Millet-i Hakime Tarihçileri

- Türk Tarih Kurumu Başkanı Metin Hülagü’nünBugün gazetesinde yayımlanan söyleşisini T24 sayesinde öğrendim. Musul ve Kerkük’ü alabilirizbaşlığıyla verilensöyleşide dikkatimi çeken belli başlı görüşler şunlar:

-Musul ve Kerkük Abdülhamid’in özel mülkiyetiydi. Hazine’ye, Hassa’ya koymuştu.

-Hanedan bu mülkiyet için davalar açtı, sürdürüyor. Dışişleri, Hanedan’a destek olabilir. Ama emsal gösterebilmek için önce içerideki (yani Türkiye’deki-SD) mallarını ona vermesi gerekir. Balkanlardaki, Ortadoğu’daki mülklerin geri alınabilinmesi için Hanedan’ın arkasında ciddi bir siyasi güç olması gerekir.

- 3. Köprü’nün adı Hamidiye olsun! Köprü Abdülhamit’in rüyası idi!

- Tehciri Avrupa cevaplasın! Soykırım yapıldığına dair bir belge yok! Tarihte kötü bir sicilimiz yok! 2015 denilince akla Ermeni meselesi değil Çanakkale gelmelidir! Çanakkale Savaşı olmasaydı Ermeni meselesi de olmazdı!

- Fransa ve İngiltere kilometrelerce uzaktan kalkıp gelip Anadolu’yu işgal etmeye çalışıyor, Çanakkale’ye dayanıyor, yanlarına da Ruslar ile birlikte Ermeniler’i alıyor, ondan sonra “Bunları niye tehcir ettiniz” diye soruyor. Onlar gelmeseydi Anadolu’da savaş da tehcir de olmayacaktı. Ermeniler hesap soracaksa gidip onlardan, İngiltere’den, Fransa’dan, Rusya’dan sorsun, bize ne soruyorlar.

- Monroe Doktrini ile Amerika Avrupa’ya “Ben sizin işinize karışmıyorum, topraklarınızda gözüm yok, siz de lütfen bana dokunmayın” dedi. Aynı Amerika, bugün Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da geziyor. Ne oldu Monroe Doktrini’ne? Bizde de Cumhuriyet kurulmuş. Balkan Savaşları’nı, 1. Dünya Savaşı’nı, Milli Mücadele’yi yaşamış, nüfusu bitmiş, enerjisi tükenmiş, “Yurtta sulh cihanda sulh” demek zorunda. Bugün, hâlâ bu politikayı sürdürmek bana göre gereksiz.“

Hazırlamakta olduğum yeni dökümantasyon için incelediğim Alman Dışişleri Bakanlığı Politik Arşivi’ndeki dosyalar Hülagü’den başka bir dil konuşuyor. Bilindiği gibi Wilhelm Almanyası ve Alman silah endüstrisi hem Abdülhamit’in, hem Enver’in hem de onlardan sonra gelen nicesinin dostu, besleyicisi idi. Hülagü’nün koskoca Türk Tarih Kurumu Başkanı ve de profesör olarak bu belgelerden haberinin olması gerekir. Habersizse kötü, ancak haberi var da belge yokfalan diye milletten gerçekleri saklıyorsa daha da kötü. Onca kokuşmuş lekeyi silmeye Mekke kokulu Yavuz cübbesi de yetmez.

Karşımızdaki kafa aslında Halaçoğlu’ndan kalan “Millet-i Hakime„ tarihçiliğinin bir başka versiyonudur. Bu millet-i hakime ideolojisi de ulusalcılara, itiihatçılara değil onlardan çok çok öncesine, Muhammed’e dayanır. Bu kafa tüm İslam fetihçiliğinin, tüm İslam devletlerinin ve Osmanlı’nın da ideolojisi olmuştur. Buna göre fethedilen topraklardaki başka dinden halklar sadece varlığı hoşgörülecek ikinci sınıf insanlardır. Muhammed’den sonraki tüm İslam devletlerinde millet-i hakimenin ötekilere gösterdiği hoşgörü tamamen konjonktüre bağlı kalmış, bunlara hep „ele düşmüş, insafa kalmış“ topluluklar, „yangında ilk yakılacaklar“ gözüyle bakılmıştır. Horgörüye „hoşgörü“ demek ele güne karşı da pek şık olmuştur.

"Hamidiye Köprüsü“ne hiç değinmeye değmez, çünkü o plan Wilhelm’e aittir ve Wilhelm köprüye Alman bayrağı dikmeyi bile düşünmüştür. Daha sonra Osmanlı ordularına emredecek olan Liman von Sanders de Marmara’dan Saroz Körfezi’ne kanal projesi yapmıştır. Bunun doğaya vereceği telafisi imkânsız zararları haydi o postal kafa düşünememiştir diyelim, ya bugünkülere ne diyeceğiz?

ALACAĞIZ DA?..

Gerçekten de Musul civarını Abdülhamit kimseye sormadan, oradaki halkın yüzlerce yıllık kullanım haklarını, mülkiyet haklarını hiç dikkate almadan, saymadan tahtın has mülkiyetine (hassaya, sivil listeye) geçirmiştir. Abdülhamit’in yakın dostu Alman Büyükelçisi Marschall, Musul Vilayeti Hassa Müdürü’nün bir ifadesine dayanarak 17.12.1906 tarihinde Musul ve Bağdat vilayetlerindeki bütün maden ocakları ve petrol yatakları imtiyazının sultanın sivil listesine katıldığını Berlin’e bildirmiştir.

Bu gasp malını ittihatçıların Abdülhamit’in elinden alıp devlet mülküne dönüştürmeye çalıştıkları da doğrudur. Hatta Mahmut Şevket Paşa 31 Mart Ayaklanması’ndan sonra Abdülhamit’in Almanya İmparatorluk Bankası (Merkez Bankası-SD)‘ndaki yüzbinlerce altın lirasına da el koymak istemiş, bunun için Alman mahkemelerinde yıllarca süren davalar yürütülmüştür. Bu konu aslında hemen devrim sonrası da dile getirilmiştir. Bu konuda Marschall’in yolladığı 3.9.1908 tarihli uzun raporda bilgi verilir, burada da „geçmişimizin lekesizliği“ pek güzel dile gelir. Marschall Tarabya’dan içerik olarak (yani çeviri kelimesi kelimesine değil-SD) şunları bildirmektedir:

"Türk İmparatorluğu’nda son haftalarda gerçekleşen dev dönüşüm şekli tarihte neredeyse emsali olmayan bir şey. Haziran başında başkenti terkettiğimde Sultan, hiçbir monarşın sahip olamayacağı kadar büyük bir hükümranlığa sahipti. Devlet yaşamının bütün ipleri sarayda toplanıyordu. Bütün imparatorlukta sultan iradesi olmaksızın bir taşın yerini değiştirmek bile mümkün değildi. Merkeziyetçilik sistemi en uç görünüşler alıyordu. Sultan bunu sağlayabilmek için her yerde, hatta tek tek kişilerde bile nelerin düşünüldüğünü bilmek istiyor, bunları izlettiriyordu. Tüm imparatorluğu saran ispiyonlar sistemi böyle oluştu. Binlerce, ama binlerce insan bu sistemin elemanı idi. Bunun ayakta tutulması için dev bir bütçe harcanıyordu. Saray‘a her gün yüzlerce jurnal geliyordu. Sayısız masum insan bu sistemin kurbanı oldu ve bu iş iyi para getiren bir sektöre dönüştü. Bu sistem o denli acı ve öfke doğurdu ki, sonunda tüm toplumu küstürdü ve en gerekli olduğu anda işlemez hale geldi. Sultan isyandan ancak birkaç hafta önce birşeylerin döndüğünü öğrendi, ne döndüğünü öğrendiğinde ise çok geç olmuştu. Sistem çöktüğünde kimse parmağını bile kıpırdatmadı. (abç.). Sultan’ın şimdi imparatorlukta geçen tek sözü kalmamıştır. Ondan sadece formalite icabı irade isteniyor. Saray katipliği, ki eski sistemin asıl atölyesi idi, şimdi ıssız. ...

... Sarayın eski debdebesi de sona erdi. Önceleri karşılaşılan yüzlerce hizmetçinin yerinde yeller esiyor. Son gittiğimde karşıma çıkan bir hadım da hemen uzaklaştı. Sarayın 800 aşçısından 759’si işten çıkarıldı. Ahırlardaki atların çoğu şimdi yok. Şimdi ciddi ciddi sivil listenin (abç.) küçültülmesi üzerine Babıali’de görüşmeler yapılıyor. Dev toprak mülklerinin, örneğin Mezopotamya’da Romanya Krallığı büyüklüğündeki arazilerin sivil listede tutulup tutulmayacağı tartışılıyor (abç.). Eski debdebeden geriye bir tek selamlık merasimi kaldı. Ancak burada da değişiklikler var. Eskiden buraya sadece diplomatlarca tavsiye edilenler alınıyordu. Halka kapalıydı. Şimdi bu serbest. Şimdi binlerce insan buna katılabiliyor ve Sultan’a tezahürat yapıyor. Bir ölü için yükselen bu „çok yaşa!“ haykırışları da Sultan için yaşamın acı bir cilvesi olsa gerek.“

Şimdi Hülagü Bey, Türkiye Cumhuriyeti’nden işte bu gaspı legalize etmesini ve „Hanedan’ın arkasında“ durmasını istiyor. Yurdumuzda milyonlar yoksulluk altında eziliyor, milyonlar sınırlarda, parklarda yarın korkusuyla sürünüyor, köleleşiyor. Yurdumuz savaş korkusuyla yaşıyor. Sınırlara halkları, aileleri bölen, dağıtan utanç duvarları çekiliyor. Başımızdaki belalar yetmiyor mu da, yenisini bunlara katacağız? Musul’u, Kerkük’ü kim için alacağız? Sonra...?

„Yurtta sulh cihanda sulh“ artık „şak“ diye emreden ve „şuk“ diye bükülenler devrinde „şık“ değildir.

Yurtta sulh zaten hemen hemen hiç olmamıştır. Tepedekiler emekçilere, demokratlara karşı hep savaş halinde olmuşlardır. „Lekesiz“ tarihimizin kanlı sayfaları darağaçlarıyla, mağaralarda bombalanan, gazlanan bebelerle, tabutluklarda çıldıranlarla, emniyet binalarından „atlayanlarla“ doludur. Şimdi ise tam göze denk getirilen gaz bombası ve „palalı halk hissiyatı“ pek kahramanca bulunuyor…

Cihanda sulh ise Osmanlı imparatorluğu hayalleriyle yaşayan Erdoğan ve Davutoğlu gibi politikacılara artık bir ayakbağıdır. İnsan haklarının ayaklar altında olduğu Türkmenistan, Azerbaycan, Kazakistan gibi dikta rejimlerine karşı gıkı çıkmayanlar, buralarda ortak iş peşinde koşanlar, Rusya’daki antimüslüman Rus ırkçılığının yükselişine „Şanghay“ yüzü suyu hürmetine ses çıkarmayanlar Suriye ve diğer Arap dünyasındaki insan hakları temsilciliğinde inandırıcı olamıyorlar. Riya paçalardan sızıyor.

"AÇIN ÇANTASINI BAKIN NESİ VAR.."

Tarihimizdeki leke dedik de. O kanlı sultanların, paşaların ellerinde lekeden bol ne vardı? Egemenler „millet-i hakime“ deyip deyip sırt sıvazlayarak savaşlara, katliamlara sürdükleri Müslüman halk yığınlarına da ölümlerden ölüm seçtirmişlerdir. Bunların “lekesiz” tarihimizde lafı bile olmaz. “ N’olcek canım, onlar nassolsa bizim oğlan, bizim gızlardır! ” ve onları “aslan asker”deyip deyip sürüverirsin öbür gariplerin üstüne ve bugün de fabrikanda, tersanende, inşaatında, tarlanda çalıştırıverirsin „geberene“ kadar. „Nassolsa tohumuna para vermedik! “ deyiverirsin, olur biter. Onlar hem giderler hem ağlarlar ve ağıtlarını inlerler, can çekişirken Yemen’lerde Sarıkamış’larda.

1902 sonunda Konya’dan İskenderun’a dek atla seyahat eden Dr. Loytved bu seyahat üzerine yazdığı uzun bir raporda şuna da işaret eder (içerik olarak-SD):

“Buradaki nüfusun mahvolmasında bir de buradan toplanan askerlerin tamamen yabancı olan bölge ve iklimlere gönderilmesi rol oynuyor. Örneğin son olarak Mersin’den toplanan 350 asker Yemen’deki isyanı bastırmak için yollanmış, bunların 200’den fazlası hastalıktan ölmüş, geri dönenler de bitkin ve hasta. Buradaki müslüman kadınların nüfustaki olağanüstü yüksek oranı yöre müslüman erkeklerinin, yani askerlerin yüksek ölüm oranından kaynaklanıyor.

Bu ölüm ortamını bir de 1-6 yaş arasındaki çocuk ölümleri besliyor. Buna paralel olarak bir de kuzey Küçük Asya’da yaygın olan frengi hastalığının etkisi düşünülürse çok insanın türklerin neslinin tükeneceğine inanması çok doğal.”

Askeri ataşe Strempel ise 3.6.1909’da şöyle (içerik olarak-SD):

“Eski Sultan zamanında terhis edilen askerleri taşıyan gemilerin Boğaz’dan geçmesine bile izin verilmiyor, yani Yemen’den gelen askerler memleketlerine yakın bir limanda değil de Mersin veya İskenderun’da karaya bırakılıyorlardı. Bunlar buradan memleketlerine bazen karlı dağlar üzerinden 700 km. yolu yürüyerek gitmek zorunda kalıyorlardı. Bu yolculukta ölüm oranı bazen %40’ı buluyordu.”

2015’E 2014’SÜZ VARMAK MÜMKÜN MÜ?

Hülagü Bey “2015 denilince akla Ermeni meselesi değil Çanakkale gelmelidir” diyor. Hülagü Bey elbette 15’ten önce 14’ün geldiğini, 14’den önce 13’ün vs. bilir. Ben de bu basit gerçeğe dayanarak diyorum ki “2015 deyince akla 2014 gelmelidir”. 1914’te dünya ateşe atılmasaydı ne Ermeni soykırımı ne de Çanakkale olurdu diyorum. Yurdumuzun başına bu iki felaket de gelmezdi, kök kurutma boyutlarında olmazdı, diyorum. Peki bizi, Türkü, Kürdü, Ermenisiyle bizi bu ateşe kim attı? Yurdumuz Hülagü Bey’in dediği gibi “Milli Mücadeleden sonra” bitmemişti. Bu bitişin çok daha önceden olduğunu Alman dışişleri belgeleri daha 1911’de anlatmaya başlıyorlar. Bizden çok uzakta, sadece çok sınırlı bir askeri güçle yürütülen Trablus Savaşı bile Osmanlı’yı çöküşün kıyısına getirmiştir. İstanbul’dan Wilhelm’e 6.6.1912 tarihinde yollanan bir raporda içerik olarak şöyle deniyor:

İtalyanların Türkiye’yi askeri alanda yenememelerinin ortaya çıkmasından sonra onların şimdi Türkiye’nin mali mahvını hedefledikleri anlaşılıyor. Trablus’da pek bir gelişme olmazken italyanların son Ege eylemi ile manzara değişti. Aynı anda arnavut huzursuzluklarının da patlaması bir tesadüf mü belli değil. Her halükârda Çanakkale’nin bombardımanı, adaların işgali, Arnavutluk’taki huzursuzluklar ve başka endişeler Babıali’ye masraflara neden olan ve tamamen karayoluyla yapılmak zorunda kalınan birlik kaydırmaları sonucunu getirdi. Harp Nezareti’nin bunun için her gün 40.000 lira ek masrafa girdiği hesaplanıyor. Savaşa günde 3 milyon italyan liresi harcayan İtalya’nınkine göre bu tutar küçük görünebilir. Ama bu türk mali kaynaklarıyla kıyaslandığında çok yüksek bir yüktür. Buna bir de Türkiye’nin gelirlerinde Ege’ye kaydırılan savaş nedeniyle ortaya çıkan büyük düşüş ekleniyor. İstanbul, Selanik, İzmir gibi limanlardaki gümrük gelirleri hızla düşüyor. Normal zamanlarda haftada 60.000 lira olan İstanbul gümrük geliri Çanakkale blokajı sırasında 7 ila 8.000 liraya düştü. Şimdi bu biraz arttı, ancak normal zamandakinin yarısına varabildi. Hasat zamanı geliyor, bununla birlikte öşür toplama zamanı da. Ege’nin kapalı olması tahıl sevkiyatını engelleyeceği için iç piyasa fiyatında büyük düşüş yaşanacaktır.

Türkiye’nin dış piyasadan para bulması giderek zorlaşıyor. Osmanlı Bankası ile yapılan kredi anlaşması ancak kısa vadeli bir rahatlama sağlayacak. ...”

Alman sermayesi ve diplomatları 1912-1913’deki Balkan Savaşı’yla Osmanlı’nın iflas ettiğini çok iyi biliyorlardı. Buna rağmen sürekli silah vermeye devam ettiler. Dışişleri’ne Türkiye’den giden yüzlerce belgede, hatta 1. Dünya Savaşı başladıktan sonra da, Türkiye’nin müttefik olamayacağı, savaşacak halde olmadığı bildiriliyordu, ta 1914 Eylül’üne, Almanya’nın beli Marne Savaşı’nda kırılana dek. O andan itibaren Türkiye hemen “değerlenmiş”, “yük” olmaktan çıkmış, “müttefik” olmuştur. Bu müttefiğin hemen savaşa girmesi ve yeni cepheler açarak Alman ordusunun yükünü hafifletmesi gerekecektir. Bunun için Sarıkamış, bunun için Süveyş katliamları düzenlenmiştir. Ancak buralarda onbinlerce garip aç, susuz, giysisiz ölüme yollandıktan sonra Türk ordusunun “dişsiz bir kaplan” olduğu anlaşılmış ve Mısır’daki İngiliz birlikleri de Çanakkale’ye gönderilmiştir. “Anadolu gençliğinin filizlerinin yakıldığı” Çanakkale felaketi başımıza işte böyle sarılmıştır. Çanakkale’de kan gövdeyi götürürken can havliyle “yangında ilk yakılacaklara”, Ermeni aydınlarına saldıranlar ve bu büyük tevkifatla soykırım sinyalini verenler İstanbul Müslümanlarına durmadan şehri terketmemeleri çağrıları yaparlar. Bunların (Talat, Yunus Nadi vb’nin-SD) kendi ailelerini çoktan Anadolu’ya geçirip Eskişehir’e yolladıklarını da alman gazeteci Tyszka Berlin’e raporlar.

Hülagü Bey’in bir tarih profesörü olarak bunları bilmesi gerekir. Hülagü Bey’in Türkiye’yi kimin savaş soktuğunu da bilmesi gerekir. Zamanın İstanbul Büyükelçisi Wangenheim, Osmanlı Hükümeti’ndeki dirence karşı “Enver’in Almanya’dan yana bir set gibi durduğunu” Berlin’e bildirecektir. Enver bunu sağlayabilmek için bir darbe daha yapacaktır. Türkiye’nin başarısından hâlâ şüphe etmekte olan Wangenheim, Wilhelm ve çevresinin dayatmasıyla bu darbenin finansmanını da örgütleyecektir. Ayrıntıları 5.10.14 tarihinde Enver’le yaptığı bir kahvaltıda saptayacaktır. Berlin’e 9.10.1914’de darbe müjdesini şöyle iletir:

Dün akşam Enver Paşa’da Talat Bey ve Halil Bey ile görüşme yapıldı. Onlar yürümeye hazırlar, hem de yakında.

Sallanan ise Cemal Paşa. Hükümette cayan o, komitede ise eylemci asker rolünde. Bu yüzden Enver onu görevden azletmeye çalışacak. Yarın akşam yine onda nazırlar ve komitenin önde gelenleriyle toplantı var. Orada politikacılar tarafından savaşa acele katılınması konusu gündeme getirilecek. Cemal Paşa da burada tavır almaya zorlanacak. Şayet Cemal Paşa bir askeri vuruşa hazır olmazsa Enver ve Talat Bey sadrazama Rusya’ya karşı savaşçı eylemlere girişilmesini önerecekler. Sadrazam buna uymazsa hükümeti gündeme oturtacaklar ve istifa edecekler. Onlarla birlikte hükümetin büyük kısmı da; komite üyelerinin büyük çoğunluğunca ... (okunamamış-SD). Şimdiki hükümet halledilmiş ... (okunamamış-SD), şimdiye kadarki dirençler bertaraf edilerek hemen bir yenisi kurulacak. Enver en kesin şekilde, komitenin ezici temizliğinin (“ yanlış” notu düşülmüş, herhalde “çoğunluğunun” denmek isteniyor-SD) arkasında olduğunu söyledi.

O sadece tek ön şart olarak Almanya’dan mali desteğin sağlanmasını istiyor, çünkü bu olmazsa onun bütün planı çökermiş. Onun bu desteğe ayrıca Cavid Bey’in şüphesiz onun önüne çıkaracağı zorlukları aşmak için ihtiyacı varmış. O Talat Bey’in ve yarınki görüşmenin akışına göre belki Cemal Paşa’nın da büyükelçiliğe kahvaltıya çağrılmasını öneriyor. Bu bütün gerekenlerin iyice konuşulabileceği çok zararsız bir toplanma biçimi imiş.

Mümkün olursa donanma önümüzdeki Pazartesi rus silahlı güçlerine hücum ve imha etme gizli emriyle birlikte açılacakmış. Eylem donanmaya bir sürpriz baskın avantajı vermek için savaş ilanı olmadan gerçekleşecekmiş.

Enver bu planlarında kendini askeri açıdan da emniyette hissediyor. Küçükasya’daki birlikler rus sınırını korumak için rahat yetermiş. Avrupa tarafındaki birlikler de İstanbul’u ve Çanakkale’yi İngiltere çıkarmalarına karşı koruyabilirlermiş. Güneydeki birlikler üç kolordu ile güçlendirilebilirmiş, bu da Mısır’daki ingiliz birliklerine karşı yetermiş.

Ama tek zorluk para noktası imiş. Tabii ordudaki subaylar ona tekrar tekrar seferberlik ve savaşla ordunun saygınlığı yeniden sağlanacak ve vatanın şerefi kurtulacaksa maaşlarından vazgeçmeye hazır olduklarını söylemişler. Ancak onun daha sonrasını da düşünmesi gerekirmiş, ordu elemanlarının yokluk çekmemesi gerekirmiş.

O Almanya ve Avusturya’dan ona Mısır’daki eylemde su sevkiyatını sağlamak için arazöz kamyonları verilirse çok müteşekkir olurmuş. Her arazöz işgal ordusunun biraz daha büyütülmesi anlamına gelirmiş. İki obüs bataryası Mısır sınırına yola çıkarılmışlar.

Alman para yardımının doğrudan eline verilmesi gerekmezmiş. Büyükelçilik parayı ilk çarpışmalar başlayana dek kendinde tutabilirmiş. Ama o paranın bir bölümünü kullanabileceğinden emin olmak istiyormuş.

Değişen şimdiki koşullar altında benimle son görüşmede söyledikleri de geçersiz olmuş, yani önce Avrupa savaş alanlarında bir sonucun beklenmesi gerektiği koşulu.

Yukarıda anlattığım gelişmeler nedeniyle biz bir devlet darbesi ile Türkiye’yi her an savaşa sokabilecek hale gelmiş durumdayız. (abç.) ...”

Türkiye işte böyle ateşe atılmıştır. Birkaç gün önce Türkiye’nin savaşa sokuluşunun 99. yıldönümüydü. Hülagü Bey bu konuda bir şey dediler mi acaba? Merakla aradım, ne yazık ki basınımızda da bununla ilgili birşey bulamadım. Bakalım 100. yıldönümünde kim ne diyecek? Millet-i hakime tarihçilerini zor zamanlar bekliyor.