Tophane Saldırısı Ardından Belirlenen Resmi Açıklamanın Bir Reddi

Önce özet geçeyim. Günümüzde öyle bir gömlek seçimi durumu var ya, okurlar baştan bilebilsinler. Okumaya başladığınız bu yazı, Tophane saldırılarını Hayırcılık kontratak yapsın diye İslam’a indirgeyen, veya Evetizme[i] gölge düşmesin diye mutenacılık suyunda boğmaktan çekinmeyen yazılardan biri değil. Boykotçu bir yazı. Doğru tavrın, hemen olay gecesinden başlayarak saldırıya uğrayanlarla yüksek dayanışma göstermek, hem onlara şahsen hem de sanatın sürekliliğine destek olacak ne gerekliyse yapacağımızı ortaya koymak, saldırının faillerinin doğrudan dillendirdikleri içki, mini etek, örf ve adet, ahlak kuralları vb gibi muhafazakar motiflerin solundan geçip giderek olayın yakın zamanda IMF ve 1 Mayıs’a karşı da saldırılar düzenlemiş bir bölgeden geldiğini, TAYAD’lı ailelerin il il yaşadıklarını, zaman zaman parlayan ve parlatılan bir linçler toplumunda yaşadığımızı ve buna karşı çok diri durmak gerektiğini söylemek ve o dirilik için mücadele etmek, ve bütün bunlarla birlikte, konunun soylulaştırma ile bağlantılı sorunları da gündeme getirdiğini belirtmek, iktidarın fütursuzca uyguladığı, genel olarak şehri kapitale göre, soylulaştırmayı da içeren bir biçimde, yeniden tanzim etme furyasına karşı hem sanatçıları hem de kamuoyunu daha fazla rol almaya davet etmek olacağını düşünüyordum. Linçcilerle empati bir Ertuğrul Özkök filmidir. Bizimle bir alakası yok. Biz, yukarıda doğru tavır olarak işaret ettiğim tavrın hakimiyetini yaşamış olsaydık şu aşağıda sayacağım etkiler aynı anda gerçekleşmiş olacaktı: ülke genelindeki linçci zihniyetini, linçseverliği, mağdur marjinalse linci meşru görme eğilimini ve politik bir alet olarak olarak linç girişimine inancı geriletmek; sanata karşı yapılmış bu saldırıyı siyasi nümayişlere karşı saldırılarla birlikte okumayı yaygınlaştırarak sol nümayişlerin meşruluğuna ve sürekliliğine katkıda bulunmak, ayrıca TAYAD örneğinde gördüğümüz gibi, süregiden canlı risklere karşı koruma kalkanı olmaya çalışmak; soylulaştırma temasını da üstlenerek bütün İstanbul şehri üzerindeki merkezi hükümet planlarının nasıl şehrin sakinlerini hiçe sayan düzenlemeler olduğuna dair söz alma seçeneğini aktive edip şehirdeki politik eylemlilikte neo-liberal şehir idaresinin kararlarına karşı durmanın payını arttırmak için uğraş vermek; bu vesileyle siyasi olaylara türlü sebeplerle –bir ihtimal en çok da bohem sanatçı miti dolayısıyla– uzak duran sanatçıları siyasi olarak daha aktif bir çizgiye çağırmak ve politik duyarlılığı sağlam az sayıda mevcut sanatçının ve küratörün de yalnızlıktan çıkmaları için sol siyasettekilerle rabıtalarının bu dayanışma sırasında güçlenmesini sağlamak. Bunların hepsi elde edilebilirdi. Bunu da, aman bir fırsat kaçtı diye söylemiyorum. Hiçbir çirkinlik fırsat değildir. Hiçbir acıya fırsat diye bakılamaz. Elde edilebilir dediğim kazanımlar elde edilseydi bunlar birer püskürtme olurdu, tümü püskürtmeler olarak işlerdi. Tabii böyle bir püskürtme hiçbir şekilde gerçekleşmediği gibi Evetizmin tam bir hakimiyeti ve Hayırcılığın kendi alanını çevirmesi her şeyin önüne geçti. Püskürtülmesi gereğinden dem vurduklarım nelerdi: linç dilinin kuvvetlenmesi, dolayısıyla TAYAD’ından sanatçısına anaçanağın dışında kalan herkesin tedirginlikte sabitlenmesi; sol ile sanatın zaten son dönemde hedef olmuş bağlarının iyice zayıflatılması girişimleri; şehirdeki ekonomik talanın öznelerinin, kapsamının ve sistematiğinin görünmezleşmesi ve planları idare eden gerçek failler yerine alakasız yerlerde suçluların aranmasının sağlanması; içki vs gibi muhafazakarlık tarafından sindirilme alanlarının aslında olmadığı ilüzyonunun yaratılması; kadınlara yönelik hor görme ve şiddet davranışlarının ikincilleştirilerek koltuk altına ittirilmesi. İşte bunların neredeyse hepsi gerçekleşti, bırakınız püskürtmeyi pek bir direnişle karşılaşmadan. Bu yazının amacı tüm bunlara karşı o zayıf direnişi gösterenlerin safına katılmak. Bir direniş çabasını da buradan ortaya koymak ve başarıdan çok uzak da olsa püskürtmeye bir katkı da buradan sunmak.

21 Eylül 2010 akşamı Tophane’de sanat galerilerine ve sergi açılışına gelmiş davetlilere yönelik olarak gerçekleştirilen toplu saldırının ardından yaşananlar gerçekten hayli ilginç bir seyir aldı ve tarihe de bu yönüyle geçecektir. Saldırının okunması, değerlendirilmesi, daha saldırının gerçekleştiği andan itibaren, bir dizi ideolojik çatışmanın ortasında şekillendi. Kısa zamanda, son derece gerçek dışı, inandırıcılıktan yoksun, ama ürkütücü bir bilimkurgu filmi gibi herkesin aynı metni tekrarladığı bir dil hakim oldu. Neyse ki, son günlerde, bu kuşatma biraz olsun yarıldı, ve makul bir tartışma zeminine çağıran, Birkan, Usta ve İnce’ninki gibi metinler de başlarını gösterdiler[ii]. Benim zaten söylemek istediğim, söylenmesinin gerekli olduğunu düşündüğüm kimi noktaları benden daha da başarıyla söylemiş bu metinlerin ardından benim yapacağım katkı muhtemelen sınırlı olacak. Ama girişelim.

En sık karşılaşılan ve en seri biçimde Tophane’deki saldırının resmi açıklaması haline gelen yorumla başlayalım: “Üst ölçekte kentte yaşanan dönüşümlerin mikro ölçekte yol açtığı sancılar” bu işin sebebi dendi, “yaşanan şiddet soylulaştırma sürecinin bir patlamasıdır”, “galeri basma eyleminin oldukça toplumsal gerilimleri, mekansal dönüşümleri, dönüşüm sürecine müdahale isteğini, yoksulluğun mekansal ifadelerini, sınıfsal farklılıkları içinde barındırıyor. Yani çok katmanlı bir olay söz konusu olan” dendi. Daha da ileri gidilip Tophane’de bir saldırı yok bir direniş var bile dendi![iii]

Önce dayanışma göstermek yerine önce tahlil etmek, veya sırf münazarada avantajıma olur diye hatta saldırganlarla dayanışma göstermek, “çok şükür saldırganlara birşey olmamıştır” diyen Tansu Çiller tonuna geçmek değil tek mesele, bir de çarpıcı tekseslilik sansürcülüğü var. Tophane’de özetle soylulaştırmaya karşı bir spontan direniş eylemi gerçekleşmiştir diyen hakim argümandaki bunca büyük boşluklar nasıl olabiliyor da böylesine yaygın bir konsensusla ört bas edilebiliyor? Çok yadırgatıcı olan ilk nokta buydu benim için. Birkan, andığım yazısında bu boşlukların bir kısmına değindi, Zileli, Usta ve İnce[iv] de yazdılar. Aslında kamp engelleri olmasa başkaları da her an yazabilir çünkü çok kör kör parmağıma mantıksızlıklar vardı. Soylulaştırma yüzünden oldu bu iş diye yazan akademisyenler, acaba kendi disiplinlerindeki tezlerinde böylesi mantık boşluklarıyla çalışabiliyorlar mı? İdeoloji ne zamandır daha kim kime dum duma bir disiplin oldu acaba? Sınıfsal tepki, soylulaştırma tepkisi gibi ifadelerin IMF protestocularına saldırıları veya 1 Mayıs nümayişçilerine saldırıları açıklamadığı ortada. Ama diyorum ya, ilginç olan açıklama çabasına da ihtiyaç duyulmaması. Böyle bir gereklilik hissetmeyecek kadar güçlü bir güven var boşlukların iktidarda olmakla doldurulabileceğine. Büyük anti-soylulaşma direnişi dedikten sonra normalde bu tezi her öne süren kişi, aynı noktada çok kısa bir süre önce IMF ve 1 Mayıs protestocularına da linç girişimleri uygulanmış olması hakkında da bir yorumda bulunmak zorunda kendini nasıl hissetmez? “Saldırıyı soylulaştırmaya bağladım ama biliyorum IMF ve 1 Mayıs olaylarını açıklamıyor bu, ancak o konuda da şöyle bir okuma öneriyorum” deme gereği nasıl duyulmaz?

Sanatın özel bir ötekilik statüsü de var Türkiye’de. Saldırıya uğrayan sanat mı, kesin haketmiştir. Kesin kuyruk sallamıştır. Bir tür fahişeye tecavüz vakası gibidir sanata tecavüz. Hatırlanacak olursa sanatın Tophaneyi “terörize ettiği” bile söylendi. , 6-7 Eylül’ün savaş sahasından, sokaklara dağılmış ganimetleri üzerinden eyleyen bu bölgeyi terörize etmek sanatçılara düşmüş de haberimiz yokmuş. Zileli’nin deyimini kaçınılmaz olarak ödünç alacak olursam, aynı ‘orantısız mantıkla’, Pippa Bacca da Türkiye yollarını terörize etmiş, sanata dedikleri gibi “hıncı kaşımıştı” öyleyse. Pippa Bacca ölünce hemen konuşulması gereken Türk toplumundaki cinsel açlık, yollarda sanat yapan sanatçıların yollardaki tecavüz potansiyeliyle dolaşan Türk insanını dikkate almamaları, “tecavüzü kaşımaları”ydı demek. Hrant Dink yazısıyla, dergisiyle, konuşmalarıyla şu bütün sanatçıların uymaları ve hiza almaları tavsiye edilen Türk örf ve adetlerini terörize etmiş, hıncı kaşımıştı anlaşılan. TAYAD zaten bir hınç kaşıma makinesi[v]. Sanatçılara koro halinde bütün hakim söylemin “akıllı ol akıllı” demesi de neyin nesidir? Hani bunu Yasin Hayaller söylerdi? Şu dönen dünyada ne değişti de sanatçılara adabını bileceksin, örf ve adetleri ürkütmeyeceksin, yoksa her aykırı hareketini kışkırtmadan sayarız demek meşru oldu hem liberaller hem de sol için?

Aman kimseyi ürkütmeyin, kimsenin gözüne batmayın, bir köşede gizlice için, gizlice sanat yapın, çaktırmadan sergileyin, olaysızca evlerinize dağılın tavsiyesi nasıl bir tavsiyedir? Bu teslimiyetçi ruh halini dağıtmak için Viyana aksiyonistlerinin ruhunu mu çağırmak lazım, ne lazım? Hani ben şunu beklerdim, birileri de desin ki, sanatçılar içer de saçar da, size ne kardeşim, saygılı da olmayabilir, siz saygı kurallarını ona göre yeniden ayarlayın. 60’dan sonra dünya 68lilerin örf ve adetlere saygılılıkları sayesinde ahlak kurallarının ve adabın büyük bir kısmını değiştirmedi. Aksine o kuşağın örf ve adetlere saygısızlığı sayesinde örf ve adetlerin içerimleri değişti. Örf ve adetler kadının, siyahinin, yabancının, engellinin horgörülmesini içeriyordu. Şimdi en ufak bir hor görür imada bulunmamak örf ve adet. Ben hani zannederdim ki nasıl her pozisyonun bir temsilcisi oluyorsa, birileri de Tophane’de çılgınca içki ve mini etek tüketmeye dayanan bir kontra performans yapmaya kalksın, böyle sanatçılar çıksın, doğru mu yanlış mı konuşalım. Ama böyle bir sanatçı çıksa, ben provokatif bir performans yapmaya geldim, şimdi bir kamyon içkiyi mahallede ızgaralara döküp bütün mahalleyi rakı kokutacağım dese, ve o sırada biri kalkıp sanatçıyı öldürse, bizim manşetler hazır: “İlk Mutenalaşma Cinayeti!”, “Ağır Abi Rakıyı Bitirdi!”, “Terör Estiren Sanatçı Mahalle Sakinlerinin Hıncında Boğuldu!” vs vs.

Bir de Tophanelilerin bilinçsiz, ne yaptığını, kimi neden dövdüğünü bilmeyen, tek insani davranış olarak saldırmayı bilen canlılar olarak resmedilmesi var, ‘elit mutenalaştırma-karşıtları’nca öne sürülen. Bu Tophaneli güruh, deniyor ki, sanatçıya içki içti diye saldırdığını zannediyor, ama aslında bilinçaltında, hatta cemaatsel bilinçaltında, başka birşeye saldırıyor. Neye saldırdığını kendisi bilemiyor, neden saldırdığını da bilemiyor. Onun yerine biz söylüyoruz. Biz ayrıca hangi işaretleri kırmızıya saldıran boğa gibi algıladığını da tespit edebiliyoruz. Tophanelilerin özel bir düşünüşü yok, onlar önlerine konan verilere bilinçsizce, neredeyse dürtülerle cevap veren bir topluluk. Önlerine böyle mini etekli, bir elinde kadeh bir elinde sigara kadınlar koyarsan “vay ben bunları yer miyim yemez miyim” diye saldırdığını sanıyor ama aslında soylulaştırmaya saldırıyor oluyor. Mesela bu soylulaştırmayı kendileri tespit edip soylulaştırmanın kendisini gerçekleştirenlerle herhangi bir mücadele içine girmeyi akıl edemiyorlar, edemedikleri gibi etmeleri de imkansız ve düşünülemez. Belediye Başkanı’na defalarca şikayetlerde bulunurken pek Galataport’u şikayet etmiş görünmemeleri, oy verme davranışlarının soylulaştırma ile gayet uyumlu olması da dikkate değer bir veri addedilmiyor. Saldırıların mahalle büyüklerini içeren geniş bir konsensusun elinden çıktığı, son derece planlı olduğu, olayın gelişiminden tahmin edilebiliyor. Ortada bir fevri kabarma anı yok. Efelenme anı yok. Ayrıca saldıranların hepsinin Tophaneli olduğuna dair bir bilgi de yok. Mahalle sakinleri saldırdı ifadesini kullananlar biliyorlar mı tam olarak kimlerin saldırdığını? Başka semtlerden transferler olduğu söyleniyor. Bazı partilerle irtibattaki kişilerin örgütlenmesinden sözediliyor. Bunlardan neden bahis yok?

Soylulaştırma karşıtı egemen söylem kendisini bir de seçkincilik karşıtı gibi sundu, halbuki en elit perspektiflerden birini Bedri Baykam ile birlikte örneklemekteydiler, farklı uçlardanmış gibi kendilerini göstermeye çalışsalar da. Tophanelilerin olup biteni kavrayıp politika üretemeyen, sezgilerle kavrayıp bildiği tek dil olan sopa ile konuşan, yani aslında artiküle edemeyen, neye öfkelendiğini bile bilemeyen, doğal olarak da kendini temsil hakkı bulunmayan bir özne konumunu doldurdukları hiç üzerinde bile durmadan, bu çok sıradan bir yaklaşımmışcasına önümüze kondu. Tophanelilerden ilkeller, barbarlar gibi sözediyorlar. Açıkca pre-modern bile diyebiliyorlar. Bu pre-modern barbarlar bilerek düzgün bir iş yapamıyorlar o yüzden, ancak bilmeden –ve bir tek uzmanların bilebildiği sebeplerle– aslında karşı olduklarından da habersiz oldukları kapitalizme direnebiliyorlar?

Nasıl oluyor da, seri bir biçimde IMF karşıtlarına, 1 Mayıs nümayişcilerine ve sanat galerilerine saldıran Tophaneliler neye niçin saldırdıklarını bilemiyor da kimi şehirci uzmanlar bilebiliyor? Şehircilik nasıl bir disiplindir böyle? Benim neden bu yazıyı yazdığımı da hangi mahallede oturduğuma bakarak söyleyebilirler mi? Beşiktaş Fenerbahçe derbisi öncesi Beşiktaşlı taraftarlar ortalığı kırıp dökmüşlerdi birkaç hafta önce. Acaba onlar da otobüs camlarını indirirken aslında toplu taşımanın İstanbul’da aldığı feci hali protesto eden direnişçilere mi dönüşmekteydiler? Neden Beşiktaş semtinden kalkan gençler Kadıköy’ü (Kalkedon’u) yıkıp döktü, acaba bu Kadıköy semtinin ve temsil ettiği elit değerlerin Beşiktaş semtindeki mahalle dayanışmasının hıncını kaşımış olmasından mıdır? Mutlaka bir şehirci uzmana sormak gerek[vi]...

Sanata saldırılmasının bir diğer sebebi de sanatın sahipsizliği olmasın? Gentrifikasyon, limuzinlerle ve korumalarla olay yerine gelen Ramiz Dayıvari tiplerin öncülüğünde gerçekleştirilseydi acaba mahalleli saldırmayı mı düşünecekti?

Öyle de bir bulandırıyorlar ki kendi şehrimizi unutturacaklar bize neredeyse. Şehrin tek anahtarının soylulaştırma olduğu hissi yaratıyorlar. Bu arada sol örgütlenmenin güçlü olduğu kentsel dönüşüme direniş bölgeleri de aynı kişilerden asla eş ilgiyi görmemişti. Görmüyor ve görmeyecek de. Külhanbeyleri ve maceralı geceleri varken kim solcuları ve sınıf savaşımlarını ister ki?

Bu basitleştirmeler gerçekten ikna ederek insanları etkilemiyor ama, bu en azından bir teselli olabilir. Yani insanlar gerçekten de böyle bir soylulaştırma kutusuna herşeyi atıp sorunu çözebileceğimize gerçekten ikna olmuş olsalardı, durum daha vahim olurdu. İkna olmasalar bile olmaya çalışıyor, boşluklara göz yumuyorlar, çünkü sanat-Tophane-soylulaştırma vs kimse için fazla önemli değil. Büyük resimdeki Evet/Hayır çatışması, Türkiye’nin büyük iktidarı üzerindeki çarpışmalar mühim. Sanat-Tophane-soylulaştırma da bu uğurda mücadele edilen birer kara parçası sadece. Bence Tophane’den çıkarmamız gereken bir sonuç da budur, bir ara flulaşma trendine giren kültürel iç savaşımız özellikle referandumun ardından çok katı ve radikalleşmiş bir yola girdi. Acımasızlaşılmakta. Baskın Oran’ların diliyle söylersem, Tophanelileşilmekte. Sanırım baskın sırasında sıkılan biber gazlarını da söylem platformunda soylulaştırma kavramı temsil etti...

Çaktırmadan kadın bedeni üzerinde bir terör de estirildi. Buna karşı feminist duruşlar oldu da ben mi görmedim bilmiyorum. Belki de feministler de konuya dair resmi açıklamanın etkisi altındadırlar, tacize övgü çok da soylulaştırma tecavüze yol açarsa ne diyeceğiz peki? Kentel’in tabirleriyle, “korumacılık ve direniş” mi? Bir internet sitesinden öğrendiğime göre, Tophane’deki IBB Engelliler Merkezi’nin duvarında da zaten şöyle bir yazılama varmış: “fuck galleries”...

Tuncay Birkan’ın dediğim gibi çok isabetli yazısındaki yanına işaretler koya koya ve tümden katılarak okuduğum pasajlar mutenalaştırma tahlilleri erbablarının mantık boşluklarına yönelttiği sorular. O soruların doğrusu çok karmaşık olmadığını, gerçekte pat diye akla geldiğini, neden gelmiyormuş gibi yapıp bu propagandaya devam ettiklerini merak ediyor Birkan da aslında. İşte (kısmen) ayrıştığımız yer burası. Birkan mutenalaştırma propagandasının temelde ve sadece soldan geldiğini ve kendi kendini kırbaçlayan bir sol öfkenin eseri olduğunu düşünüyor. Ben, öncelikle bu tahlil kardeşliğinin tek bir kümeden gelmediğini, farklı yaklaşımların anti-sanat noktasındaki geçici bir işbirlikleri olduğunu söyleyeceğim. Tabii açmak gerekecek. Çünkü bir nokta muallakta kaldı. Madem Evetizm Soylulaştırmacılığı gerektiriyordu, nasıl oldu da bir grup Hayırcı solcu da “yaşasın sanata saldırıldı, devrimci direniş başladı” imalarına başvurabildi, veya “olacağı buydu, kuyruk sallarsan başına bu gelir” bilmişliğiyle sevincini bastırmaya ve entelektüalize etmeye çalışarak kalemi eline aldı. Yoksa onların atmak isteyip de atamadıkları yumrukları birileri mi atıyordu?

Birkan’ın hiç değinmediği nokta, bir süredir ortodoks sol ile güncel sanatın zıtlaşmalarının bu olayda da kendini göstermiş olması. Ortodoks sol güncel sanatı ötekileştirdikçe kendini daha radikal hissediyor. Bu konudaki tartışmalar Bienal sırasında ve sonrasında yaşanan tartışmalarda tavan yapmıştı. Tam bir propaganda sergisi olan WHW Bienali’nin nasıl ortodoks sol tarafından rol çalmakla itham edildiğini akılda tutmakta yarar var Tophane sonrası tavırlarını da anlamak için. Ortodoks solun kültür elitleri politik güncel sanatın muhafazakar ve araçsallaştırılmış (veya dehaya tıkılıp rolünün sınırları belirlenmiş) bir sanat lehine geriletilmesini önemsiyorlar. Olaya sadece “aman Hayır kazansın” diye bakmıyorlar, aman politik güncel sanat kaybetsin diye bakıyorlar. Dolayısıyla da Hayırcı olmalarına karşın sanat-Tophane konusunda soylulaşmacı olabiliyorlar[vii].

Ogün Samast işsiz bir genç miydi, zengin çocuğu muydu, ne işler yapardı, bunları biliyoruz da Tophane saldırganlarının ekonomik durumunu kim nereden bilebiliyor da böyle rahatlıkla, ve aslında aynı elitizm pozisyonundan, yoksullar diye anabiliyor onları? Üstelik Tophane kanadının bir numaralı sözcüsü sanat kanadının sözcüsünün evsahibiyken, mülk sahibiyken[viii]? En resmi görüşçüler bile eylemin planlı olduğunu ve (takviyelerle gerçekleştirilmiş olsa dahi) mahalleli büyüklerin ya açık onayı ve talimatıyla ya da zımni onayıyla gerçekleşmiş olması gerektiğini yazıyorlar. Peki bu onay veya talimat verdiği söylenenler de yoksullar mı? Arkasındaki özne, saldırının arkasındaki akıl, Tophane’nin yoksullarının aklı mı zenginlerinin aklı mı? Bunları da bilemiyoruz ama merak etmememiz gerektiğini öğreniyoruz bir tek. Saldırının failleri belli değil, azmettiricileri belli değil, sadece lokasyonu belli. Bu da demektir ki olayları hızlı okuma kursundan çıkıp Suç ve Ceza’yı okuyan biri gibi değerlendirmemiz bekleniyor, Woody Allen’a göndermeyle söylersek, tek bildiğimiz, “olaylar Tophane’de geçiyor!”...

Tophane saldırılarına bir dizi kültürel saldırının parçası olarak bakmak ve yapısal bir saldırı olarak görmek gerekir, fevri ve anlık bir saldırı olarak değil. Türkiye linç girişimi kültürünün 2000 sonrası önü açılan bir kanalını temsil eder. İstisnai değildir, tekrar hatırlayalım, aynı günlerde Bolu’da da TAYAD’lılara saldırıyorlardı. Yala ama Yutma adlı oyuna yönelik baskılar da belleklerde henüz. Hem de yerin belleğinde aynı zamanda...

Soylulaştırma meselesinin nasıl manipülasyona açık olduğuna ve herkesin gücüne göre Evet/Hayır oyununda kullanabileceğine iyi bir örnek: Mesela seçimlerde Tophane seçmeni Galataport’a karşın neden Evet dedi üzerinden Hayırcılar anti-soylulaştırma propagandasını anti-AKP’ye çevirebilirlerdi. O zaman daha çok Hayırcıların ağzından duyardık soylulaştırma/mutenalaştırma/gentrifikasyon sözlerini. Belki de yapmışlardır bile bunu, ama ben görmemişimdir...

Uzun lafın kısası, yazının başında dile getirdiğim, ve bir özgürlükçü sol yaklaşımı örneklediğini düşündüğüm kaygılar çok popüler kaygılar değil günümüzde. Türlü sebeplerle çok başka modlara girmiş durumdayız. ‘Tophaneleşme’, yani söylemde acımasızlaşma da maçın sertlik derecesini göstermeye yeter. Referandummania’yı sol için bir kaybet/kaybet oyunu olarak görmüştüm, Tophane de öyle oldu (güç ve vicdan yitimi). Böyle takımın sürekli geriye düştüğü maçlarda, Mehmet Demirkol bir direnç noktası yakalamanın öneminden söz ediyor futbol yorumları sırasında. Yenilirken birden elde edilen küçük bir kıvılcım. Üzerine direnişin ve dirilişin inşa edilebileceği bir esin. Bunu önceden bilen, ama kalesinden topu çıkartırken neyin bu maçta takımı için bir direnç noktası olabileceğini bilemeyen bir futbolcunun ne hissettiğini şimdi anlayabiliriz...


[i] Her ikisine de Hayırcılık/Evetçilik veya Hayırizm/Evetizm demememin sebebi Evetizm’in daha fazla küresellikle Hayırcılığın daha fazla yerellikle ilişkilendirildiği, aslında son derece tartışmalı denkleme dokundurmak.

[ii] Özellikle Tuncay Birkan’ın Online Birikim’deki yazısı, “Tophane Saldırısı Sonrası: Mutenalaştırma "Tahlilleri"” (08.10.2010) ve Selami İnce’nin ve Bülent Usta’nın BirGün’deki yazıları: “Bir Liberalin Tophane hayatı ve Ogün Samast”, Selami İnce, BirGün, 7 Ekim 2010 ve “Sanata Çelik Tabut!”, Bülent Usta, BirGün, 6 Ekim 2010. Görünen o ki ‘tepkilere tepkiler’ birbirini izleyen üç günde gelmiş. Bu biraz da, son zamanlarda başka olaylar vesilesiyle de sıklıkla tanıklık ettiğimiz gibi, liberal basınımızın/sözsahiplerimizin/kanaat önderlerimizin/yazarlarımızın da diğer bütün ideolojileri dillendiren ‘konuşan kellelerimiz’ gibi otoriterlikte sınır tanımayacaklarını ve aynı oranda ve kuvvette ‘iktidar refleksi’ne sahip olduklarını Tophane örneğinde bir kez daha göstermelerinden kaynaklandı. Öyle dur durak bilmeyen bir ‘soylulaştırma taarruzu’ yapıldı ki Tophane saldırısı mağdurlarına, sanat galerilerine ve bunların temsil ettiğini varsaydıklarına, insanlar “ya basta!” diyerek, hiç akıllarında yokken bu konuda yazı yazma ihtiyacı hissettiler sanki. Tabii topu liberallerin eline verip de patlatmayalım, tezler onlardan olabilir ama tetiği bir tek onlar çekmedi. Aynı BirGün gazetesinin kültür sanat sayfasında da liberal tezlerin ezbere çoğaltıldığı seri üretim denemeler okuduk. Gerçekten mantık sınırları da zorlandı ve Gün Zileli’nin “Baskın Oran’dan Orantısız Mantık Kullanımı!” yazısı gibi isyan yazıları çıktı. (http://www.gunzileli.com/2010/10/03/baskin-oran’dan-orantisiz-mantik-kullanimi/) Zileli bu yazıda aslında Oran’ın tezlerini çürütmüyor, buna takati kalmamış gibi, sadece Oran’ın yazdıklarını özetleyip bu anormalliği görünürleştirmeye çalışmış. İşe de yarıyor. Öyle ki, Oran’ın mantığı bir kenara bıraktığı tezi, savunulmadan dahi, hayli geniş kabul görebildi bu sayede.

[iii] Ferhat Kentel ile marksist.org’un yaptığı söyleşi bu açıdan en uç ifadeleri ve en uç çerçeveyi örnek bir şekilde resmediyor: “Ferhat Kentel ile Tophane Olayı Üzerine”, 6 Ekim 2010. (http://www.marksist.org/dosyalar/2076-ferhat-kentel-ile-tophane-olayi-uzerine) Kentel, söyleşiye ‘herşey harika gidiyor, tam istediğimiz gibi oldu, bütün bu tartışmalardan çok memnunum’ dercesine başlıyor ve bu memnuniyet tonu, ‘bu iş bize yaradı, bizim kampa yaradı’ tonu, bütün söyleşi boyunca devam ediyor. Gerçekten de bir Evetizme kurban etme konusunda çok teklifsizler mağdurları. Tophane saldırılarının yaşandığı gece daha, çeşitli internet ortamlarında, yorumlarda kullanılan sözcükler ve ifadeler hızla iç savaşın muharebelerinden birine dönmüştü örneğin. Eskiden, çok eskiden değil, farklı perspektiflerden olsa da büyük şemsiye solun altında olan insanlar olarak, böylesi bir olaydan sonra önce birlikte tepki verir, ardından kavramaya çalışır, tartışırdık. Şimdiyse her şey araçsallaşmış durumda. Bütün nosyonlar. GalataPort, içki, mini etek, mutenalaştırma, mahalle sakini, kabadayılık, vs ifadeler ne olup bittiğini anlamak için kullanılmadı. Acı ve zorlayıcı bir sahne sunan gerçek bu. Kavramlar, karşı tarafın (evetçilerin ve bu olay özelinde daha çok hayırcıların) çürütülmesi, geriletilmesi, zayıflatılması için birer silah olarak düşünüldü ve fiili olaya saplandı. O gece orada olan, o saldırıyı yaşayan insanlar saldırı gecesi travmatik bir deneyim yaşadıklarını sanmışlardı. Kısa zamanda yanıldıklarını anladılar. Travmatik deneyim saldırıdan sonra geldi çünkü. Tam bir yapısal şiddet uygulandı mağdurlara. Ne için? Evet - Hayır savaşında hayırcıları püskürtmek için! Hepsi bu. İç savaşın acımasızlığı gerçekten çarpıcı... Kongo’da iç savaşta kullanılmak için kaçırılan ve acımasız askerlere dönüştürülen çocuklarla, bizim anti-emperyalist imgelemimizdeki ve Ercüment Behzad Lav’ın şiirindeki romantik Mau Mau’ların belki bir devamı, ama ürkütücü boşluktaki bir devamı gibi bana gelen Mai Mai’lerle ilgili bir belgesel seyrediyordum geçenlerde. Çocuklara ilk öğretilen şeylerden biri ölmekten korkmamak değildi, “öldürmekten korkmamak”tı... Aman Evet’çilere karşı gerçekten koz elde edebilir miyim diye atına binip, mızrağını alıp muharebe alanına koşan artık karikatürleşmiş Hayırcılar da öldürmekten korkmuyorlardı. Kuyruk sallamasaydınız tecavüze uğramazdınız, biz sallamadık, terbiyeli giyindik, uğramadık diyen, diyebilen sanatçılar da, elinde hem sigara hem içki kadehi tutan kadın portresi diye bir yeni şeytan kadın imgesi dolaşıma sokarken gülümseyebilen Baskın Oranlar da öldürmekten korkmuyorlar. Tophane konusuna değil Tophane konusunun ele alınışına dikkatli bakmak gerek. Bize, bizim hakkımızda çok şey söyleyecek olan bu.

[iv] İnce, yazısında, Tophane’de fiilen yaşadığı günleri ve içkiye ulaşmakta yaşadığı sorunları, mahallede aslında içkiye karşı olunmadığı tezlerini çürütmek amacıyla, anarken, demek öyle bir defansa zorlanıyoruz ki, “içkici biri de değilim” diye not düşme ihtiyacı hissediyor. Bu ihtiyacın üzerinde durmaya değer. Ben mesela içkici biriyim!.. Şimdi bütün analizlerim çürümüş müdür?

[v] Terörize etme ve hınç kaşıma ifadelerini peş peşe anınca adres vermek şart oldu; bu ifadeler “Sanat İsteyen Şişli’ye Gitsin!” adlı yazıdan, Ali Şimşek, BirGün, 24 Eylül 2010. Sanatı Şişli’ye kovmak isteyen bir kol da vardı içinde ve başlığında. “Tophaneliler sanat Şişli’ye gitsin diyorlar, adamlar haklı,” diyen bir örtük vurgu. Yani, “hıncı kaşınanlar kendilerini terörize edenleri hakkıyla beraber kaşıyıp tehcire girişmişlerdir, doğrusu da budur…” Birkan’ın Tophane sonrası oluşan sanat karşıtı sol dalgayı tanımlarken anti-entelektüalizmden bahsettiği pasajları geliyor aklıma, ama bir nokta eksik, bir yandan da büyük bir hayranlık var entelektüalizme, öykünme, arzu nesnesinden nefret, dibinden ayrılamadığının altını oyma hasedi, ve düşmanından beslenen gösteri entelektüeli snobizmi: bu tür yazıların diline bakıldığında bir tek piposu noksan diyebiliyorsunuz...

[vi] Bu uzmanlardan en çok konu çerçevesinde söz alanlardan biri olan Tolga İslam, bir adım daha ileri giderek, sanat galerilerinin esas güçlü olan olduklarını, bunu da kimsenin ölmediği, ağır yaralanmadığı, tecavüze uğramadığı, Türkiye’de her gün gerçekleşen bir sürü şiddet olayına göre hayli masum kalan bir olayla bu şekilde gündemi meşgul edebilmelerinden, gazetelere manşet olabilmelerinden anlıyoruz, diyor, diyebiliyor.(Dr. Tolga İslam ile söyleşi, “Bu Saldırı Mahalleli İçin Mağlubiyetle Sonuçlandı!”, Kürşad Oğuz, Haber Türk, 10 Ekim 2010). Yani özetle neymiş: kimse öldürülmemiş, kimseye tecavüz edilmemiş, bunca bu gürültür nedenmiş... İşte tam şehirci bir uzmandan beklenecek soru. Aynı hesapla Trabzon’daki linç girişiminde de üzerinde duracak birşey yoktu. Sonuçta ne ölü var, ne ağır yaralı, ne de tecavüze uğrayan. Çocukları polis topladı karakola götürdü mesele kapandı. Türkiye gündemi linç girişimleriyle sallandığında keşke çıkıp şöyle deseydi: “görüyoruz ki linçlerden kimse henüz ölmedi, tecavüze uğrayan da yok, bu haberler lince uğrayanların güçlü ilişki ağlarının bir sonucudur!”

[vii] Bu konuda detaylı serimlemeyi Birikim’in 247. Sayısında yer alan “WHW Bienali dolayısıyla sol muhafazakârlığın eleştirisi” başlıklı yazıda ve WHW Bienali’nin kataloğundaki metnimde yapmaya çalıştığım için burada tekrarlara sapmaktan çekinmek adına bu bahsi kısa tutuyorum. Ama gerçekte Birkan’ın yazısında değindiği pek çok sorunun cevabı, solun sanatla ilişkisindeki gerilimde, ve buralarda ele alınan meselelerde düğümleniyor. Bir de şu var, sendika.org sitesinde yer bulan “Tophane Saldırganları Yabancı Değil” (22 Eylül 2010) gibi yazılar has sosyalist Hayırcı pozisyonun, yani güncel sanata karşı özel bir haset biriktirmemiş olanlarının, konuya kendi siyasetleri açısından tutarlılık içinde baktıklarını da örnekliyordu: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=32883. Gene soL portalında yer bulan Mustafa Kemal Erdemol imzalı “Toplumsal Züppelik” (1 Ekim 2010) başlıklı yazı da aynı konumu koruyor ve Tophane saldırısının yöntemini şiddete dayandırılmış bir tebliğ çalışması olarak okuyordu.

[viii] Saldırıya uğrayan galerilerden Outlet Galerisi’nin mülk sahibi de olan Hüseyin Dormen, 22 Eylül 2010’da sekiz ayrı hemşeri derneği adına ortak açıklamalarını yaparken aslında olayların Tophane sakinleri perspektifinin anlatısını, hakim olmasını tercih ettikleri okumayı bize sunuyordu. Ama tabii ‘elit anti-soylulaştırmacılar’ için Tophaneliler yoksul, pre-modern, gerçekte neye öfkelendiğini bile bilemeyen ilkeller olduklarından sözleri hiç dikkate alınmadı, hiç tartışılmadı, Tophaneliler bu yüzden saldırmışlar denerek referans verilmedi. Bahsettiğimiz elitizmin saldırıya uğrayan galericileri ise kendileri gibi modern saydıkları da şuradan belli oluyordu ki galericilerin basın bildirisine sıklıkla referans verilebiliyordu, hatta ve hatta, galericilerin hangi sebeplerle kendilerine saldırıldığına dair görüşlerine bile referans verilebilirken gerçekten saldıranların neden saldırdıklarına dair görüşlerine referans verilmiyordu! Tophanehaber.com sitesindeki forum tartışmalarından pasajlar da en fazla barbarlığın tescili olarak değer buluyordu, kendini temsili olarak değil. Dormen’in andığımız ‘önemsiz’ açıklaması için bknz: http://www.turkiyegazetesi.com/news/727493/tophaneli_alkol_ve_tacize_kizmis.aspx