Cemaat-AKP Çatışması: İktidar İçin Bir Devrin Sonu mu?

Bu yazının son bölümü yazılırken, the “Cemaat” ile “Milli Görüş” çekirdekli AKP kadroları arasında başlayan kıran kırana savaşın ikinci etabı başlatılmış; Başbakan Erdoğan, partisinin genişletilmiş İl Başkanları toplantısında Cemaat’e yönelik beklenen genel karşı taarruzunu “vatana-millete ihanet” bayrağı altında yürüteceğini ilan etmişti.

Birikim’in bu sayısının okura ulaşmasına kadar geçecek iki haftaya yakın süre içinde “AKP’nin vatan hainlerine karşı” bu taarruzda, cemaatin 2004 MGK kararını faş ederek ve 17 Aralık tutuklamaları ile AKP merkezine attığı bombalara herhalde ilk karşılıklar verilmiş olacak ve bu saldırının gürültüleri arasında muhtemel yeni savaş kabinesinin ilanı ve “şüpheli” üç bakanın istifası epeyce geride kalmış olacak belki de.

Ama o kadar da değil. Çünkü, istifa eden bakanlardan biri, AKP’nin o pek övündüğü inşaat işlerinden sorumlu bakan E. Bayraktar’ın, tam da Recep Tayyip Erdoğan, Cemaat’e karşı “vatan hainleri”ne hücum bayrağıyla savaş açıyorken; “aslında istifa etmesi gereken Başbakandır” diye ilan ederek milletvekilliğinden de ayrılarak çekip gitmesinin “anlamı ve önemi” herhalde hâlâ gündemde olacaktır.

Bakanın Başbakanını istifaya davet ederek gidişi AKP cephesinin krizin başından beri iddia ettiği “belgeler ve yolsuzluk soruşturması bahane, hükümete karşı komplo ve vatana ihanet söz konusu” tezinin zaten pek zayıf olan inandırıcılığı ve meşruiyeti üzerine gayet yoğun bir gölgeyi de düşürmüş oldu. Böylece AKP’nin, Recep Tayyip Erdoğan’ın karşı taarruz ordusunun ayakları daha başlarken çamura batmış oldu.

Bu saldırının ve savaşın önümüzdeki yaza kadar kısa vadede sonuçları ne olabilir; nesnel olarak bakıldığında ancak bir Pirus zaferi umabilecek AKP bu hedefine bile ulaşabilir mi; yoksa rakiplerinin güç ve ustalığından ziyade, şu son birkaç yıldır defalarca örneği olan küstah basiretsizliğini bir kez daha kanıtlayarak dağılmanın, çatlamanın eşiğine mi gelir; şimdiden bilemeyiz. Ama bu sonuçlardan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin; şurası kesindir ki Gezi İsyanı ve 17 Aralık’la hatırlanacak 2013 yılı, Türkiye tarihinde bir kavşak noktası, bir dönemin sona eriş tarihi olarak kaydedilecektir.


Kasdettiğimiz “AKP dönemi” değildir. Elbette onu da, ama onun berisinde on yılı aşkındır temsil ettiği Türkiye’nin yüz yıllık “muhafazakâr modernist” geleneğin ve onun tarihsel rakibi olan İttihatçı-Kemalist çizginin de yer aldığı, bunların arasındaki devlet-iktidar mücadeleleri ile geçmiş bir dönemin sona erişinden bahsediyoruz. Özetle 2013 yılıyla birlikte, Türkiye’nin devraldığı tarihsel-kültürel mirasın özgüllükleri ile bulanmış modernleşme sorunsalı bağlamında üretilmiş –sonuncusu AKP olan– alternatiflerin tükenişiyle bu dönem –fiilen değilse de– sona ermiştir. Olabileceği kadar modernleşmiş Türkiye, şimdi on yıllardır içine sürüklendiği postmodern çağa yüzünü dönerek, artık kendini ve sorunlarını bu problematiğin özgün verileri ve ufku içinde düşünme ve böylece alternatifler, düşünme ve davranış mecraları oluşturma dönemine başlamıştır.

Türkiye’nin postmodern problematiğinin siyasal-toplumsal düşünce ortamımızın merkezine gelişi, “Cemaat” ve Milli Görüş odaklı kapışmanın koyulaştırdığı toz dumanın ister istemez dağılacağı en geç önümüzdeki ilk genel seçimin sonrasında olacak, muhtemelen. Yeni –postmodern– merkezî problematiğimizin tartışılmaya başlanmasıyla teşekkül etme sürecine girecek olan taraflar, şüphesiz önceki dönemin izlerini taşıyarak, pörsümüş ve çatlamış olsa da oradan edindikleri düşünme kalıpları ve kimi önyargıları barındıran dağarcıklarıyla gelmiş olacaklardır. Ama eğer dikkatimizi o yeni problematiğe çevirecek belirlemeler ve sorular yeterince güçlü, ilgi ve umut uyandırıcı olabilirse, taraflar eski saflaşmayı çaprazlama kesen bir doğrultuda pekâlâ teşekkül edebilecektir.

Ancak, her ne olursa olsun yeni problematiğin en azından ortalama bir “verimlilik”te olmasının siyasal kültür ve geleceğimizde bir “aşama” olabilmesinin ilk koşulu, geride bıraktığımız dönemin “bitmiş olan”ın ne olduğunun kavranılmış olmasıdır, bunun bilincidir.

O nedenle bu yazıda söz konusu bitişin genel hatlarıyla bir manzarasını çizmeye, bu manzaranın başlıca aktörlerinin bariz tükeniş alametlerini göstermeye çalışacağız.


Elbette ki daha 1990’ların başlarında Türkiye dünya ölçeğinde içine girilen postmodern dönemin etkilerini yaşamaya başlamıştı. Ancak siyasal düzeninde ve düşünce dünyasında belirleyici olan hâlâ yüzyıllık Türkiye modernleşmesinin henüz bitmemiş hesaplaşmaları idi. Gerçi, 1990’ların ortalarına kadar iktidar olan ANAP hem siyasal dilini o hesaplaşmanın jargonundan olabildiğince arındırarak ve “siyaset yapma”yı süpermarket mantığına uyarlayan tutumuyla siyasal ortamımızda ilk postmodern tezahür olarak görülebilse de; onun çözülüş ve çöküşüyle eşanlı olarak İslâmî modernleşmenin siyasal akımı ve partisi olarak MNP ve MSP’nin uzantısı olan Refah Partisi’nin “birdenbire” ciddi bir oy yükselişi ile siyaset sahnesinin ortasında belirivermesi, kadim modernleşme problematiğimizin bir nihai hesaplaşma gerilimiyle yüklü olarak bir kez daha canlanmasını tetikledi.

Görünüşte, daha doğrusu İttifakçı-Kemalist cenahın sözcülerinin çizdiği tabloda sanki 1920’li ’30’lu yıllara yeniden dönülmüş gibiydi. Onlara göre tek fark bu kez “gerici-şeriatçı”ların iktidarı/devleti ele geçirmeye çok daha fazla yaklaşmış olmalarıydı. O nedenle “Tehlikenin Farkında Olmaya” çağıran sloganlarla kamuoyunu harekete geçirmeye uğraşıyorlardı.

Oysa ortada çok daha büyük bir fark vardı. Bir bakıma adeta terazinin kefelerindeki yerleri değişmiş gibiydi. 12 Eylül darbesi, dönemi ve yaptığı Anayasa ile vaktiyle kendisine atfedilen “ilerici” sıfatından tamamen sıyrılıp gerçek, “modern sağcı” kimliği apaçık ortaya çıkan İttihatçı-Kemalist cenahın merkezî gücü Ordu ve onun etrafında kümelenenler, “tarihi düşman-rakip”lerinin o tarihe kadar ve şimdi de seçim kurumu sayesinde yol aldıklarını bilerek bunu ketleyecek –darbe dahil– her tür anti demokratik düzenlemeye teşne bir mantık ve konuma yerleşmiş; oradan mücadele veriyorlardı.

Buna mukabil, önceki dönemleri “gerici, şeriatçı” sıfatlarıyla yaşamış olan geleneğin haldeki temsilcisi olan Refah Partisi; “adil düzen” sloganı ve programıyla, şehirli alt-orta kesimden aldığı büyüyen destekle, iyi eğitimli genç –özellikle kadın– taraftarlarının giderek artan sayısı ve dinamizmi ile, harekete bağlı Hak-İş’in sendikal platformlarda, entellektüellerinin fikri tartışmalardaki performansı ile adeta “ilerici” rolünü devralmış bir görüntü vermekteydi.

Herhalde bundan dolayı, geçmiş dönemlerde kendisine en gözde sıfat olarak “ilerici”liği yakıştıran İttihatçı–Kemalistler, şimdi “laikliğin savunucuları” sıfatına sığınmaktaydılar. Pejmürdeleştirdikleri “ilerici”likleri, o acınası biçimselliğine indirgenmiş bir “çağdaş yaşam tarzı”ndan ibaret kalmıştı. Siyasal düzen bahsinde modern siyasetin ölçüt ve değerleri ışığında bakıldığında “gerici”(leşmiş)ten başka bir sıfat verilemezdi onlara.

Bir ara özet yapalım. Türkiye modernleşmesinin 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın ilk çeyreği koşullarında içeriklenmiş/şekillenmiş olan problematiği içinde, o dönem “maddi” koşulları, fikri ortamı bağlamında “ilerici” ve “gerici” sıfat ve konumuna layık addedilen taraflar, o devirden bu yana hem dünya ve Türkiye koşullarındaki değişim ve dönüşümlere tâbi olarak ve ayrıca –daha da önemli olarak– kendi düşünsel iç evrimleri neticesinde sanki bir diyalektik “yasa”sını doğrularcasına sıfat ve rollerin karşılıklı değiştiği bir bükülme noktasına varmışlardır. Tarafların birlikte şekillendirdiği bu trendin o bükülme noktasında rol ve sıfatların değişmesi, bu görüntü karşısında Marx’ın üretim tarzlarının dönüşümü hakkında söylediklerini hatırlamamak olmaz. O, mealen “hiçbir üretim tarzının kendi iç imkânlarını tüketmeden tarih sahnesini terk etmeyeceği”ni söylemişti.

Bu tespitin problematikler için de geçerli olduğunu görüyoruz böylece. Türkiye’nin modernleşme problematiğinde 1980’lere kadar İttihatçı-Kemalist varyant “ilerici” olarak neyi ancak yapabilirse onu yapabilmiş, böylece bu rolünü/işlevini “tüketip”, öbür rolüne hazır hale gelmişti. 1980’lerden 1990’ların ortalarına kadar süren trendin bükülme evresinin sonunda tarihsel karşıtı –bir bakıma düşman ikizi– o zamana kadar “gerici” konum ve işleviyle yapabileceklerini –en son o unutulmaz Sivas/Madımak katliamındaki tutumuyla da– tamamlayıp “tüketmiş” olarak, bu kez Türkiye modernleşme problematiği içinde “ilerici” rol ve işleviyle yapabileceklerini “tüketmek” üzere tarih sahnesine çıkmakta idi.

Sahne 1994 seçimleri ile açıldı. Ancak dindarlık ve muhafazakârlık ile “ilericiliğin” oksimorondan başka bir şeye pek benzemeyecek birlikteliği nedeniyle –günümüz AKP’sinin içinden doğduğu– Refah Partisi ve etrafındaki hareket, anti-demokratlığını, siyasal gericiliğini de yüzyıllık kibriyle pekâlâ taşıyabilen rakip cephe –ve özellikle onun çekirdeğindeki Ordu– karşısında, onların tepe tepe kullanmaya alışkın oldukları saldırgan, hesaplaşan bir dil, üslup ve insiyatif kullanmaktan uzak duruyordu. Demokratikleşmenin “malzeme deposu”ndan kendi pozisyonunu savunabilmekle sınırlı olarak seçtiği alet edevattan oluşan “ilericiliği”nden Orduyla bir uzlaşma, kalıcı bir icazet sağladığında derhal soyunmaya hazırdı. Nitekim 1996 yılındaki ünlü Susurluk skandalıyla Ordu yörüngesindeki devletin çürümüşlüğünün perdesi aralandığında, mevcut hükümetin büyük ortağı olarak RP, apaçık bir yaranma tavrıyla davranmayı seçip, olayı önemsizleştirmeye ve böylece Ordudan aferin alıp, kalıcı bir icazet koparmayı denedi. Ancak bu süfli tutum, karşısındaki kibirli muhatapların daha da küstahlaşmasından başka bir sonuç vermedi. 27 Şubat postmodern darbesi, o uzlaşma yaltaklanmasının akıbetini tescil etti sadece.

2002’de AKP, yaranmaya çalışmanın boşunalığının farkında ama “uzlaşma”ya gayet açık bir yaklaşımla iktidara geldiğinde; ilerici işlev/görüntüye ağırlık vermenin önemini kavramış bir yaklaşımla işe başladı. 2007’deki “Çankaya meydan savaşı”nda geri çekilmeyerek tutunduğu mevzileri korumayla kazandığı “zafer”e gelinceye kadar, tarihsel rakibi İttihatçı-Kemalist cephe ile –onların ısrarlı kışkırtmalarına rağmen– polemiğe girmekten hep kaçındı; eleştirilerini sezeniş düzeyini aşmayacak bir doz ve üslupta tutmaya dikkat etti. Bu “ılımlı” ve –özellikle 11 Eylül 2001 şokunun telaşındaki– ABD ve AB’nin “muhafazakâr demokrat” tipolojisine oturan tutumuyla onlardan sağladığı destek ve teşvikle “arkasını sağlama aldığı” için 2007’deki “nihai muharebe”de rakipleri onu geriletemediler. Zaten rakipleri de bu destek ve teşvikten ötürü cesaret ve cüretleri epeyce kırık olduğu için umutsuz ve zayıf birkaç geciktirici hücum gösterisinden sonra bozgun halinde geriye kaçıp meydanı AKP’ye ardına kadar açmış oldular.

Muhafazakâr-dindar modernliğin ilericiliği de ancak buraya kadar olabilirdi. Bu noktada da o zaten güdük olan yön/işlev tüketilmiş oldu. 2007 seçimlerinden 2011 seçimleri arefesine kadar, yüzyıldan fazladır süren tarihsel mücadelenin kendi zaferiyle sonuçlandığı tescil muameleleriyle, bilanço dilinin/ideolojisinin resmileştirilmesiyle ve elbette teslim alınan devlet aygıtının kendince temizlenmesi ve reorganizasyonuyla uğraştı esas olarak. “Mağlup”ların cezalandırılması ve onların 2002’de hükümete geldiklerinden beri bilip, yıllarca bilmiyormuş gibi davrandıkları darbe hazırlık dosyalarının kapağının açılması da şüphesiz ihmal edilmedi.

Tarihsel rakibinin siyasal mücadele sahnesinden arada bir şamarlanarak süklüm püklüm çekilmesiyle Türkiye’nin yüzyıllık modernleşme macerası ve problematiğinin ömrü tamamlanmış, içeriği fiilen boşalmıştı. Sonucu özetleyen AKP iktidarının ve başlıca muhalefet parti ve akımlarının önünde şimdi yeni bir perspektifin oluşturulması ihtiyacı ve sorunu vardı. Ancak hepsi de ömrünü tamamlayarak sönmüş, sadece kalıntıları ortada sürüklenen o yüzyıllık problematik içinden türetilmiş kalıplarla düşünüp davranabilen bu öznelerde ne yenilik ne de yenilenme enerjisi ve dinamizmi vardı.

Bu yoksunluk, siyaset alanında tuttuğu yerin haddinden fazla büyüklüğü/şişkinliği nedeniyle bilhassa AKP’de göze çarpmaktaydı. Bu haliyle ve muhafazakârlığın o “ideal”i geçmişte arama dürtüsüyle, premodern fütuhatçı tahayyülün modern ekonomi mitiyle yarım yamalak harmanlandığı bir “Yeni Osmanlıcı” kimlikle “dış politika”ya hamle ederken, bunun iç politikaya adaptasyonu da otoritarizme kayma oldu.

Birikim’de daha 2011 seçimleri arefesinden beri dikkati çektiğimiz bu olgu ekseninde AKP’nin iç ve dış politika alanında yaptıklarının dönemsel analizleri dergi yazarlarının o tarihten bu yana yazdığı pek çok makalede yapıldığı için, burada sadece referans vermekle yetinelim.

Bu yazının girişinde de belirttiğimiz üzere Cemaat ile AKP üst kadrosu arasında yıllardır alttan alta sürmekte olan itişmenin, ardarda sarsıntılarla nihayet “kılıçların çekilip”, açık savaş durumuna dönüşmesiyle, Türkiye tarihinin yeni bir dönemi, kısa bir süre sonra oluşacak yeni sorunsalının şekillenme süreci başlamıştır.

Hemen belirtelim ki, halihazır siyasal aktörlerin kenardan seyrettikleri ve oradan sadece AKP’nin göreceği zararın, zayiatın hesabına oturdukları bu savaşın şimdiki tarafları, yani Cemaat ve AKP (Milli Görüş) kadrosu, söz konusu yeni problematik ile oluşacak saflaşmanın odaklarını teşkil etmeyeceklerdir. Bu “savaş”tan maddi olmaktan çok moral ve fikri açıdan daha az yıpranmış olan taraf, oluşacak yeni problematiğin bir odağı olabilecektir elbette.

Kısa vade çerçevesinde bakıldığında AKP, milyonlarca tarafları ve devlet/iktidar olmanın verdiği güç ve imkânlarla çok daha avantajlı gözükebilmektedir.

Ancak; kamuoyuna yansıyan kısmıyla, –yıllardır alttan alta sürmesi bir yana*– önce AKP liderinin Cemaatin can damarlarından biri olan dershaneleri kapatma kararlılığını ilan etmesiyle başlayıp, ardından Cemaat destekli olduğu bir gizli MGK kararı ve uygulama belgelerinin yayımlanması ile karşı hamlesi yapılıp, AKP liderliğinin tasfiyeden vazgeçmeyeceği izlenimi edinilince 17 Aralık tutuklamaları “kılıçların çekilmesi” eşiğini geçen bu mücadelede Cemaat’in sahip olduğu kozların asla küçümsenmemesi gerekir.

Bunu derken, Recep Tayyip Erdoğan’ın Cemaat’e karşı açtığı “savaş”ın dozunu en üst perdeye çıkararak, bunun “vatanın ve milletin istiklali” için verilecek bir savaş olacağını ilan eder sözleriyle yarı açık ima ettiği “Cemaati destekleyen, onunla komplo ortaklığı yapan” dış güçleri falan kasdediyor değiliz asla.

Halihazır savaşı böylece nitelemek, AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsen de fiilî gereklerini yerine getiremeyeceği bir hamaset diskurundan başka bir şey değildir. Ayrıca günümüz Türkiye’sinin vardığı sosyo-ekonomik büyüklük ve boyutlar zemininde, “dış güçler”in devreye girmesiyle kazanılacak bir içerikte değildir bu savaşın konusu. O nedenle Cemaatin gerçek, kurgusal veya demogojik “dış destek”leri bahsine girmenin bile gereği yok.

Cemaatin sayıca AKP örgütü ve onun devlet bürokratik aygıtındaki “adamları”nın miktarı ile kıyaslanamaz azlıkta olsa da zihnî donanım ve becerilerinin yanı sıra adanmışlık düzeyleri ile dikkat çeken kadroları ihmal edilemez bir “koz”dur. Bu kadro, orta ve uzun vadeli hesap ve stratejiler içinde çalışabilmenin sabrı ve dayanıklılığına sahip olduğu gibi gerektiğinde kadife eldiven içindeki demirden el gibi hareket edebildiğini de kanıtlamıştır yakın tarihte. Hükümetin Kürt politikasına muhalefetini hangi noktalara kadar götürebildiğini, şu malum MİT krizinde ve BDP’li vekillerin hapisten çıkarılmasına nasıl inatla engel oldukları vesilesiyle tanık olduğumuz gibi, “hesabını görmek” istedikleri Ahmet Şık, Nedim Şener, Hanefi Avcı, Büşra Ersanlı ve daha birçok kişiyi, emniyet ve yargıdaki kolları ile nasıl insafsızca gerekçelerle tutuklayıp gözdağı verebildiklerini unutmamak gerekiyor.

Ancak “Cemaat”in kozları” bahsinde asıl işaret etmek istediğimiz nokta, onların yakın vadede şekilleneceğinden söz ettiğimiz Türkiye’nin yeni/post modern problematiğine hayli öncesinden beri fikren yatkın ve hazırlıklı oluşlarıdır. Bu orta vadede, oluşacak problematiğin –kestirmeden, kabaca ifade edecek olursak– sağ kutbunun teşekkülünde belirleyici olabilecek bir “nitelik”tir. Az önce dipnotta referans verdiğimiz 1995 tarihli yazıların ilkinde “postmodern bir dinî hareket” olarak tanımladığımız “Cemaat”, gittikçe arkaikleşen otoritarist tutumuyla Recep Tayyip Erdoğan ve partisinin özellikle Gezi isyanı ve “17 Aralık süreci”ndeki tavrıyla gayet ciddi bir moral prestij ve karizma kaybına uğradığı da gözönüne alırsa, birkaç yıl saldırılar karşısında gayet iyi bildiği direk gibi değil saz gibi “durma”yı başarırsa... AKP’nin dağılmasına yol açabileceği gibi, onun boşalttığı yere talip olacak oluşumun “maya”sı işlevini de görebilir.

Problematiklerin tarihsel trendinden, bunların iç evrimindeki diyalektikten epeyce bahsettik yine böylece bitirelim bu yazıyı.

AKP, temsil ettiği dindar/muhafazakâr modernleşme çizgisiyle Türkiye modernleşmesi içindeki bir mecra olduğu gibi; dünya tarihi ölçeğinde ele alındığında da İslami zihniyet ve modernleşme problematiği içinde teşekkül eden “siyasal İslamcı”lığın bir varyantı pozisyonunda idi. Bu siyasal İslamcı akım, 1970’lere kadar tüm Müslüman çoğunluklu ülkelerde bizim İttihatçı-Kemalistlerimize az çok benzetilebilecek –İran’da Rıza Şah’tan, Afganistan’da Zahir Şah’tan başlatılıp, Arap ülkelerinin çoğunda Baas ile, Tunus’ta Burgiba rejimi, Filistin’de El Fetih Cezayir’de FNL ile temsil edilen– milliyetçi modernist akım ve rejimlerin insiyatifi veya baskısı altında kaldıktan sonra, onların güç ve prestij kaybından da yararlanarak hızlı bir yükseliş ve güçlenme ile, bu ülkelerde iktidarı değilse bile insiyatifi ele geçirmişti, 1970’lerden itibaren. İran İslam Devrimi gibi en iddialı olanları başta olmak üzere bütün –sosyalist, liberal– varyantları ile kapitalizm ve modernleşmeye karşı bir alternatif oldukları tezi ile de “mücehhez” idiler.

Doruk noktasına 1980’lerin sonunda varan, bu noktadaki sonuçları 1990’larda gözle görülebilen bu yükseliş dalgası içinde AKP’nin içinden geldiği “Milli Görüş” akımı da vardı.

O sonuçlardan apaçık görünen bir gerçeklik varsa “Siyasal İslam”ın modernlik ve kapitalizme karşı gerçek bir alternatif üretmesinin söz konusu olamayacak derecede zayıf bir ihtimal oluşudur. Modernlik ve kapitalizm ile olabildiği kadar sembiyotik bir ilişkilenme olabilirdi ancak. Bu gerçeği kabullenmenin Uzak Doğu’daki örneği Malezya rejimi, Yakın Doğu Akdeniz havzasında ise İran İslam Cumhuriyeti ile AKP iktidarıdır.

Bu, başlangıçtaki iddialılık düzeyine kıyasla bir hayli umut kırıcı, kötümser bir sonuç ve gerçekliktir. Siyasal İslam paradigmasının böylece sönükleşmesinin yarattığı öfkeli, hınçla yüklü reaksiyonu ise 1990’lardan itibaren zuhur eden “İslami terör” odakları ile, “eski” Türkiye Hizbullah’ının ve El Kaide uzantılarının bu ülkedeki eylemleriyle, 11 Eylül “zirve”siyle ve yanıbaşımızdaki Suriye’de El Nüsra IŞİD’in vahşet gösterileri ile halen bile izliyoruz.

AKP elbette bu terör örgütleriyle gayet mesafeli ve az önce işaret ettiğimiz “gerçeklik” zemininde yer almaktadır. Böyle olmakla birlikte, düşünsel kök ve kaynakları o örgütlerle paylaştığı aynı –Siyasal İslam– paradigması içindedir.

Bir ucunda ancak “inşaat ya Resulullah” duasıyla sağladığı maddi zenginlikle övünme düzeyinden konuşabilenlerin, öteki ucunda nefret ve vahşetle yüklü oluşunu iftiharla teşhir edenlerin yer aldığı bu fikren ve moral olarak çökmüş paradigmanın içinde yer almış ve oradan kurtulamıyor olmanın ağırlığıyla AKP’nin ne denli otoriterleşse ve sözde “İstiklâl Savaş”ları açsa da “tek parça” olarak yürüyebileceği fazla bir yol olamayacaktır.


* Gülen Cemaati ile AKP çekirdek kadroları arasındaki dindar-muhafazakâr yaklaşım bazındaki ciddi farkları, çatışma noktalarının ve her iki tarafın siyasal hedef ve stratejileri arasındaki uyumsuzlukların başlıcalarına işaret eden bir “erken hatırlatma” yazısı için Bkz. Ömer Laçiner, Birikim, Ağustos 1995, (76) ve Eylül 1995 (77).