Cuntadan Kalan Miras

12 Eylül'de, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yüksek komuta kademesinin oluşturduğu cuntanın yönetime el koymasıyla sonuçlanan darbenin üzerinden 25 yıl geçti. Bir çeyrek yüzyıl. Yasama ve yürütme yetkilerini elinde toplayan bu cuntanın adı, Milli Güvenlik Konseyi idi. Başındaki şahıs da, cumhurbaşkanı değil, Devlet Başkanı sıfatına sahipti. Bu Konsey, 12 Eylül rejiminin kurumlaşması, yerleşmesi ve topluma bütünüyle nüfuz etmesi amacıyla alınan bir dizi önlemin ardından, yeni anayasanın yürürlüğe girmesi ve seçimlerin yapılmasıyla 1983'te lağvoldu. Geriye, aradan 22 yıl geçmesine rağmen hâlâ içinden çıkamadığımız 12 Eylül anayasasını bıraktı. Anayasadan daha önemlisi, bir zihniyeti ve onu taşıyan kurumları toplumsal yaşamımıza perçinledi. Birikim dergisinin Ekim 2005 sayısında yer alan dosyanın başlığında ifade edildiği gibi, 12 Eylül rejimiyle, zihniyetiyle, pratikleriyle 'hesaplaşmak' ya da bunları 'unutmak' arasında bocaladığımız bir çeyrek yüzyıl geçti. Zor yoluyla anayasayı lağveden 12 Eylül darbecileri hakkında, yasal bir girişimde bulunulamadığı gibi, yaptıkları hakkında ne derli toplu bir toplumsal değerlendirme yapıldı, ne doğru dürüst bir tartışma.

Bu zaman zarfında, her şey 12 Eylül zihniyetinin tasarladığı gibi gelişmedi. Parçalı bölüklü biçimde 12 Eylül yasaları ve kurumları değiştirildi. Bazıları bütünüyle kalktı. 1990 başlarından bugüne kadar geçen sürede, 12 Eylül rejiminden çıkmıyormuş gibi yaparak çıkma yolunda hem siyaset sınıfı, hem toplum olarak hatırı sayılır bir bilgi ve beceri kazandık. Belki aslında, çıkıyormuş gibi yapıp çıkmamayı oynuyoruzdur.

Her şeye rağmen, 12 Eylül rejiminin merkezinde yer alan kurumların en önemlilerinden birisinin yapısı yakın geçmişte değişti. MGK Genel Sekreterliği'ne bir sivil atandı. Bu kurulun görevleri daha dar biçimde tarif edildi. Bazı daireleri kapatıldı. Çoğu aktif TSK mensubu veya emekli subay olan personelinin sayısı azaltıldı. Bunun yanında Anayasa'da ve temel yasalarda önemli bir dizi değişiklik yapıldı. Ama üç temel alanda 12 Eylül rejiminin kurumsal mirası ve zihniyeti neredeyse olduğu gibi korundu.

ÜÇ DEĞİŞMEZLER

Bunlardan birincisi, siyasal yaşamı düzenleyen siyasi partiler ve seçimlerle ilgili yasalar. Bu yasalarda birçok değişiklik yapılmasına rağmen, 1983'te yürürlüğe giren seçim yasasının öngördüğü biçimde, nisbi temsil sisteminin yüzde 10'luk bir ülke barajı içinde kısıtlanması siyasal yaşamımızı radikal biçimde belirlemeye devam ediyor. Bu konuda tek anlamlı değişiklik, 1995'te, o da Anayasa Mahkemesi kararıyla, ülke barajına ilave olarak uygulanan seçim çevresi barajının iptal edilmesi oldu. Siyasal Partiler Kanunu da, üzerinde yapılan birçok değişikliğe rağmen, tek tip parti örgütlenmesini ve o zihniyetten türeyen lider sultasını, hazırlanışında öngörüldüğü gibi siyasete dayatmaya devam ediyor.

Bunların yanında, 12 Eylül anayasasından önce, cunta hükümeti döneminde yürürlüğe giren iki kanunun düzenlediği iki kurul, ne içerik ve yapılarında ne de yetki ve görevlerinde hemen hemen hiçbir değişikliğe uğramadan yaşamlarını devam ettiriyorlar. Biri, 13 Mayıs 1981'de yürürlüğe giren kanunla kurulan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, diğeri 4 Kasım 1981'de kurulan Yükseköğretim Kurulu.
Toplum ve Bilim dergisinin 97. sayısında yayımlanan "Bir zihniyet tarzı olarak YÖK" yazısında incelemeye çalıştığım gibi, YÖK Türkiye yükseköğrenim dünyasının MGK'sı olarak tasarlanmıştı. O günden beri YÖK'ün yetkilerinde anlamlı yegane değişiklik, ki onun kurucu başkanının istifasına yol açmıştı, cumhurbaşkanının seçimine sunulacak rektör adaylarının önce üniversite içinde seçimle tespit edilmesi yönteminin getirilmesi oldu. Bunun dışında, bu kurula hangi organların üye önerme yetkisi olduğu konusunda ne de üye sayısında bir değişiklik olmadı. Sadece yakın tarihte Genelkurmay Başkanlığı'nın atadığı üyelik kaldırıldı.

MİLLİYETÇİ MUKADDESATÇILAR

Darbeyi izleyen yıllarda, milliyetçi-mukaddesatçı öğretim elemanlarının yükseköğrenim camiasında çoğunlukta olmasını bir milli güvenlik gereği olarak algılayan zihniyetin gereklerini YÖK büyük ölçüde yerine getirdi. Bu arada yaşanan ve kaçınılmaz olan üniversite sayısı patlamasının yarattığı eleman ihtiyacı, bu milliyetçi-mukaddesatçı kadrolaşma operasyonunun üzerini aciliyet gerekçeleri ile örttü. YÖK'ün ikinci dönemi, MGK'nın milli güvenlik stratejisinde meydana gelen büyük değişikliğin hayata geçmesine işaret eden 28 Şubat kararları sonrası başladı. Bu kez, yükseköğrenimin MGK'sı, yakın döneme kadar hoşgörü ile yaklaştığı kadroları lanetli ilan etti. Yeni bir cadı avı başlattı.

Bugün yükseköğrenim konusunda yaşanan büyük tıkanmanın esas kaynağı, akademik özerkliği, akademik yetilerinin desteğinde hayata geçirecek öğretim elemanının, YÖK'ün yürüttüğü politikalar nedeniyle özellikle orta ve üst kademelerde neredeyse azınlıkta olması. Söz konusu kadroların bir bölümünün gerçekten akademik yeterliliğe sahip olmadıkları konusunda hiç kuşku yok. Ama akademik hayatlarının başında olan değil, kariyerin en üst basamaklarına gelmiş öğretim elemanları söz konusu. Sorunun çetrefilli yanı tam da bu. Siyasi destekle, cemaat veya çevre gücüyle akademik unvan elde etmiş kişiler, diğer akademik personeli yönetmek, kariyerlerini değerlerdirmek durumundalar.

TARAF YÖK

1997 sonrası YÖK zihniyeti, bu durumu bahane ederek, merkeziyetçiliğin ve genel olarak yükseköğrenimde güvenlik rejimi statükosunun sürüp gitmesini ehveni şer olarak sundu. Dönemin YÖK Başkanı, üniversite dünyasının yükselen milliyetçiliğe replik vermesi misyonunu üzerine aldı. Bu işte de endazenin topunu kaçırdı. Daha sonra, AKP hükümeti iktidara geldikten sonra YÖK, bu kez laikçi-şeriatçı çatışmasının aktif taraflarından biri olmaktan kendini sakınamadı. Sakınamadı demek gerekir, çünkü YÖK'ün üyeleri büyük ölçüde değişse de, YÖK yapısı ve konumu gereği esas olarak olağanüstü durum mobilizasyonu üzerine inşa edilmişti. Bu yapının doğal olarak ürettiği dinamiklerin yeni kadroları ister istemez etkisi altına aldığını görüyoruz. YÖK, hükümetten bağımsız ama konumu gereği ulusal güvenlik siyasetinin çok önemli bir unsuru olduğu için, siyasetin tam ortasında bulunmaya devam ediyor.

Kuruluşunun üzerinden bir çeyrek yüzyıl geçmesine ve akademik camiada hemen herkesin değişmesinin olmazsa olmaz bir gereklilik olduğunu yıllardır ifade etmesine rağmen, Soğuk Savaş dengelerini andıran bir hareketsizlik hali yükseköğrenim konusunda sürüp gidiyor.

YÖK'ün tersine, siyasal otoritenin Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na dikkate değer bir doğrudan ve dolaylı müdahale gücü var. HSYK'nun başkanı Adalet Bakanı, Adalet Bakanlığı Müsteşarı doğal üyesi. Yargıtay'dan gelen üç asıl, üç yedek üye ve Danıştay'dan gelen iki asıl ve iki yedek üye kurulu tamamlıyor. Kurul, yüksek yargı ve askeri yargı organlarının üyeleri haricinde, adli ve idari yargı hakimleri ile cumhuriyet savcılarının özlük işleri, tayinleri ve terfilerine karar veriyor. Aldığı kararlara yargı yoluyla itiraz mümkün değil. Adalet mekanizmasının en önemli unsurlarından biri olan yargı personelini bu kurul yönetiyor.

Kurulun doğrudan icrai yetkisi yok. Adalet Bakanlığı'nın önüne getirdiklerini inceliyor, gündemini bakanlık belirliyor. Bakanlığın Personel Genel Müdürlüğü fiilen kurulun sekretaryasını yürütüyor, dosyaları hazırlıyor. Hakim ve savcılar hakkında inceleme yapan Teftiş Kurulu da bakanlığa bağlı. Adalet müfettişleri HSYK'dan değil, bakandan emir alıyorlar. YÖK gibi, kendisiyle ilgili bir anayasa maddesi (159. madde) ile yapısı, görev ve yetkileri anayasal güvence altına alınan bu yüksek kurul, yürütmenin adalet elemanları üzerinde önemli bir etkileme gücüne sahip olmasını engelleyecek durumda değil.

Buna rağmen YÖK lağvedilsin diyen hatırlı sayıda öğretim elemanı olmasına karşılık, hukuk dünyasında HSYK türünden bir organa ihtiyaç olmadığını iddia eden yok. Sorun, bu kurulun gerçek özerkliği ile ilgili. Gelgelelim burada da önümüze yükseköğrenim reformunda karşımıza çıkan sorunun bir benzeri çıkıyor. Bugün yargı elemanları içinde, en alt kademeden en üst kademeye kadar hukuki kifayetsizliği açık olan önemli bir kesimin bulunduğunu, bunların liyakatten ziyade siyasal, parasal ve cemaatsel sadakat yoluyla kariyerlerini geliştirdiklerini birçok hukukçu iddia ediyor. Yakın tarihlerde en üst yargı organlarında ortaya çıkan rüşvet skandallarının yanında, birçok seviyede yargı makamlarının farklı siyasal güçlerin tetikçiliğini üstlendiği izlenimi veren olaylara şahit oluyoruz. Van Üniversitesi Rektörü'nün tutuklanması, Hrant Dink'in cezalandırılması, bir savcı dava açmayı red ederken başka bir savcının aynı dosyadan Orhan Pamuk'a dava açması, işlenen işkence suçlarının yargılanmasının başka kentlere taşınıp, ayrıca sürüncemede bırakılması, yargısız infaz olduğu konusunda güçlü karineler olan ölümlere takipsizlik kararı verilmesi gibi... Hatalı kararların bir kısmını yargı kendi içinde düzeltiyor, bir kısmı ise hukuk yaraları olarak toplumsal vicdanda kanamaya devam ediyor. Günümüz hukuk normlarına uygun, Türkiye'deki hukuk zihniyeti açısından cesur olarak tanımlanan kararlar alan hakimler, cezalar talep eden savcılar da var. Ama bunların arasındaki uçurum kapanacağı yerde sanki büyüyor. Toplumun yargıya olan güveni daha da azalıyor..

Merkezden yönetilecek iki siyasal partiye dayalı siyasal yapı, yıllardır çok önemli bir seçmen kitlesinin tercihlerinin parlamentoda temsil edilmemesine yol açıyor. Ama haldeki siyasetçi sınıfına bakınca bu sistemin değişmesinden daha çok korkuyoruz. Bugüne kadar kendilerine hemen hiç dokunulmamasını başarmış olan 12 Eylül rejiminin iki asli yüksek kurulunun YÖK ve HSYK olması da herhalde bir rastlantı değil. Bu yapıların değişmesinden korkmanın esas nedeninin personel kalitesinin içler acısı durumu olduğu bize söyleniyor.

Galiba 12 Eylül rejiminden çıkamamamızın nedeni de özünde bu. Birbirimizden korkuyoruz. 12 Eylül zihniyet ve pratiklerinin en önemli başarısı, işte bu korkumuz.

Radikal İki, 30.10.2005’te yayımlanmıştır