1 Mayıs, Egemenlik ve Olağanüstü Hal

1 Mayıs dolayısıyla yapılması planlanan kutlama ve anma törenlerine iki yıldır damgasını vuran İstanbul valisi Muammer Güler’in, bu seneki olayların ardından yöneltilen eleştiriler karşısında kendisini “kanunun [kendisine] verdiği yetkileri kullandığı” gerekçesiyle savunması pek çoğumuza inandırıcı gelmemiş olabilir[1]. Oysa bu, eleştirileri savuşturmak için başvurulmuş basit bir gerekçe değil. Vali, gerçekten de kendisine tanınan yetkileri kullanmıştır. Ancak burada önemli olan, bu yetkilerin nasıl yetkiler olduklarını, hangi yasal çerçeve içerisinde oluşturulduklarını ve nelere olanak tanıdıklarını anlayabilmektir. Kamuoyunun dikkate değer bir kısmının Güler’i orantısız güç kullanımına ve insan haklarını ihlal eden müdahalelere izin vermesi nedeniyle eleştirdiği bu durumda, ne tür yetkilerden söz edilmektedir?

Bu sorunun yanıtını Carl Schmitt’in Siyasi İlahiyat kitabındaki ilk metinde bulabiliriz. “Egemenliğin Tanımı” başlıklı bu metnin, konuyla az çok ilişkili kişilerce iyi bilinen ilk cümlesi, “[e]gemen[in] olağanüstü hale karar veren” olduğunu bildirir (2005: 13). Schmitt, burada söz edilenin herhangi bir olağanüstü hal kararnamesi veya bir sıkıyönetim hali değil, devlet kuramının genel bir kavramı olduğunun altını özenle çizer. Bu genel kavram, kuraldışı, yani “mevzu hukukta öngörülmeyen” (age: 14) bir durumun tespitiyle oluşur. Norm/yasa homojen bir ortaya ihtiyaç duyar ama bunu garantileyemez. Çünkü ne kadar detaylandırılırsa detaylandırılsın, ortaya çıkabilecek durumların hepsini tanımlayamaz ve dolayısıyla bu durumlarda alınması gereken tedbirleri de belirleyemez: “ne acil bir durumun söz konusu olduğu kesin olarak belirlenebilir, ne de böyle bir durumda nelerin meydana gelebileceği içeriksel olarak tek tek sayılabilir” (age). Yasanın bu anlamda gerçek hayat karşısında bir zaafı vardır: “gerçek hayatın gücü, tekrarlanmaktan katılaşmış mekanizmanın kabuğunu kırar” (age: 22). Bu gücün alabileceği biçimler (veya “öngörülemeyen” durumlar), tam da öngörülemediklerinden yasa için bir tehdit oluştururlar. Bu durumda yapılabilecek tek şey, böyle bir durumda kimin karar/müdahale yetkisine sahip olduğunu tanımlamaktır. Metnin ilk cümlesine dönecek olursak, işte bu yetkiye sahip kişi egemendir.

Neden?

Çünkü “olağanüstü halde hukuk devleti anlayışına uygun bir yetkiye yer yoktur” (age: 14). Burada söz konusu olan, yasal düzeni -ne pahasına olursa olsun- korumaktır. Göze alınacak bedeller arasında insan hakları ihlalleri olabilir. Zaten Schmitt’in de özenle üzerinde durduğu gibi, “olağanüstü halden bahsedebilmek için prensip olarak sınırsız yetkinin söz konusu olması, yani mevcut düzenin bütünüyle askıya alınması gereklidir. Böyle bir durumda hukuk geri adım atarken devletin baki kalacağı aşikârdır” (age: 19, vurgu bana ait). Burada yasanın ihlali söz konusu olmadığı gibi, ortaya çıkan durum, anarşi ve kaostan da farklıdır. Devlet, hukuku, kendisini koruma hakkını öne sürerek askıya aldığında, yasa ihlal edilmiş olmaz, yalnızca bir süreliğine uygulanmamış olur. Öte yandan, hukuki anlamda bir düzen hala mevcuttur; çünkü uygulanmama hali, hala geçerli olan, ama uygulanmayan yasal düzende temellenmiştir ve bu düzen sayesinde meşruiyet bulur. Bu anlamda yasa, öngöremediği/içeremediği durumları, kendisini askıya alarak içerir – dikkat edelim, burada yasayla ilişki korunmuş olur.

İşte egemenin iktidarı da buradan kaynaklanır, çünkü olağanüstü hal ilan edebilen kişi, yasal düzenin içinde var olduğu halde, kendisini onun sınırlama ve sorumluluklarından muaf tutabilir. Olağanüstü hal, karar veren kişinin eylemleri üzerindeki yasal sınırların kaldırılması anlamına gelir ki, bu, onu ilan edebiler kişi için bu, bir “öldürme izni” gibidir (Agamben, tarihsiz).

Şimdi bir siyasi partinin ilçe örgütünün, bir sendika binasının veya bir hastanenin acil servisine gaz bombası atılmasını mümkün kılan yetkilerin nasıl bir çerçeveye oturduğunu daha iyi anlayabiliriz: Muammer Güler’in söz ettiği yetki, (siyasi) düzeni korumak adına hukuku askıya alma yetkisidir. Tam da bu nedenle vali, hukuk geçerli olsaydı sorumlu tutulacağı eylemlerinden dolayı hesap vermek zorunda kalmamaktadır (en azından geçen yıl kalmamıştır; bu yıl da bu yöndeki girişimler -şu ana kadar- valinin istifasını talep edenlerin imzalarının toplandığı bir web sayfası açılmasından ibarettir). Bu anlamda Muammer Güler tam olarak bir egemen konumundadır ve bu örnekte de açıkça görüldüğü gibi, egemenlik hukuk ve siyaset arasında bir “sınır kavram” (Schmitt, 2005: 14) olarak karşımıza çıkar.

Schmitt’in egemenlik kuramı ile Foucault’nun biyopolitika üzerine yaptığı çalışmalardan yola çıkarak modern iktidarı anlamaya çalışan Agamben’e göre egemen ve homo sacer (kutsal insan) ikiz konumları işgal ederler (2001:114). Roma Hukuku’na göre homo sacer, kurban edilmesine izin verilmeyen, ama öldürülmesi de cinayet sayılmayan kişidir (Bu açılardan hem beşeri hem de ilahi hukukun istisnasıdır). Hayatı o kadar kıymetsizdir ki, öldürülmesi cinayet olarak kabul edilmez; aynı nedenden dolayı, kurban edilmeye de değer bulunmaz. Agamben’in tanımlamasıyla, “çıplak hayata” indirgenmiştir. Çıplak hayat (zoe) Antik Yunan’da hayat kelimesini karşılayan iki terimden biridir ve (insanların bitki ve hayvanlarla da paylaştıkları) salt canlılık olgusunu ifade eder. Diğer terim, bir bireyin veya grubun özelliği olan yaşama tarzına işaret eden bios’tur ve toplumsallıktan kaynaklanan haklar ve ödevler bu ikinci terimle ilişkilidir. Toplumsal/siyasal niteliklerinden sıyrılmış ve çıplak hayatına indirgenmiş olan homo sacer için söz konusu haklardan (yaşama hakkı da dâhil olmak üzere) söz edilemez[2] – herhangi biri, bu eyleminden sorumlu tutulmadan onu öldürebilir. Başka bir deyişle, homo sacer karşısında herkes egemendir. Aynı şekilde, egemen karşısında herkes potansiyel olarak homo sacer’dir, çünkü egemen -yukarıda anlatıldığı üzere- eylemlerinden sorumlu tutulmadan hakları askıya alabilir: “Egemenlik alanı, cinayet işlemeksizin ve kurban etmeksizin adam öldürmenin meşru olduğu alandır” (2001: 113).

Muammer Güler’in konumunu ve açıklamalarını ‘egemen’ kavramıyla nasıl kolayca anlayabiliyorsak, 1 Mayıs’ta polisin müdahalesine maruz kalmış kişileri de ‘homo sacer’ teriminden yola çıkarak hemen egemenlik kavramının karşı kutbuna yerleştirebiliriz. Egemen konumdaki İstanbul valisinin, haklarını askıya alma hakkına sahip olduğu kişilerin hepsi, onun konumu karşısında çıplak hayatlarına indirgenirler. Siyasal kimlikleri silinir. Tam da bu nedenden ötürü, DİSK binasını ziyaret eden milletvekilleri ile Şişli Etfal Hastanesi’nin bahçesinde, hasta bir bebeği “Kanserli bunlar, kanserli!” diye bağırarak polislere gösteren kişi (muhtemelen bebeğin babası) arasında bir fark kalmaz. İki taraf da, karar yetkisini kendisinde toplamış merci karşısında homo sacer’e dönüşür.

Agamben’e göre, modern iktidarın özelliği, olağanüstü halin hukukun sınırlı bir zaman-mekânda askıya alınması olmaktan çıkıp sürekli bir yönetim paradigması haline gelmesidir (Agamben, tarihsiz). Bu gerçekleştiğinde, askıya alma yasanın kendisine, istisna kurala dönüşür. 1 Mayıs’ta maruz kaldığımız ‘önlemlerin’ (veya aynı kuramsal çerçeveye oturtulabilecek benzerlerinin) çoğalması, bu tür uygulamaların neredeyse bir (kent) yönetim(i) paradigması haline geldiğini açıkça göstermektedir ki, bunun açık sonucu da istisna ile kural arasındaki ayrımın silikleşmesidir: hem ‘istisnai’ oldukları varsayılan müdahalelerin süreklileşmesi anlamında; hem de tüm kentlilerin/vatandaşların (hukukun istisnası olan) homo sacer’e dönüşmeleri anlamında. Diken ve Laustsen’in, toplumsallığın yeni paradigması olarak ‘kent’ (polis) yerine ‘kamp’ metaforunu önermeleri boşuna değil (2005). Kamp, Agamben’e göre (2001), istisnanın kural haline geldiği/kalıcılaştığı mekân ama olağanüstü hal süreklileştiği oranda, bugünün kenti de kampa dönüşüyor.

İstisnanın kural haline gelmesi durumuna Benjamin de 2. Dünya Savaşı’nın şafağında dikkat çekmişti. 1940 tarihli “Tarih Kavramı Üzerine” metnindeki “Sekizinci Tez” şöyledir: “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız olağanüstü hal, istisna değil kuraldır.”(2001: 43). Burada Almanya’nın o günkü politik koşullarına açık bir gönderme vardır. Ülke, uzun süredir yenilenen olağanüstü haller aracılığıyla yönetilmektedir ve (Alman Anayasası’ndaki 48. Madde aracılığıyla tanınan) acil durum yetkilerine, istikrarsızlık ve savaş bahane edilerek sürekli başvurulmaktadır (Aslında bugünün Türkiyesi ile 1920’ler ve 1930’lar Almanyası arasındaki benzerlikler üzerine yakın tarihli çeşitli yazılar yayınlandı. Bunlar arasında özellikle Kadıoğlu’nun (2007) bu benzerlikleri “milliyetçiliğin etnik temelde ele alınması” ve “paramiliter örgütlenmelerin çoğalması” başlıkları altında ele aldığı yazıya bakılabilir).

Almanya’ya geri dönecek olursak, Benjamin’in Sekizinci Tez’de söze döktüğü dileği, bu istisnai durumdan çıkıp normal düzeni tesis etmek değil, bu düzeni tamamen yıkmaktır. Schmitt nasıl yasayla olan ilişkisini korumaya çalışıyorsa, Benjamin de, bu ilişkiyi tamamen koparmak ister. Çünkü yasayla istisna arasındaki ilişki, ancak bu ikisi birbirinden ayrı kalabildiği sürece işler. 1940’a gelindiğinde bu ayrım silikleşmiş, siyasi sistem bir ölüm aygıtına dönüşmüştür. Bu durumda Benjamin’e göre yapılabilecek tek şey, bu olağanüstü hali tamamen yıkacak “gerçek” bir olağanüstü hal yaratmaktır. Belki de “gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir” (age: 43).

Kaynaklar

Agamben, Giorgio (tarihsiz) “The State of Emergency”, http://www.generation-online.org/p/fpagambenschmitt.htm.

Agamben, Giorgio (2001) Kutsal İnsan. Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, İstanbul: Ayrıntı.

Arendt, Hannah (1998) Totalitarizmin Kaynakları. Emperyalizm, İstanbul: İletişim.

Benjamin, Walter (2001) “Tarih Kavramı Üzerine”, Nurdan Gürbilek (der) Son Bakışta Aşk içinde, İstanbul: Metis.

Diken, Bülent ve Laustsen, Carsten B. (2005) The Culture of Exception. Sociology Facing the Camp. Londra: Routledge.

Kadıoğlu, Ayşe (2007) “Faşizm”, Radikal 2, 18 Şubat.

Schmitt, Carl (2005) “Egemenliğin Tanımı”, Siyasi İlahiyat, Ankara: Dost.


[1] Bu cümlenin sarf edildiği anı kısaca hatırlayalım: Bir gazetecinin, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin Güler’i olaylardan sorumlu tutarak istifaya çağırdığını aktaran bir gazeteciye vali, “Herkes kendi sorumluluklarını yeniden gözden geçirsin. Ben, kanunun bana verdiği yetkileri uyguluyorum” şeklinde cevap vermişti (http://www.ntvmsnbc.com/news/444778.asp).

[2] Bu noktada belki Arendt’in de insan haklarının aslında vatandaşlık hakları olduğu konusundaki uyarısını da hatırlayabiliriz (bkz. Arendt, 1998).