Son Öğrenci Protestoları ve Köklü Okul Elitizmi Üzerine

Hükümet ve muhâfazakâr kanat, ODTÜ’de yaşanan olayları değerlendirirken bir noktada çok haklılar. ODTÜ ya da başka bir üniversitede protesto düzenlediğinde, farklı okullardan insanlar bu eyleme katılırlar. Hatta son olaylarda polisin amansız şiddeti karşısında başına darbe alarak hayati tehlike atlatan öğrencilerden birisi Ankara Hukuk’tandı. Sorun şu ki muhâfazakâr dil için, bu “provokasyon”dur. Kanımca bu nokta önemli; zira eylemler sonrası polis şiddetini, hükümetin tutumunu ve “milli güvenlik şuurunu” destekleyen onlarca üniversiteye karşı bir tutum alınırken; muhâfazakâr popülist söylemin kofluğunu deşifre etmek yerine sol isim gelenekçiliğine ve “akademik özcülük"ten de öte basbayağı elitizm kokan “merkez akademi özcülüğü"ne teslim olunuyor.

Üniversitelerin yaptığı politik istikbal peşindeki açıklamalar akademik özcülüğün acınasılığını gözler önüne sererek hayırlı bir iş yaptı. Tüm romantizmimizi –acımasızca ve rasyonellik fetişimiz içerisinde duygularımızı demiyorum; pasifize eden/sinikleştiren bir hal olarak romantizmimizden söz ediyoum- bir kenara bırakırsak; “hele dur; burası akademi” snobluğu ile türetilmeye çalışılan politik eylemsellik, kadir-i mutlaklığa hevesli muhâfazakâr otoriter bir kavrayışın karşısında sökmüyor.[1] Sebebi de çok açık; “burası akademi” jargonunun arkasında gizlenen ve hepimizin bildiği, gündelik hayatta politik ve ekonomik bir rant şebekesi olarak tezahür eden bir yapı var. Kısaca gündelik hayatın bu “ikbal” peşindeliğinden akademi ırak değil; aksine tam içerisinde. Yoksa üniversiteler neden “sayın başbakanımızla” başlayıp “müteşekkirizlerle” biten bir köşe kapma yarışı içerisine girer ki?

Başa dönersek; hükümetin her öğrenci eylemi için bitmek bilmeyen “provokasyon” çığlığına karşı çıkış gazetelerde, internette, televizyonlarda ODTÜ’nün tarihi boyunca direndiği, buraya bulaşanın yanacağı vb. üzerine kuruldu. Oysa ki; basitçe, bu protestoyu ODTÜ’nün (başka bir “köklü” okul da olabilir pek tabii) anlı şanlı tarihi ile açıklayıp meydan okumadan önce, başka okullarda öğrenci olup ODTÜ’deki bir protestoya katılmanın ve örgütlü olmanın neden provokasyon olduğu sorusu yükseltilmeliydi. Zira hatırlatmak da beis görmüyorum; akademinin hükümetin açıklamarının ardına takılması ve bildiri yarışına başlamasını memleketin “köklü” adledilen Yıldız Teknik, Mimar Sinan, Hacettepe, Marmara, İstanbul Üniversitesi gibi okulları başlattı. Hepsinin geçmişinde de benzer sol eylemlerin ve öğrenci hareketlerinin olduğunu biliyoruz.

Kısacası, belki de akademiyi yekpare homojenleştirme hastalığından ve toplumsal eşitsizliğin pespayeliğinden ayrık bir yer olarak inşa etme özcülüğünden tam da bu sayede kurtulacağız, her şerde bir hayır vardır derken; bir anda başka bir özcülük peydah oldu. Sol politik eylem ve diğer toplumsal hareketler ile birleşme şansını da silip süpüren bir özcülük bu. Basbayağı elitizmle bezeli hatta. Bourdieu hatmedip; eşitsizlik literatürünü yalayıp yutmaya da gerek yok bu elitizmi fark edebilmek için. Bu memlekette, dünyanın çoğunluğunda olduğu gibi, metropollerdeki köklü denilen okullara belli bir sosyal katmandan öğrenci girebilir. Çünkü sınıfı gereği iyi okullarda eğitim alır, dersaneye gidebilir, özel ders alır vs. Bourdieuan bir yerden, eğitimin sosyal mobilizasyonu sağlayan en önemli araç olduğu geçerli. Ama bu mobilizasyonu sağlayabilmek için oluşturulacak formasyonu sağlamak için de farklı ağlara girebilmek gerekiyor. Zamanınında “köyden ÖSS birincisi!” manşetleri ile sunulan bir öğrenci vardı mesela. Ailesi köyde yaşıyordu tamam; ama köyden ÖSS birincisi olduğu falan yoktu. Konya Meram Fen Lisesi mezunuydu ve Gülen cemaati dersanelerinden birisine gidiyordu. “Eğitilmenin” getireceği mobilizasyonu sağlamak için benzer ağları sol da çeşitli projeler, STKlar ya da partiler eliyle inşa ediyor. Buna bir lafım da yok zaten; sadece dikkat çekmeye çalıştığım bunların günlük çözümler olduğu ve yapısal engelleri sınırlı bir şekilde aşmayı sağladığı. Şöyle ki, geleneği ile şişinen “Mülkiye”de, tam da bu yapısal garabetin ve dönüşümün neye yol açtığını göstermek için zamanında bir derste kaç kişi Ankara’nın doğusundan burayı kazandı gibi bir soru sorulmuştu bu duruma dikkat çekmek için. Mutlaka çekinenler de olmuştur –ki bu da ayrı bir sorun-; ama hiç parmak kalkmamıştı 80-90 civarında insan içerisinden.

Birincisi, tam da bu yapısal duvarlara toslayıp, o parmağı aramızda olamadığı için kaldıramayan onlarca gencin en azından bir kısmı; “köklü” denilen okulların ardı sıra açıklamalar yapan ve yeni açılan taşra üniversitelerinde “eğitiliyor”. Politik muhalefeti, bu taşra okullarının karşısında belli başlı birkaç okulu homojen kaleler gibi inşa etme hastalığı üzerinden yaratma çabalamasının kaçınılmaz sonu, “ODTÜ’ye 3600 polisle girilmez; 500 puanla girilir” keşfinde olduğu gibi yıllardır konuşulan hikâyenin başa sarması. Yüksek puanlarla girilen, kendini bilime adamış akademisyenlerle dolup taşan,bilim yuvası ve onurlu muhalif ODTÜ (ya da diğer “köklü” okullar) versus öğrencilerin ÖSS’de ancak barajı geçtiği, doğru düzgün yayını olmadan akademisyen olanlara teslim, iki kelime İngilizceyi bile birararaya getiremeyen, “taşralı”, kaba saba ve hükümet yalakası “yandaş” okullar.Basbayağı kültürel/sınıfsal tabakalaşmanın ürünü olan bu tip ayrımlar, umarsızca elitist bir dille yeniden üretildi. Protestonun neden olduğu unutuldu, bir seküler orta sınıf güzellemesi aldı başını gitti. Hikâyenin başına döndük diyorum; çünkü yeni bir şey de değil. Baştan beri yaşam tarzı kavgasına sıkıştırılmaya çalışılan Türkiye politik kutupları, solun azıcık da olsa yavaş yavaş kıpırdandığı –ya da daha da otoriterleşen siyasal iktidarın ipin ucunu kaçırmasıyla bir etki-tepki içerisinde azıcık kıpırdanmak zorunda kaldığı- bir dönemde tekrar bu verimsiz merkez-çevre dikotomisine çark etti. Çok acı; zira bu sıkıcı, sınırlı ve elitist dikotomi ile politik muhalefet inşasının imkansız olduğunu defalarca da görmüştük oysa. Bu kültürel kategorizasyonlara sabitlenmenin sınıfsal ve yapısal eşitsizlikleri göz ardı ettiğini de.Taşradaki bir okulda rantın metropoldaki bir okula göre daha fazla olduğu doğru olabilir; dindar muhâfazakâr ve hükümete daha yakın bir akademisyen/öğrenci güruhuna sahip olduğu da. Hatta çoğunlukla öyle. Öte yandan metropollardaki okullarda sol tandanslı öğrenci ve akademisyenlerin, asla mutlak değil, ama taşradaki okullara göreceli olarak daha fazla sayıda olduğu da söylenebilir belki. Lakin bu mevzubahis “köklü” okulların kerameti kendilerinden menkul değil. Bu okulların karşısında “diğerleri” diye bir şey varsa eğer; onların “kerametsizliği” de öyle. Muhâfazakârlaşma sürecinin yoksul düşmanı elitist bir yerden değil; sınıfsal/sosyal bir analizle türetilmesi gerekiyor örneğin. Kısaca protestocu öğrencilere sahip çıkılacaksa, bunu biraz “sol” kulvara geçerek kotarmak gerek. Bu protestolar vesilesiyle her türlü rant ve istikbal biçiminin politika üzerinden nasıl yürüdüğünü deşifre etmeye kararlıysak ki ne de güzel olur; o zaman taşradaki okulların yanına, kolları sıvayıp şu gelenek güzellemelerinin arkasında gizlenen “köklü” okullarımızı da ekleyiverelim. Eğer hâkikaten iyi kötü olumlanabilecek bir gelenek varsa; bu geleneğin sürebilmesi için tam da bunu yapması gerekmez mi?

İkincisi, bu olayları başta söylediğim gibi akademik özcülüğü aşma ve akademinin diğer toplumsal ezilen kategorileri ile kamusal alanda (sadece sokak değil; her manasıyla var olan kamusal alanlarda. Hatta yenilerinin inşası için ortaklaşarak) kolektif eylemlilik için bir müjdeci gibi görebiliriz derken; bu yeni “merkezi akademi özcülüğü” ve üniversiteyi homojen kavrayış, insanı şaşırtmıyor değil. Hatırladığımız kadarıyla, Türkiye akademisi politik iktidara her zaman yakınsamıştı. Yenisi eskisinin geleneğini takip ediyor aslında. Yani bir genellemeye gidersek; köklü denen okulların yönetimleri çoğunlukla –iktidarda ya da değil- farklı tip muhâfazakârlıklara eğilimli oldu. Akademisyenleri ise yaratılmaya çalışılan şeyin aksine hiçbir zaman homojen olmadı. Son olaylarda da gördük ki; birçok üniversitede öğrenci protestolarını destekleyen ve hükümetin/polisin şiddetinin karşısında duran onlarca akademisyen var. Kötü haber ise; onların varlığı maalesef bir üniversitenin anlı şanlı tarihini anlatmak ve bir üniversitenin tüm pozisyonunu belirlemek için yeterli değil. Tıpkı küçümsenen ve hükümet tarafgiri açıklamalar yapan okullarda; bu açıklamalara karşı çıkan akademisyenlerin ve öğrencilerin olduğu gibi. Kaldı ki onların işi, akademinin özcü kavrayışı ile “bilimsellik” ve “demokratlık” adı altında üzeri örtülen iktidar ağları ve gündelik ikbal peşinde koşmalıktan ibaret arka sokaklarında çok daha zor. Üniversite yönetimleri de tam karşılarında!

Üçüncüsü, bu yukarıdaki paragrafın da devamı aslında, protestonun esas öznesi öğrencilerin hali. İlk olarak başta söylediğim yere dönüyorum gerisin geri; hükümet orada sadece ODTÜlüler yok derken haklı. Yanıldığı nokta; bunun “provokasyon” değil, kamusal alanda zuhur eden meşru bir protesto olduğu. Evet aynı öğrenciler, farklı okullara protestolara katılmak için de gidiyor. Ama hükümetin protestoya olan alerjisi bunu bindirilmiş kıtaların, oyuna gelmişlerin bir çabası olarak görmekle mâlul. Oysa, örgütlü öğrencilerin sadece kimlik kartına sahip oldukları değil; diğer üniversitelerde ve kamusal alan olarak tariflenen her yerde eylem yapmaları en doğal hakları. Zaten buna örgütlü olmak ve politik aktivizm deniyor. Yani hükümetin ortasına ODTÜ’ye girmek 500 puan diyerek elitist bir tavırla yukarıda özetlemeye çabaladığım bir ODTÜ miti kurarak karşılık vermek yerine, bir üniversitenin içerisinde başka okullardan öğrencilerin ve hatta üniversiteli olmayıp, dışarıdan katılmak isteyen insanların protesto hakkının her daim “provokasyon”olarak adlandırılmasının önüne geçmek lazım. Yoksa orada protesto esnasında hayatını kaybetme riski ile karşılaşan Ankara Hukuk öğrencisi ya da diğer okullardan gelen öğrencilerin varlığı, yani okul isimlerinden öte örgütlü ve her üniversiteyi kendi üniversitesi olarak gören öğrenci hareketinin meşruluğu da romantik okul tarihlerine feda ediliveriliyor. Bir diğer deyişle, “ODTÜ zaten hep böyle” diyen muhâfazakâr dile; ancak “Evet hep böyleyiz”den ibaret bir noktada, yani apolitik bir yerde cevap verilmeye çalışılıyor. Gene kötü haber, üniversitelerde öğrenci hareketleri bir kıpırdanma içerisine girmiş gibi gözüküyor. Ama Allah’ın bildiğini hükümetten saklamayalım; hâlâ okullardaki öğrencilerin çoğunluğu apolitik ve kariyerist; gönülleri rahat olsun.

Ezcümle, tüm bu hikâyeyi özetlememin sebebi; akademinin şu önce bütünüyle özcü, sonrasında merkezi/köklü akademi özcülüğü belası ile sinizme savrulmasının bir hal çaresini bulmak çabası. Çünkü özcülüğün bu iki şekli de, kendi zihin dünyalarında alışılageldik sınıfsal/kültürel snoblukları içeriyor. Her snobluk ve tepeden bakma hâlinde olduğu gibi de, hem kendi gücünü abartıyor, toplumsal olan her şeyin kendi içerisine sızmışlığına tahammül edemeyip görmezden geliyor ve dayanışma çağrısından kaçıyor; hem de özgüven taşan gibi görünen bu kendine güvensizlik hâli sebebiyle uzun erimli analizler yapan, küçük de olsa her alanda karşı çıkışın yanında somut çözümler öneren örgütlü politik bir duruş almaktan kaçınıyor. Akademinin idari ve akademisyen kısmını bir kenara bırakalım; sinizmin en son sızması gereken yer hareketin esas özneleri öğrenci hareketleri. Netice de, “doğru düzgün İngilizce bilen yüksek puanlı öğrenciler”; “doğru düzgün İngilizce bilmeyen, yüksek puan da alamamış ve muhâfazakâr otoriter politikalarla her gün yüzleşmek zorunda kalmaktan memnun olmayanlarla” tüm bu kötü “ÖSS” dilinin ötesinde ortaklaşmak zorunda.


[1] Akademinin ezilen her grupla kolektif bir politik eylemliliğe gitmesi gerekliliğini ve entelektüel emeğin prekaryalaşma sürecinin “akademik ve entelektüel” bir yerden değil; “genel ve sınıfsal” bir yerden okunması gerektiğini gene internet ortamında ulaşılabilecek Birikim Güncel’de kısaca değinmeye çabalamıştım.. O yüzden lafı uzatmıyorum; meraklısına: “Akademinin Köşe Kapmacası: Akademiye Dair Kısa Bir Değini”, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=900&makale=%DCniversitelerin%20K%F6%FEe%20Kapmacas%FD:%20Akademiye%20Dair%20Bir%20De%F0ini