandanlığa tevdii, tahsil alacak çocuklara yüz dirhem ekmek ve elbise verilmesi”dir. Nitekim yazarın “Osmanlı Gözünde Dersimlilier: ‘Vahşiler, Eşkiyalar, İkiyüzlüler’” alt başlığı ile raporlardan damıttığı nitelemeler, “hakaretamiz” yaftaların yakıcılığından dem vurmaktadır. “Vahşi, ikiyüzlü, eşkıya, tehdit, cahil, ilkel, vahşi, diyaloğa ya da hoşgörüye dahi değmeyecek” sözcükleri ile nitelenen Dersim halkı, ıslah edilmesi koyutlanan toplumsal bir nesne olarak algılanır.

Bu noktada bir paranteze ihtiyaç vardır. Yazarın, komünün üstyapısı olan Dersim Aleviliğini “Alevi inancı” olarak kodlaması, Aleviliği modern bir inanç kategorisi olarak değerlendirip değerlendirmediği konusunda belirsizliğe yol açmaktadır. Bu anlamda başvurulan “Alevi inancı” nitelemesinin bir ‘kalem sürçmesi’ mi yoksa bu konudaki bir ‘kabul’ü mü yansıttığı açık değildir.

“Yasa tanımaz, asi, otorite düşmanı, başına buyruk” bir topluluk olarak algılanan Dersimlilerin ıslahı için benimsenen yöntemlerden biri olan ‘yok etme’nin Aliye Gax ve Seyit Rıza’nın bedenlerinde cisimleşmesi ise yazarın bu efsanevi halk önderlerinin uğradıkları garabete özel olarak değinmesine kaynaklık etmiş görünmektedir. Nitekim Seyit Rıza’nın Elazığ’da kurulan Tunceli Mahkemesi tarafından yargılanıp idama mahkûm edilmesi sonucunda infazını gerçekleştirmekle görevli dönemin Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’in infaza dair anılarında yer verdiği cümleleri, bu önderlerin Dersim halkının zihinlerinde ‘haysiyet abidesi’ olarak kazınmalarındaki haklılık payını imlemektedir:

“Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle Polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza sehpaları görünce anladı.

- Asacaksınız, dedi ve bana döndü.

- Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?

Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyorum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk.

- Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz, dedi.

Bu sırada Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip koptu. Ben Fındık Hafız asılırken Seyit Rıza görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti. Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti.

- Evladı Kerbelayıh. Bı hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir, dedi.

Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingene’yi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi.”[4]

Çalışmanın, Cumhuriyet dönemine dair raporların analiz edildiği bölümü ise kitabı kıymetli kılan bir diğer özgün yanıdır. Kurulan ulus-devletin yakın geçmişi, Türkleştirme politikasının hayata geçirilmesi adına Misak-ı Milli sınırları içerisinde gerçekleştirilen kitlesel kırımları, sürgünleri, yer değiştirmeleri, iskânları beraberinde getirmiştir. Çok-etnili, çok-kültürlü bir imparatorluk mirasından bir ‘Türk yurdu’ inşa etmeye koyulan cumhuriyetçiler, hayata geçirdikleri ‘etnisite mühendisliği’ ile Anadolu’yu bir halklar mezarlığına çevirmişlerdir. ‘Yurdun’ üzerinde yaşayacağı kararlaştırılan unsurların yüzdelik oranlarının ölçülmesine kadar ‘ince elenip sık döşenerek’ planlanmış ve uygulamaya konulmuş politikalar, Kürdistan coğrafyasındaki Kürt halkına ‘zorunlu asimilasyon’u uygun görmüştür. Aynı coğrafyada yer alan ancak ‘ayrıksı’ Dersim’in ‘uygarlığa kazandırılması’ sürecinin son dönemlerine denk gelen Cumhuriyet algısı, Dersim’in de Kürdistan’a uygulanması öngörülen politikalara tabi tutulması gerektiğine dairdir; nitekim modern devletin Dersim algısı artık “yasa tanımaz, asi, otorite düşmanı, başına buyruk” Dersim halkının Kürt de olduğu biçimindedir. Bu bakımdan her ne kadar Dersim’in özgün ve tarihsel heterodoksisinden geriye kalan çoğunluk, gayri Türk, Kızılbaş bir topluluksa da bu topluluğa biçilen yeni rolde artık homojen etnik göndermeler de göze çarpmaktadır. Nitekim Türkiye yazınında Dersim trajedisinin bir ‘soykırım’ olduğu tezinin işlenme nedeni, halka uygulanan zulmün, halkın ‘Kürtlüğü’ne yapılan resmi göndermelerle gerekçelendirilmesidir. Ancak kitabın bu noktadaki kıymeti, devletin Dersim algısını ifşa ederken Dersim’in bu algıdan saptığı noktaları bir bir dile getirmesidir.

Dersim’in uygar Cumhuriyet tarafından fethedilmesinin resmi belgelerdeki yansımaları ise “Cumhuriyet Dönemi Dersim Raporları” alt başlığı ile analiz edilmiştir. Raporlarda ağırlık verdiği konulara başlıklar halinde yer veren yazar, devletin Dersim’e dair siyasal projeksiyonlarından çarpıcı örnekleri dile getirmektedir:

“…Ağalar uzak vilayetlere nakledilsin, Dersimliler Elaziz ve Malatya’da iskân edilsin, ticaretleri men edilsin, aç kalacak halk zamanla ilticaya mecbur edilsin, dağ köyleri yıkılsın, ahalisi ovaya taşınsın, Dersim’e koloni yönetimi kurulsun, Dersim ağaları Kazakların kaldığı adalara götürülsün, reisler, aileleri, akrabaları, reis olmak iddiasında olanlar ve şimali Dersim halkı garba nakledilsin, 3470 kişi batıya sürgün edilsin, Dersimlilerin Erzincan’da çalışması engellensin, her yıl 3 bin kişi batıya taşınsın, nüfuz sahibi derebeyleri iç vatana nakledilsin…” (s. 61-77)

Ayrıca her bir raporu, raporlardan alıntılar ile irdeleyen yazar, bir yandan devletin resmi görüşünü diğer yandan ise Dersim trajedisine giden yolun taşlarının da adım adım nasıl döşendiğini göstermektedir. Söz konusu raporlar akla, İsmail Beşikçi’nin, (Dersim dahil) ‘Kürdistan’ın bir sömürge olduğu, sömürgelerin kararnamelerle yönetildiği, metropol hukukunun sömürge topraklarında yürürlükte olmadığı’ biçimindeki tezlerini akla getirmekte, Dersim’in ‘ıslahı’nın Kürdistan’ın ‘ıslahı’ için başvurulan yöntemlerle oldukça benzeşmekte olduğunu hatırlatmaktadır. Nitekim raporlarda dile getirilenler, hatta kimilerinin açıkça “koloni yönetimi” (Fevzi Çakmak) kurulması gerektiğini öngörmesi, Beşikçi’nin Dersim’i de içine alan ‘sömürge’ tezlerine kaynaklık etmiştir.[5]

Cumhuriyetin en önemli niteliklerinden biri, ‘yasa’nın sahip olduğu kurucu işlevdir. Geleneksel farklılıkların tasfiyesi ve yeni bir farklılık rejiminin inşası için başvurulan, ‘ideal’ olarak benimsenmiş olan ilişkiler bütününü yapılaştırmayı hedefleyen, bu niteliği ile sınır çekici bir işleve sahip olan ‘yasa’, pozitivist ‘önce siyasal devrim, ardından toplumsal devrim’ şiarı doğrultusunda toplumsal değişmenin motor gücü olarak benimsenmiştir.[6] Bu bağlamda yazarın sırasıyla yer verdiği “Şark Islahat Planı, 1097 sayılı 1927 yılındaki Mecburi İskân Kanunu, 2510 sayılı 1934 yılındaki İskân Kanunu, Umumi Müfettişler Yasası, ‘Türkleştirme’ Genelgesi, Tunceli Kanunu, Bakanlar Kurulu Kararları”, ‘yasa’ya biçilen rolü, Dersim’in ıslahatı için gerekli görülen hukuksal düzenlemeler eliyle gösterir niteliktedir. Tüm bu düzenlemeler kitapta ayrı başlıklar halinde incelenmiş ve kanun maddelerinin önemli görülenleri analiz edilerek ‘yasa’lar eliyle kurulan yeni düzenin şifreleri, deşifre edilmiştir. Söz konusu deşifrasyon, genelde devletin hikmeti hükümet anlayışını, özelde ise bu anlayışın Dersim üzerine düşen gölgesini adeta resmetmektedir.

Burada resmi belgelerin açığa çıkardığı çok önemli bir hakikat ise Türkiye yazınında ‘Dersim İsyanı’ olarak bilinegelen olayın aslında bir isyan olmadığıdır; bir başka ifade ile yazarın, hukuksal düzenlemelerin lafzına ve ruhuna ait aklı analize tabi tutarak ortaya koyduğu, Dersim’in fiili bir isyan mahalli olmadığı gerçeğidir. Bu tespitin belgeler ışığında, şüpheye yer bırakmayacak biçimde aktarılması ise kitabın, yalnızca bir ‘hafızanın başkaldırısı’ olmasının ötesinde, ‘geçmişin gerçekliği’ni ayakları üzerine oturtma amacını güden bir ‘hesaplaşma’ olarak da nitelendirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Yazarın bu konuyu özetleyen sözcükleri ile tüm bu resmi belgelerden çıkan sonuç şudur:

“…sürgün ve zorunlu iskan kararlarının sebebinin…resmi raporlarda belirtildiği gibi ‘isyan etmek veya devlete karşı gelmek’ olmadığı açıktır. Zira ‘devlete itaat göstermiş olan halk’ da yerlerinden çıkarılır. Yine kararlardan ‘yasak bölge olmayan yerlerin halkının’ da sürgününün gerçekleştirildiği ortadadır. Bu uygulama, sürgün kararının ’resmi gerekçesini’ bir kez daha yalanlar. Kararlara göre ‘uysal olan ağa ve şerirler veya seyitler’ dahi sürgüne gönderilir. Bu sadece ‘isyankâr’ olan ağa ve seyitlerin değil, tüm ileri gelen seyit, ağa ve reislerin sürgün edildiğini ortaya koyar.” (s. 96)

Özetle, sıkıyönetimlerle, olağanüstü hallerle, genel valiliklerle, komutanlıklarla, kararnamelerle, yasak bölgelerle, sürgünlerle, iskânlarla uygarlaştırılan Dersim’de görülen ‘direnç’, komün halkının onurlu mücadelesi ve fiili meşru müdafaa hakkıdır.

Dersim trajedisinin ‘miladı’ olan 1938 katliamı, yazarın yerinde ve çarpıcı ifadesiyle “…Dersimli Kırmancların kafileler halinde modern zorunlu iskânın laboratuarına…” sokulmalarına neden olmuştur. “Dersim Katliamı ve 1938 Sürgün Kararı Kronolojisi” başlıklı bölüm altında ele alınan ve oldukça ayrıntılı bir biçimde analiz edilen harekat(lar), katliamın gerçekleştirilme sürecini olay örgüsü biçiminde aktarmaktadır. “Katliam Yerleri ve Tahmini Sayılar” başlıklı alt bölümde 50 madde halinde, ‘yerlerin Dersimli isimleri’yle ve söz konusu yerde katledilen kişilerin tahmini sayılarının tanık anlatımlarına göre aktarılması ise tek kelimeyle devrimcidir.

On binin üzerinde kişinin katledildiği Dersim’de, daha sonraki aşama zorunlu iskân olmuştur. Yazarın önemle vurguladığı bir konu, Dersim konusunda Cumhuriyet’in politikasının Osmanlı’nın politikasının bir devamı olduğudur. Gerçekten de İttihat ve Terakki’nin etno-istatistik çalışmaları sonucunda Osmanlı topraklarında gerçekleştirdiği kırımlar ve sürgünler sonrası dönem, ‘Türk Yurdu’nun demografik kompozisyonunun ‘gayri Müslim ve gayri Türk unsurların Türk unsurun yaşadığı bölgelerdeki oranlarının %2’i, %5’i ve %10’u aşmayacak biçimde dağıtılması üzerine kurulmuştur. Bir başka ifade ile Dersimlilere uygulanan zorunlu iskân politikasının rasyonalitesi, İttihat ve Terakkki’nin ‘etrokratik’ projelerinin doğrudan devamı niteliğindedir.[7] Yazarın ‘tren istasyonları’ndan edindiği bilgiler ışığında ulaştığı sonuçlar, “bir köye bir hane” biçiminde gerçekleştirilmesi planlanan iskân planının ‘modern aklı’nı gözler önüne sermektedir. Hatta bununla yetinilmediği ve aynı haneye mensup kişilerin dahi farklı köylere dağıtıldığı ortaya koyulmaktadır; bir başka ifade ile uygulanan politika “çekirdek aileler[in] dahi parçalan[masına]” yöneliktir. Bulgular, 1934-1939 yılları arasında göç ettirilen kişi sayısının “27 bin kişi” olduğunu göstermektedir.

Ermeni tehciri sırasında, İttihatçıların ‘göz ardı etmedikleri’ istatistikî çalışmalardan bir kısmı, ölenlerin, kalanların, kişilere ait nesnelerin, hayvanların vs. yer ve zamana göre çetelelerinin tutulmasıydı. Yazarın resmi belgelerden aktardığı bilgilerin gösterdiği odur ki söz konusu yönteme Dersim’in ıslahı için de başvurulmuştur. Kitapta yer verilen istatistikî veriler, iskâna tabi tutulanlara dair edinilen bilgilerin ne kadar ayrıntılı biçimde düzenlendiğini göstermektedir. Kişiler, “adının, soyadının, babasının adının, doğum yerinin, ailesinin nesi olduğunun, milliyetinin, ana dilinin, sanatının (rençber gibi), gideceği yerin, sevk tarihinin, yanına alacağı eşyalarının” bilgisine kadar kayıt altına alınmıştır.

Islaha son noktayı koymayı amaçlayan sürgün kararına dair “1938 Dersim Sürgün Kararının Temel Özellikleri” başlıklı alt bölümde yer verilen değerlendirmeler ise ‘kararın ruhunu’ kapsayan damıtılmış bir öz niteliğindedir. Yazara göre kararın temel niteliği, “asimilasyon, Türkleştirme-Müslümanlaştırma” amaçlı olmasıdır. Kararın yazar tarafından tartışmaya tabi tutulan kimi özellikleri şunlardır:

“…bir halk, topyekûn olarak –yaşlı, çocuk, hasta hamile, asker, zengin, fakir ayırmaksızın- sürgün edilir. Yolda doğan çocuklar, hastanede ölen bebekler dahi sürgünün kurbanı olmuştur…sürgün edilenler, batıda genellikle bir hane bir köye denk düşecek şekilde verilerek tecrit edilir. O tarihe kadar anadilleri Zazaca dışında bir dil bilmeyen Dersimliler adeta boğulmak istenir. Bir hane bir köye verilerek aileler birbirinden koparılıp, grup içi iletişime son verilir, anadil ve kültür unutulsun arzulanır…sürgün yerlerinde ev, arazi, iaşe verilen aileler için geri dönme isteği ortadan kaldırılmaya veya azaltılmaya çalışılır. Maddi yardım ve destek ile sürgünlük cazip kılınmaya çalışılır. Bu amaca kısmen varılır. 1947 yılında çıkarılan yasal düzenlemeler ile geri dönüş serbest olduğu halde dönmeyen aileler ölür…zorunlu iskan…savaş koşullarında gizli ve keyfi uygulamalara sahne olmuştur…” (s. 127-128)

Kitabın değeri ölçülemeyecek bir diğer katkısı ise “Belgeler” başlıklı bölümde konuya dair resmi belgelerin tümünün suretlerine yer verilmesidir. Ayrıca, “Resimler” başlıklı bölümde yer verilen fotoğraflar, konunun görsel yanını, ortaya konulan trajedinin çarpıcı kanıtlarını ölümsüzleştirmektedir.

Kısacası “Dersim 1938 ve Zorunlu İskân” isimli çalışma, Dersim'in bilgisinin (bir kısmının) Dersim kaynaklı bir aktarımıdır. Kitap, bakış açısı, yöntemi, cüreti, verilen emeği ve değeri ölçülemez özgün katkısı ile ‘hafızanın, geçmişin baş aşağı inşa edilmiş resmi yazınına bir başkaldırısı’ ve ‘hatırlatma yasağı’nın ağır bir ihlalidir.

Hüseyin AYGÜN, DERSİM 1938 ve ZORUNLU İSKÂN: Telgraflar, Dilekçeler, Mektuplar, Fotoğraflar, Dipnot Yayınları, Ankara, 2009.


[1] Eser Coşkun, İnsanın Yaşayan Geçmişi: Avustralya Yerlileri, Dharma Yayınları, İstanbul, 2003, s. 28.

[2] Demir Küçükaydın, Tersinden Kemalizm: İsmail Beşikçi Eleştirisi, Alevilik, Din, Bilim ve Politika Üzerine, Araf Yayınları, Ankara, 2004, s. 244-249.

[3] Ki Dersim’de yer alan toplumsal örgütlenme, Kürdistan’ın genelinde görülen hiyerarşik bir yapılanma biçiminde tezahür etmemiştir; bunun tek açıklaması ise Dersim komününün üstyapısının, yani örgütlenme biçiminin Alevilik olmasıdır. Bu nedenle Osmanlı’nın Dersimli dedelere, seyitlere biçtikleri ‘aşiret lideri’ rolü hakikati yansıtmamaktadır.

[4] İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, B. II., Yılmaz Yayınları, İstanbul, 1990, s. 51-52.

[5] Her ne kadar bu çalışmada, Beşikçi’nin paradigması ve Dersim’in ‘Kürtlüğü’nden yola çıkarak geliştirdiği tezleri benimsenmese de işaret ettiği ‘şiddetin ve hukuksuzluğun’, Kürdistan coğrafyasının muhtelif yerlerinde oldukça benzer nitelikler arz ettiğinin görülebilmesi açısından oldukça büyük bir öneme sahiptir.

[6] Ahmet Murat Aytaç, Ailenin Serencamı, Dipnot Yayınları, Ankara, 2007, s. 153 vd.

[7] Bkz. Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi: İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918), B. II, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008.