Popüler Bir Nosyon Olarak Akîller ve Alttakileri Siyaset Alanına Çekmeye Dair

Geçen gün Samanyolu TV kanalında Şefkat Tepe diye bir diziye denk geldim. Barış süreci vesilesiyle silahsız bir şekilde köylerine dönüp teslim olmaya karar veren gerillalar, bir “konsolos bey” tarafından kurulan komplo çerçevesinde asker kılığına girmiş provokatör bir başka grup tarafından öldürülüyor. Akabinde gerçek askerler köy meydanına varıyor ve köylülerin tepkisi ile karşılaşıyor. Askerlerin komutanlarından birisi “lan gene mi aynı oyunlar oynanıyor” derken; esas oğlan/komutan hemen kendine gelip provokatör grubun peşine düşülmesi emrini veriyor. Nihayetinde köşeye sıkışan provokatörlerin, başlarındaki lidere barış süreci de başladı çatışmayalım demeleri üzerine; “konsolos beyin” emri ile liderleri tarafından öldürülerek söz konusu dış mihrakın ne olduğunun Türkiye tarafından anlaşılmasının önüne geçiliyor. Ezcümle, provokasyon yaşanma ihtimalleri, “gene oynanan oyunlar”, konsolos ve dış mihrak gibi türlü klişenin anlatımı üç beş dakikalık bir gösterimle kotarılmış oluyor böylece.

Bir başka Samanyolu kanalı dizisi Nizama Adanmış Ruhlar dizisi de, tam da polisin askere karşı mevzi aldığı ve ağır silahlarla donatılacağı tartışmalarının döndüğü dönemde ortaya çıkmıştı. Hala devam ediyor da; öğrenci hareketine dair tartışmalar –hatta yanılmıyorsam tam da ODTÜ olaylarının olduğu dönem- ortaya çıktığı zaman denk geldiğim bir bölümünde dizinin esas oyuncuları nizama adanmış ruh sahibi polis timi, saatli bomba düzeneği kuran teröristlere bir operasyon düzenliyordu. Operasyon sonucunu izlememiştim; fakat aklımda sunulan terörist genç tipinin memleketin üniversite okuyan, seküler orta sınıf çocuklarının aynısı olduğu kalmış. Hatta birkaçı “hipster” bile olabilir.

Bu örnekleri muhafazakâr bir kanalın dizi portföyünü anlatmak ya da dizilerinin kalitesini tartışmak için vermedim tabii ki. Daha ziyade Yavuz Yıldırım’ın “Akîl İnsanlar, Bir Barış Hareketi Yaratabilir mi?” yazısında akîl insanların işlevini tartıştığı kısa yazıyı hesaba katarak AKP söyleminin ve hegemonyasının popüler kültür ve iletişim ile medya gibi alanları etkili bir şekilde araçsallaştırarak nasıl sağlamlaştırıldığını düşünmenin yararlı olabileceğini düşünüyorum. Daha açığı AKP siyasal alanı daraltmakla kalmıyor, başka bir popüler kültür ifadesiyle oldukça darlıyor da.

Mevzubahis ettiğim dizilerin özelliği, senaryolarının aktüel politikayı çok yakından takip ederek hikâyelerini aktüel olaylara ve hükümetin vermek istediği mesajlara göre seçmeleri. Fakat bir alt metin içeren kurgulardan çok sanki başbakanının konuşmalarının dizileştirilmesi gibi bir özellikleri var. Benzer şekilde Yeni Şafak vb. gazeteler de gündeme getirilen tüm konularla ilgili popüler kültüre hitap edecek haberler yapıyorlar. En son örnek olarak “milli içki” mevzusu örnek verilebilir. Yeni Şafak da doğrudan FIFA’nın Dünya Kupası’nda içkiyi yasaklaması ve “alkolsüz milli içkiler” haberi yapıldı vb.

Bu basit örneklerle AKP’nin public relations faaliyetlerini her alanda iyi kotardığını göstermeye çabalıyorum. Yapılan dizilerdeki ya da haberlerdeki erişkin insan zihnine hakaret eden kör göze parmak söylemi bir yana bırakırsak, Türkçe’ye halkla ilişkiler faaliyetleri olarak çevirdiğimiz bu eylemleri sanırım bu örnekler özelinde kamuyla ilişkiler olarak tanımlamak daha faydalı. Çünkü genel olarak bu dizilerin ve gazetelerin tüketicileri epeydir AKP politikalarını en azından belli başlıklarda homojen bir biçimde koşulsuz destekleyen, bu başlıklar için zaten yaratılmış ve kendini yaratmış yekpare bir kamu/bir kitle. Bu kamu, kısır tartışmalarımızın bir kutbu. Kısır tartışmalarımızın diğer kutbu ise tam da bunların karşısında olan insanlar. Yani AKP’yi belli başlıklarda koşulsuz olarak destekleyenlerin tam karşısında, aynı belli başlıklarda AKP’ye koşulsuz karşı olanlar. İki taraf da en nihayetinde kendi nizamlarına adanmış ruhlar ya; sorun şu ki üzerinde asla uzlaşılamayan başlıkları belirleyen her daim AKP’nin ta kendisi. AKP’nin otoriterleşmesini kısaca Türkiye kamusal alanında neler üzerine uzlaşılmayacağını belirlemek olarak tanımlasak yeridir.

Akîl İnsanlara dair Yavuz Yıldırım’ın sorusu işte tam bu noktada önem kazanıyor. AKP bu döneme kadar siyasal alanı daralttıkça daralttı, farklı argümanların tartışılmasına mahal vermedi ve sınıfsal/sosyal çatışmaları bu şekilde soğurmayı büyük oranda başardı. Bu süreçte tüm popüler kültür araçlarını etkin bir şekilde kullandı/kullanıyor. Kendi yarattığı politik hayatın ve kutuplaşmaların dışına çıkmaya çabalayan her hareketi de gerektiğinde zorla bastırmaya çabaladı. Akîl İnsanlar işte tam da bu ortamda kalkışılan barış sürecinde oldukça önemli bir noktada. Arkasında bir niyeti, bir fikri popüler figürlerle kabul edilebilir hale getirme gibi bir amaç var. Akîl İnsanların içerisinde AKP’nin baştan beri yürüttüğü bu anlayışı benimseyen birçok insanın olması tabii ki bir handikap. Bu insanların birçoğu daha önce umut kırıcı bir şekilde hükümeti birçok konuda desteklemişlerdi. Fakat Akîl İnsanların içerisinde hükümete eleştirel yaklaşanlar insanlar da mevcut. Dolayısıyla Akîl İnsanların içerisinde çok sayıda AKP sempatizanı olması, tabii ki olmamasından daha hayırlı olmamakla beraber tartışmanın böyle bir yere savrulması son derece verimsiz. Eleştiri aksi takdirde Akîllerin konumundan öte isim tartışmak, “keşke daha çok solcu olaydı, AKP karşıtı olaydı” gibi bir noktaya geliyor ki keşke olaydı; ama olmadı demekten başka da bir şey gelmiyor elden.

Akîller bu çerçevede barış sürecinde nereye oturuyor? Heyet-i Nasiha suçlamaları, Akîllere karşı kurulması düşünülen farklı heyetler, vur de vuralım diyenler, Akîlleri her gittiği yerde takip eden bindirilmiş kıtaların varlığı tam da AKP’nin yarattığı ya da en azından varlığından çok da rahatsız olmadığı, kontrol edebileceğini düşündüğü kutuplaşmaların bir tarafı. Siyasi otoritenin zaten bu tarafla bir işi olmadığı, onları kendi tarafına çekmek gibi bir derdi olmadığı aşikâr. Esas sorunlu olan, Devlet Bahçeli’nin Mükremin Çıtırlarla mı Tatar Ramazanlarla mı barışı getireceksin suçlamalarında gördüğümüz şey. Bahçeli’nin alaya alarak küçümsediği şey, AKP’nin aslında tam da niyeti gibi. Mükremin Çıtırlar ve Tatar Ramazanlar ile, onların şöhretleri, sempatisi ve kendi kişisel tarihleri ile süreçte kararsız kalmış olanları yanına çekmeye çabalıyor görünüyor. Yani bir nevi bir halkla ilişkiler ve nabız ölçme faaliyetinin nesnesi haline getirilmiş bir Akîller kalkışması görüyoruz. Zira Akîller apolitize edilmiş durumda. Bu AKP’nin niyetiydi ya da değildi –bence öyleydi-; ama içerisinde politik retoriğe hâkim, yıllardır Kürt Sorunu için kafa patlatmış ve söyleyecekleri olan insanlara rağmen Türkiye, Akîl İnsanları kendilerine yapılan saldırı haberlerinden/tartışmalarından başka partilerin söyleminde ya da kitle iletişim araçlarında görünmüyorlar. Tabii ki sokaklarda birileri ikna oluyordur, bizim bilemediğimiz olumlu tepkiler alıyorlardır. Bunlardan daha çok, Akîller siyasal alanda nereye düşüyor sorusu mühim. Zira şu haliyle zaten oldukça heterojen bir gruplar ve onların da insan olduğunu hatırlamak lazım. İnsan taş olsa her gün her yerde aynı söylem ve saldırganlıkla baş etmekten dağılır gider…

Akîllerin seçim süreci şeffaf olmadı, kurulmadan önce belli bir proje ile bilgilendirilmediler, bir tartışma sürecine dâhil edilmediler ve fikirleri de dinlenmedi/duyurulmadı. Kısaca “silahların susmasını istiyoruz” demekten başka verebilecekleri resmi cevapları olmadan, ısrarla resmi sorular soran ve bir gelecek projeksiyonu isteyen bir kitlenin önüne atıldılar. Bunun sonucunda da, politik fikirlerini beyan etmekten kaçınan şöhretliler/sanatçılar, bu şöhretlerinden gelen sempati ile, politik fikirlerini nispeten daha fazla beyan edenler ise yapılan görüşmelerde uğradıkları sataşmalar ile gündeme geliyorlar. Hiçbir hazırlık yapılmadan, sürecin nasıl kotarılacağına dair yapılabilecek azami şeffaflıkta bir kamusal alan yaratılmadan farklı bir sonuç almak nasıl mümkün olabilirdi ki? İşin kötü yanı, heyetin konumu apolitize edilip, partilerin birbirlerine gündelik laf sokma ve akılsız çatışmalarına mevzu edilmekten öte bir yere konmayınca, sadece isimleri ve kişisel geçmişleri/tanınırlıkları ile elini taşın altına sokan bu insanların az da olsa AKP ile sorunları olan kesimi de yıpranıyor ve sürece katkı sunma ihtimalini, süreçte yaratılan bu daraltıcı politik çeperi zorlama şanslarını da kaybediyor.

Türklerin Kürtlere ne verildi sorusu, daha da beteri Kürtlerin ne aldıklarını bilmemesi,[1] farklı grupları dışlayıcı vurgular, pragmatik bir şekilde olsun ya da olmasın devlet erkanından gelen böbürlenme dolu açıklamalar, muhtemel barışın belleğinin “helalleşme” ile değil “gözü kapayıp” unutarak ve sürecin başından beri iki tarafın söylemlerinde beliren Çanakkale güzellemeleri ile kurulma çabaları oldukça can sıkıcı. Günlerdir kimsenin hayatını kaybetmemesi ve silahların susturulmasından daha önemli bir şey yok tabii ki ve hepimiz vicdanımızla bunu destekliyoruz. Ne var ki silahların susturulması vicdani değil; politik bir karardı. Tıpkı silahlı mücadelenin ya da silahla bir halk hareketini bastırma kararının olduğu gibi. Bu yüzden, vicdanlarımızı rahatlatan bu politik kararın desteklenmesi için sürecin apolitize edilmesinin önüne geçmek gerekiyor.

Yavuz Yıldırım’ın Akîl İnsanlar kültürel bir harekete dönüşür mü sorusu bu minvalde önemli sanıyorum. Somut olarak Akîl İnsanların kim olduğu ve ne yaptığından öte, bir siyasallaşma alanı ya da bir kamusal alan olarak Akîl İnsanlar fikrinin; yani bir halkla ilişkiler faaliyeti olarak değil, sokağa inen ve sokaktakileri dinleyen; hatta gerektiğinde onlarla didişen bir heyetin teorik olarak derinlemesine tartışılacak çok yanı olsa da, sürecin şeffaflaşmasına ve çoğulculaşmasına dair şu an gözüken en pratik çözüm olduğu –ya da en azından elimizdeki tek somut şey olduğu- ortada. Kısacası hepimizin kafası karışık, ama tekrar hatırlatmakta beis görmüyorum, silahların susması vicdani değil politik bir karardı. Hatta bir yanıyla oldukça rasyonel bir karar. Bu sebeple, Akîl İnsanları hükümetin otoritesini desteklemek ya da sarsmak için kullanan; bu sebeple uğradıkları saldırıların pornografisinden başka bir haber biçimine izin vermeyen siyasal iktidar ve bu iktidarın muhalefetine rağmen Akîl İnsanların daha fazla tartıştığı, daha fazla politize olduğu, daha çoğulcu ve farklı fikirleri/alternatifleri dile getirdiği ve en önemlisi daha fazla “temsil ettiği”; kısaca tüm bunlar için bir kanal olabilecekleri bir konum için işi tamamen Akîllere bırakmadan, özellikle hükümet üzerinde dışarıdan bir basınç oluşturmak bana mühim geliyor. Kısa vadede, nizama adanmış AKP, MHP ve CHP ruhlarının kısır politik tahayyüllerinin dışına çıkılabilecek ve kamuyla, yani esas olarak sürecin içerisinde olması gerekenlerle süreci politize edebilecek başka bir pratik araç/metot göremiyorum.

Aksi takdirde, süreç doğal olarak üzerine ne yazılsa konuşulsa takip edilen bir süreç olduğu için kendimizi sadece “memleketi bölecekler, o dağlardan on beş günde nasıl çıkılamaz kardeşim, silahları alır gene gelirler, akiller akıllı mı, Kürtler şurada yanlış yapıyor” tadında bilgiç konuşmaları/yazıları dinleyip okurken buluyoruz ki; ne nizama ne sürece ne bize faydası var.

Uzun lafın kısası, Akîllerin daha çok konuşması, işi daha çoğulcu/şeffaflaştırıcı bir hale getirmek için inisiyatif alması –alanlar elbette var ama azınlıktalar-; sürecin sadece “yukarıdakiler” tarafından yürütülmesinden rahatsız olan herkesin de isim isim Akîl ya da stabil bir kurum olarak heyet namına değil; ama siyaset alanını genişletici ve “alttakileri” de bu alana sokucu bir katalizöre/araca dönüşmesi için bir şeyler yapması, süreci oturup izlemekten ve vicdanen destekleyip politik olarak hayıflanma bilgiçliğinden “daha az sinik” bir tutum gibi geliyor. Akîller kalkışması kısa süre sonra sonlanacak, bahsettiğim endişeler açısından karamsar olacak çok sebep de var. Ama popülist olana karşı popüler olanı düşünmek çabası siyaset alanını genişletmek için her zaman mühim ve üzerine tefekkür etmek şart. Akîller için olamasa da en azından ilerisi için. Umut fakirin ekmeği, ne diyelim…


[1] Bu dil özellikle sol tarafından etnik ayrışmayı körüklediği için suçlanıyor. Fakat sanıyorum şunu kabul etmek lazım; şu an içerisinde bulunan süreç de sosyalist devrimci bir dönemeç değil. Zaten yıllardır var olan bir etnik ayrışmanının hem nesnesi hem de öznesi olan sokaktaki insanların ilk soracağı sorunun bu olmasına şaşırmak/kötülemek bana abes geliyor. Zaten mevzu tam da bu soruyu cevaplamak ve kardeşlik edebiyatından önce, reel bir şekilde Kürtlerin yıllardır alamadığı hakları ve maruz kaldığı ayrımcılığı sonlandırmak değil mi? Vermek istemeyen pek tabii ne verdik diyecek; almak isteyen de ne aldık…