Türkiye`nin Vizesiz Avrupa Hayali ve Mülteci Sorunu: Vizesiz Avrupa, Ama Nasıl?

Kimse sebepsiz göçmez bu dünyada

Bandista-Enzo Ikah

Türkiye ve Avrupa Birliği (AB), Türkiye vatandaşlarının AB ülkelerinde vizesiz seyahat edebilmelerinin müzakere edildiği toplantıların sonucunda anlaşmaya vardı. Avrupa Birliği`nin, birliğe adaylık sürecinde olup da vize muafiyetine tabi olmayan tek ülke olan Türkiye ile anlaşmaya varmasının ise oldukça “geçerli“ bir sebebi var. Avrupa ülkelerine kaçak girişi engellemek isteyen AB, Kuzey Afrika ve Doğu Avrupa ülkelerine yüklü miktarlarda maddi destekte bulunup Geri Kabul Anlaşması (GKA) imzalatıyor. GKA, kaçak göçmenlerin AB sınırları içine girmek amacıyla en son geçiş yaptıkları ülkeye iadelerini garanti altına alan ve Avrupa`yı mültecilerden arındırmayı amaçlayan bir anlaşma. Uzun süredir Türkiye ile de GKA`yı imzalamak isteyen AB, en sonunda gönülsüz de olsa Türkiye`nin önkoşul olarak belirlediği vize muafiyeti şartını kabul etti. Ancak medyada hem AB hem de Türkiye açısından bir “Win-Win“ (Kazan-Kazan) olarak değerlendirilen anlaşmanın mülteciler adına çok acı bir reçetesi var.

AVRUPA VE MÜLTECİLER 1995`ten beri Avrupa`nın Schengen Bölgesi`ne dâhil olan ülkeleri arasında dolaşım serbestisi bulunmasına rağmen ülkelerin sınırları yalnızca kendi güvenlik güçlerinin denetimindeydi. Daha sonra AB üyeleri 2003 yılında Dublin-II Anlaşmasını imzaladı. Buna göre kaçak göçmenler, Avrupa`nın neresinde yakalandığına bakılmaksızın yalnızca Avrupa Birliği topraklarına ilk ayak bastıkları yerde sığınma başvurusunda bulunabiliyordu. Bu da Akdeniz ve Ege üzerinden Avrupa`ya girmeyi deneyen kaçak göçmenlerin İtalya, İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerde toplanmasına neden oldu. Ancak artarak devam eden göçler Güney Avrupa hükümetlerinin şikâyetlerini arttırdı. AB, çözümü 2004 yılında birlik tarafından fonlanan ortak bir Avrupa sınır güvenliği biriminin oluşturulmasında buldu. Avrupa`nın dış sınırlarını korumakla görevlendirilen “Frontex” adlı sınır güvenliği birlikleri önceleri yalnızca Akdeniz`in batısında görev yaparken daha sonra Yunanistan`ın talebiyle Ege Denizi`nde ve Yunanistan-Türkiye sınırını oluşturan Meriç Nehri kıyısında da konuşlandırıldı. Geçmişte sıcak savaşlarda görev almış “deneyimli“ askerlerden oluşan sınır güvenlik birimi Frontex`in sinik bir başarı mefhumu var. Kurum için geri savuşturulan her bir kaçak göçmen başarı hanesine yazıldığı için, Frontex göçmenlerin hayatlarını kaybetmelerine sebep olabilen askeri operasyonlar düzenleyerek AB`nin kara sularına girilmesini engellemeye çalışıyor. Ekim ayında gerçekleşen ve 300`den fazla insanın ölümüne yol açan Lumpedusa faciasında da Frontex`in rolü gündeme geldi.[i] Frontex, kağıt üzerinde zor durumdaki mültecileri kurtarmak ve sinir güvenliğini sağlamak ile yükümlü olmasına rağmen uluslararası kurallara aykırı davranarak ağzına kadar dolu olan mülteci gemilerini yalnızca kovalamayı ve denizin ortasında kaderine terk etmeyi (yani, ya uzaklaşmasını ya da batmasını seyretmeyi) tercih ediyor.[ii] Üstelik birçok şeyi geride bırakarak ülkelerindeki iç savaştan kaçan mültecilerin yaşadıkları sıkıntıların sebebi AB ve ABD`nin Ortadoğu ülkelerinin baskıcı rejimleriyle vardıkları kirli anlaşmalar iken.

Kendisini bir şekilde eski kıtaya atabilen mültecilerin de durumu ölümden kurtulmuş olmalarının dışında çok umut verici değil. Zira bazıları hemen geri gönderilirken birçoğu uzun süre çok kötü koşullardaki kamplarda kalmaya zorlanıyorlar. Yunanistan`daki “Chrysi Avgi” (Altın Şafak) gibi ırkçı siyasi partilerin mali kriz sonrası artan işsizliğin faturasını biçare mültecilere kesmesi, tehditlerde ve linç girişimlerinde bulunması ise cabası.[iii]

Lumpedusa`daki facia üzerine AB üyesi ülkelerin İçişleri ve Adalet Bakanları Lüksemburg`daki toplantıda mülteci sorununu tartışmışlardı. Tüm AB üyesi ülkelerin hükümetlerinden facia ile ilgili üzüntülerini belirten açıklamalar yapılmasına rağmen toplantılardan birliğin göçmen politikasına ilişkin herhangi bir değişiklik kararı çıkmadı. Üye ülkelerin ulusal parlamentolarında ve Avrupa Parlamentosu`nda azınlıkta bulunan sosyalist ve yeşil partiler birliğin göçmen politikasını eleştirerek köklü bir şekilde değiştirilmesini isterken Hıristiyan Demokrat Partili Almanya İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich`in önderliğinde hareket eden Avusturya ve İsveç gibi ülkelerin bakanları ne Dublin-II Anlaşması`nın ne de göçmen politikasına ilişkin birliğin mevcut uygulamalarının tartışmaya açılmasını istemiyorlar. Friedrich, çözümün göç veren ülkelerdeki insan kaçakçılarıyla savaşmak olduğu konusunda ısrar ediyor.[iv] Birliğin İçişleri Komiseri Cecilia Malmström ve Adalet Komiseri Viviane Reding ise sorumluluğun AB içindeki 6-7 üye ülkenin sırtından alınıp tüm üyelere eşit bir şekilde paylaştırılması gerektiğini söylemiş ve Friedrich`in tutumunu eleştirmişlerdi.[v] Hem söz konusu toplantılarda hem de Avrupa`nın sağ eğilimli basın organlarında mülteci sorunu tartışmalarının, birliğin mevcut anlaşmalarına ve üyelerin ekonomik “imkansızlık”larına atıf yapılarak “teknik” içerikli bir tartışma platformuna çekilmeye çalışıldığı görülüyor. Böylece mülteciler konusunda Avrupa halklarında oluşabilecek muhtemel bir toplumsal hassasiyet berhava edilebiliyor.

TÜRKİYE VE MÜLTECİLER

AKP hükümeti bir süredir AB ile Geri Kabul Anlaşması`nı imzalamayı reddettiği için Türkiye`deki mülteciler, Yunanistan veya İtalya`daki gibi bir “sosyal problem“ haline gelmemişlerdi. Ancak Türkiye`deki mültecilerin henüz Güney Avrupa kentlerindeki kadar göze çarpmıyor olmaları, bu durumun insan hakları açısından da problem yaratmadığı anlamına gelmiyor. Türkiye`de polis tarafından yakalanan mülteciler, toplumdan izole edildikleri ve suçlu muamelesi gördükleri “yabancı misafirhanesi“ adı verilen yerlerde tutuluyorlar. Özellikle yazları aşırı kalabalıklaşan “misafirhaneler“, havalandırmasız ve aşırı kalabalık hücreleriyle “misafir“leri için azami şartları sağlamaktan çok uzak. Misafirhanelerdeki yemekler ya yetersiz ya da kalitesiz. Verilen yemeklerin kalitesizliğinden dolayı zehirlenen 8 kişi 2011 yılının Ağustos ayında hastaneye kaldırılmıştı.[vi] Bunun dışında mültecilere ciddi şekilde şiddet de uygulanıyor. Hatta Polonyalı bir mülteci olan Dariusz Wittek, Kumkapı`daki Yabancılar Şube Müdürlüğü`nün misafirhanesinde maruz kaldığı işkenceye daha fazla dayanamayıp 2007`de intihar etmiş, bunun üzerine 2008`de yine Kumkapı misafirhanesinde 786 kişi aç olduklarını ve işkenceye maruz kaldıklarını söyleyerek isyan başlatmış ve battaniyelerini yakmışlardı.[vii]

Misafirhanelerde tutulan göçmenler ne kadar daha orada tutulacaklarını, kendilerine ne olacağını bilmeden çok kötü şartlara katlanmak zorunda kalıyorlar. Artan (ve GKA ile daha da artacak) göçmen sayısına rağmen Türkiye mültecilere azami şartları sağlayacak olan yeni misafirhanelerin yapımında oldukça yavaş davranıyor. Bunun üzerine Suriye`deki iç savaştan kaçan “geçici sığınmacı” statüsündeki 500-600 bin civarındaki mülteci de eklendiğinde göçmenler adına ortaya kapkara bir tablo çıkıyor.[viii] Göçmenlere düzgün barınma şartları sağlayabilme konusunda bu zamana kadar oldukça kötü bir grafik sergileyen Türkiye, özellikle Suriye sınırında bulunan kamplardaki yığılma da göz önüne alındığında, Geri Kabul Anlaşması’ndan sonra yaşanacak muhtemel bir insanlık dramının bir numaralı sorumlusu olacaktır.

Bununla beraber yaşanacak sıkıntıların göçmenlerin barınma şartları ile sınırlı kalmayacağı hissediliyor. Sayıları daha da artmasına kesin gözüyle bakılan sığınmacılara düzgün şartların sağlanamamasıyla göçmenlerin yaşadığı sefaletin kentlerde daha fazla görünür hale gelerek yabancı nefretini körükleyeci bir rol oynaması söz konusu olabilir. Bir tür “kamuoyu yoklaması” yapabilmek için internetteki sözlüklerde (Ekşi Sözlük ,itü sözlük, vs…) “Suriyeli Mülteciler” ve “Suriyeli Sığınmacılar” başlıkları altında yapılan yorumlara bakıldığında “ucuz iş gücü” ve “istilacı” olmakla suçlanan göçmenin, Türkiye`ye beraberinde kendi sefaletini de getirdiğine dair yaygın bir kanı oluştuğu görülüyor. Sözlükteki yorumlarda rahatlıkla gözlemlenebilen bu kanının, zaman zaman hükümetin dış politikasını eleştiriyor izlenimini verse de “şerefsiz”, “pezevenk”, “Arap değil Kürt” gibi birbirinden garip iddialarla büyük ölçüde salt zenofobik ve ırkçı argümanlara dayandırıldığı belli oluyor.[ix]

/

Henüz Yunanistan`daki ırkçı Altın Şafak Partisi`nin çatısı altındaki kadar sistemli bir örgütlülük dahilinde olmasa da Türkiye`de kimi ana akım siyasetçiler basında mültecilere karşı toplumsal nefreti arttıracak açıklamalar yapıyorlar. İzmir`de merkezi denebilecek yerlere en uzak noktalardan birinde, Çiğli`nin Harmandalı Mahallesi`nde yapılmakta olan mülteci kampı için CHP İzmir milletvekili Aytun Çıray, “Çiğli`ye mülteci kampı, İzmir`in kalbine indirilmiş hançerdir” yorumunda bulunmuştu.[x] Başka bir CHP milletvekili İlhan Cihaner ise Antakya halkına şöyle seslenmişti: “Hatay halkı, lütfen evlerimizi onlara kiraya vermeyin. Kiraya verenlerle selamı sabahı keselim, engellemeye çalışalım, tepki gösterelim”[xi] Bu gibi zenofobik söylemler milletvekillerince ulusal basına taşınabiliyor. Ancak benzeri yorumlar yerel basında da kendisine yer buluyor. Hrant Dink Vakfı`nın hazırladığı, 2013`un Mayıs-Ağustos aylarına ilişkin nefret söylemi raporunda zaman zaman yerel basında Suriyeli mültecilere yönelen hasmane dile dikkat çekilmiş. “Hatay Özyurt” adli yerel bir gazetedeki haberde, Hatay Bayır Bucak Türkleri Derneği Başkanı Mehmet Fettah Çiftçi`nin Suriyelilere yönelik “(…) hainlik yapmayın, geldiğiniz gibi bu olaylar bitene kadar da akıllı durmanızı istiyoruz” şeklindeki nefret dolu ve tehditkâr ifadelerine yer verildiği görülüyor.[xii] Bu ve bunun gibi nefret söylemi örnekleri, kendisini yalnızca “öteki” ile tarif edebilen “makbul vatandaş”ın, göçmene karşı “T.C. vatandaşı”, Kürt`e karşı “Türk”, gayrimüslime karşı “Müslüman”, Alevi`ye karşı “Sünni” kimlikleriyle “ben”i “biz” yapma arayışını gösterir. Mültecilere karşı girişilen “biz” arayışının sebebi de, kitleler halinde iç savaştan kaçıp Türkiye`ye gelen Suriyeliler`in bir anda toplumsal hayata katılan yeni bir “girdi” olarak makbul vatandaşın imtiyazlarına halel getirebileceği şüphesidir. Bu bağlamda “biz”in, bu kollektif kimliği savunabilmek adına kollektif ve meşrulaştırıcı bir motivasyona ihtiyacı vardır. Söz konusu motivasyonu sağlamak için kollektif kimliğin idealize edilmesi gerekmektedir ve bu da yine kendisinin zıttı olarak gördüğü “öteki” üzerinden yapılır. Böylece kendi kimliğini yüceltmek isteyen makbul vatandaş, mülteciyi aşağılayarak ve salt “kötü” ilan ederek nefret söyleminin üreticisi haline gelir. Ancak yıllardır toplumun neredeyse tüm kesimlerini cezbeden “vizesiz Avrupa hayali” karşılığında imzalanacak ve orta vadede Türkiye`deki mülteci sayısını ciddi biçimde arttıracak olan GKA, nefret söyleminin üreticisi makbul vatandaş adına henüz dillendirilmeyen bir ikilem yaratmaktadır. GKA belki 3-4 yıl içerisinde Avrupa`ya vizesiz seyahat hayalini gerçeğe dönüştürecektir. Ancak devlet, şimdiki sayısıyla bile mültecilere insani şartları sağlamakta yetersiz kalıyor ve kendisine en yakın hissettiği makbul vatandaşın dahi tepkisini çekiyor. İleride sürecin yönetilemez hale gelmesiyle kontrolden çıkabilecek zenofobik itirazlar, göçmenleri Yunanistan`daki gibi Türkiye`de de örgütlü linç girişimleriyle baş başa bırakabilir.

SONUÇ

15. yüzyılda başlayan coğrafi keşiflerden bu yana Afrika ve Ortadoğu halklarının –iç savaşlar dâhil- yaşadıkları sorunların bir numaralı sorumlusu sömürgeci Avrupa devletleri olmuştu. ABD`nin de eklenmesiyle hala devam etmekte olan bu durum, maalesef Avrupa`nın muhafazakâr ve liberal politikacılarının omuzlarında insanlığa karşı herhangi bir vicdani sorumluluk hissetmelerine sebep olmadı. Uzun süre de bu tür bir sorumluluk hissedecek gibi gözükmüyorlar. Zira AB, Sarkozy Fransası`nın öncülüğünde Kaddafi`ye karşı Libya`daki iç savaşa dâhil olmadan kısa süre önce, bir miktar para karşılığında diktatör Kaddafi`nin kendisiyle anlaşmıştı. Böylece Kaddafi Libyası kaçak göçmenlerin yakalanması konusunda Frontex ile işbirliği yapıyordu.[xiii]

AB`nin ekonomisi güçlü Orta ve Kuzey Avrupa devletleri, Dublin-II Anlaşmasıyla önce mültecilerle ilgili tüm yükü birlik üyesi Güney ve Doğu Avrupa ülkelerine yıktı. Simdi işi daha da ilerletip GKA`lar aracılığıyla AB`nin mültecilerle ilgili tüm sorumluluklarını AB üyesi olmayan çevre ülkelere devretmeye çalışıyorlar. Avrupa Birliği, kurumsal çatısını ayakta tutan temel direklerden biri olduğunu iddia ettiği “İnsan Hakları“ söz konusu olduğunda kendi evinin içindeki çözülmemiş sorunlarını çeşitli anlaşma ve imtiyazlar yoluyla komşularının, yani Mağrip ve Doğu Avrupa ülkelerinin bahçesine süpürüyor. Vizesiz Avrupa hayaline yıllar sonra ulaşma umudu taşıyan Türkiye de bu konuda hâlihazırdaki tüm yetersizliklerine rağmen mevcut anlaşmaya imza atmayı kabul ediyor. Realpolitik`in, sinik başarıların, “Win-Win“ anlaşmaların daimi kaybedeni yersiz, yurtsuz kalmış mülteciler oluyor. Çünkü bu gibi anlaşmaların sonuçları Courage Aigbedionlar, Festus Okeyler ve tel örgülerle çevrili sınırların arasında, mayınlı bölgelerde, Akdeniz`de, Ege`de yitip gidenler için hep “Lose-Lose“ (Kaybet-Kaybet) oluyor; onlar hep kaybediyor yalnızca öldükleri topraklar değişiyor.[xiv]


[i] “EU-Grenzschutz drängt Flüchtlinge ab”, Handelsblatt, 17.10.2013, http://www.handelsblatt.com/politik/international/drama-von-lampedusa-eu-grenzschutz-draengt-fluechtlinge-ab/8948890.html (son erişim: 09.12.13)

[ii] “EU treibt Tausende Bootsflüchtlinge zurück nach Afrika”, ARD, 05.10.2009, http://www.swr.de/report/presse/-/id=1197424/nid=1197424/did=5455466/1uaoon2/index.html (son erişim: 09.12.13)

[iii] Barnaby Phillips, “Greek facists clash with immigrants”, Al-Jazeera, 04.12.2010, http://www.youtube.com/watch?v=enyQYID5KV4 (son erişim: 09.12.13)

[iv] “Debatte um europäische Flüchtlingspolitik”, Euronews, 08.10.2013, http://de.euronews.com/2013/10/08/debatte-um-europaeische-fluechtlingspolitik/(son erişim: 11.12.13)

[v] “Asylpolitik: EU-Kommisarin kritisiert Bierzelt-Aussagen aus Deutschland”, Spiegel Online, 08.10.2013, http://www.spiegel.de/politik/ausland/eu-innenminister-ziehen-keine-konsequenzen-aus-drama-vor-lampedusa-a-926811.html(son erişim: 11.12.13)

[vi] Süleyman Kaya, “Yabancılar şube`nin misafirleri zehirlendi”, Radikal, 29.08.2011 http://www.radikal.com.tr/turkiye/yabancilar_subenin_misafirleri_zehirlendi-1061720 (son erişim: 09.12.13)

[vii] Tuncer Köseoğlu/Bünyamin Demirkan, “Açız, işkence görüyoruz”, Taraf, 14.10.2008, http://www.taraf.com.tr/haber/aciz-iskence-goruyoruz.htm (son erişim: 10.12.13)

[viii] Halim Yilmaz, “Türkiye`de Suriyeli Mülteciler –Istanbul Örnegi: Tespitler, Ihtiyaclar ve Öneriler”, 2013, Insan Haklari ve Mazlumlar Icin Dayanisma Dernegi - MAZLUMDER Istanbul Subesi, http://www.durde.org/wp-content/uploads/2013/09/suriyeli_multeciler_raporu_2013.pdf (son erişim: 11.12.13)

Issio Ehrich, “Visafreiheit für Türken: Europas unverschämtes Angebot”, n-tv, 05.12.2013, http://mobil.n-tv.de/politik/Europas-unverschaemtes-Angebot-article11856401.html (son erişim: 09.12.13)

Türkiye`deki Suriyeli mülteci sayısı hakkında kaynaklardaki bilgiler kesinlik taşımamaktadır. Ancak yukarıdaki iki farklı kaynağa göre 500-600 bin civarında olduğu düşünülmektedir.

[ix] https://eksisozluk.com/suriyeli-siginmacilar--3488850 (son erişim: 11.12.13), http://www.itusozluk.com/goster.php/suriyeli+m%FClteciler/sayfa/1(son erişim: 11.12.13)

[x] “Çiğli`ye mülteci kampı kuramazsınız”, Milliyet, 22.08.2012, http://www.milliyet.com.tr/-cigli-ye-multeci-kampi-kuramazsiniz-/ege/haberdetay/22.08.2012/1584301/default.htm (son erişim: 11.12.13)

[xi] “2012 Türkiye Iltica Hakki Izleme Raporu”, İnsan Hakları Araştırmaları Derneği, Ankara, Mart 2013, http://www.ihad.org.tr/file/reports/2013/2012iltica.pdf, s. 30 (son erişim: 09.12.13)

[xii] İdil Engindeniz/Gözde Aytemur Nüfusçu, “Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Dil: Mayıs-Ağustos 2013”, Hrant Dink Vakfı, http://www.nefretsoylemi.org/rapor/mayis-agustos-rapor-final.pdf, s. 28 (son erişim: 11.12.13)

[xiii] Jürgen Gottschlich, “Die unsichtbare Mauer”, taz, 17.10.2013, http://www.taz.de/!125713/ (son erişim: 09.12.13)

[xiv] 2012`de Nijeryalı Courage Aigbedion sokakta beş Türk genci tarafından dövülmüş, 21 gün boyunca komalık halde Kumkapı`daki misafirhanede bekletildikten sonra götürüldügü hastanede hayatını kaybetmişti. Baska bir Nijeryalı Festus Okey de 2007`de Beyoğlu`ndaki bir karakolda polis kurşunuyla öldürülmüştü. Bkz: Eyüp Serbest, “Ölüm nedeni AIDS`miş”, Hürriyet, 01.02.2013, http://www.hurriyet.com.tr/planet/22491240.asp (son erişim: 09.12.13)