Yolda Çakılmak mı, Yeni Bir Yol Aramak mı?

Türkiye'nin AB'ye katılmasına her türden ("sosyalist", Kemalist, dinci, faşizan) deklare nasyonalistin yanı sıra -ÖDP'nin bir kanadı hariç- sosyalist sıfatını taşıyan parti ve hareketlerin hepsi karşı. Diğerleri gibi, bu sosyalistler de karşı olma gerekçelerinin ve argümanlarının hemen tamamını AB'nin bir Avrupa emperyalizmi projesi olduğu tezinden türetiyorlar.

Milliyetçi cenah bu emperyalizmin milli 'devlet, ekonomi, ahlak ve kültür'e vereceği zararlardan, milli bağımsızlığımızı yok edeceğinden bahsederken; bu noktalara değinmeyi de ihmal etmeyen o sosyalistlerin anti-emparyalist diskurlarının gerisinde ise, AB'ye katılmış bir Türkiye'nin kendi "devrim" imkan ve dinamiklerinin önüne set çekilmiş olacağı fikri (kaygısı) kıpırdayıp duruyor.

Bu fikrin, kaygının kaynağında, işçi-emekçilerin kendilerine göreli bir refah düzeyi, sosyal ve hukuk devleti imkanları sağlandığı ölçüde devrim-sosyalizmden uzaklaştıkları, "kurulu düzen"e entegre olmayı yeğledikleri "gerçeği" uzanır. Ve yaklaşık yüz yıldır o bildik, "geleneksel" sosyalist tanım ve düşünüş biçimi bu gerçeği değiştirememenin, onunla baş edememenin sıkıntısı içindedir. Bu çok ciddi sıkıntının "yönlendirmesi"yle aslında en ileri kapitalist toplumlar üzerinden tasarlanan, önce buralarda gerçekleşeceği varsayılan Marksist "bilimsel" sosyalizm teorisi, zamanla revize edilerek devrim-sosyalizm imkan ve dinamiklerini çok daha "geri" toplumlarda bulan bir teoriye "dönüştürülmüş"tür fiilen. Bugün sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada kendilerine "bilimsel sosyalist" diyen hareketlerin hemen tamamı bu teoriden türetilmiş varyantlardır ve tümü de işçi-emekçilerine belirli bir refah düzeyi sağlayabilmiş -örneğin AB'nin kurucu üyeleri, ülkelerde bir devrim- sosyalizm ihtimalinin olmadığı, kalmadığı kanısını paylaşıyorlar.

Refah "devrim"i köreltir mi?

Dolayısıyla, bu düşünüş sahipleri, eğer Türkiye de AB'ye katılır ve buraya -Türkiye'nin durum ve düzeyine benzer haldeyken sonradan katılan İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi, dikta rejimlerinin kalıntılarını tasfiye etmiş, ciddi bir refah yükselişi sağlayabilmiş bir ülke-toplum haline gelirse, burada da bir "devrim"in, sosyalizmin imkan ve dinamiklerinin o oranda köreleceğini varsayıyorlar.
 

Çünkü, bunlara göre devrim-sosyalizm, ancak ağır iktisadi sömürü ve yoksulluktan bunalmış, demokratik haklarından yoksun ya da kısıtlı işçi-emekçilerin varlığında, onların ayaklanmasıyla mümkün olan meşruiyetini, enerjisini, dinamizmini bu koşullarda bulan bir şeydir. Dolayısıyla Türkiye'nin yıllardır içinde debelendiği, şu krizden krize yuvarlanan iktisadi durumu, artan yoksullaşma hali, şu pespaye devlet ve siyasal düzeni sürüp gittikçe devrim ve sosyalizm için "bir ihmal" var diyebiliriz. Ama eğer Türkiye orta vadede, beş-on yıl sonra AB'ye tam üye olabilir gibi gözüküyorsa, bu beklenti dahi o ihtimalin dağılmasına yetebilecektir. Çünkü bu düşünüşün sahiplerine göre, sosyalizmin, devrimin güya "özne"si saydıkları işçi-emekçileri bu amaç için "motive" edebilen tek veya asli saik iktisadi çıkar ve refaha erişimdir. Bu yüzden de sosyalizmin-devrimin propagandasını onların bu saiklerine seslenerek, kamçılayarak yapagelmişlerdir. Dolayısıyla da işçi-emekçilerin, o saiklerini doyurabilmiş, bir toplumda bunun emperyalizmle sağlanıp sağlanmadığına pek bakmayıp sosyalizmden, devrimden yüz geri edivermeleri olgusu karşısında çaresizdirler.

Yeni bir yaklaşım ihtiyacı

Adını ve tarihsel iddiasını-kapitalizmi aşmayı gerçekten ciddiye alan hiçbir sosyalist bu "çaresiz"liği sineye çekerek ayakta duramayacağının kesin bilincinde olmak zorundadır. Bu bilinç ise o çaresizlik duygusunun, -bir önceki paragrafın başında özetle ifade edilen sosyalizm tanımı ve mantığında saplanıp kalmış olmanın kaçınılmaz sonucu olduğu bilgisinden hareketle oluşabilir ancak. Bir başka deyişle, ağır iktisadi sömürü, yoksulluk teması üzerinden inşa edilmiş bir sosyalizm tanımı ve mantığının yerini refah-tüketim toplumundaki insan, "insanlık durumu" temasını eksenine almış bir sosyalizm tanımı ve mantığı almalıdır. Bu emperyalist refah-tüketim toplumları "gerçeği" karşısında çaresiz kalıp oradan yüz geri edip devrim-sosyalizm imkanını "geri" toplumlarda arayan bir yaklaşımdan sıyrılıp, devrim ve sosyalizm imkanını bizzat emperyalizmin refah - tüketim toplumlarının merkezinde yaratmayı -yeniden- deneyecek bir yaklaşım için uğraşmak demektir.
 

O halde tarihsel bir karar anında, bir yol ayrımındayız. Şu sıralarda Türkiye'nin AB'ye katılmasını olumlayan "bir avuç" sosyalistle, onlara karşı o bildik anti-emperyalizm diskurlarının beylik argümanlarıyla saldıran "geleneksel sosyalist" varyantlar arasındaki tartışma bunun başlangıcı olabilir ve olmalıdır da. Eğer bu tartışma, AB'ye katılmanın ne getirip ne götüreceği gibi -başkalarının da yaptığı, yapacağı- spekülasyonları bir yana bırakıp; emperyalizm ve kapitalist refah-tüketim toplumu karşısında çaresizliğin ve yenilginin mührünü taşıyan, bunu inanç ve mantığına kazıyarak şekillenmiş olan geleneksel sosyalizmin sorgulanması zeminine oturtulur; geleneği muhafaza ve bunda ısrar edenlerle sosyalizmi yeniden ve kapitalizmi aşma perspektifiyle tanımlamaya kararlı olanlar arasındaki -artık netleşmesi gereken-ayrım ortaya konulabilirse konulabildiği oranda tarihsel bir adım atılmış, önümüze aydınlık ve heyecan yüklü bir ufuk açılmış olacak.

Radikal İki, 23.6.2002