Bir Vatandaşlık Hakkı Olarak Sakat Hakları ve Sakat Hareketi

Yaklaşık 6 sene önce, bu makalenin yazarlarından birinin yolu Kanada’nın Vancouver kentine düştü ve, neredeyse tüm hayatını İstanbul’da geçirmiş biri olarak, kentin sokaklarındaki tekerlekli sandalyeli insan sayısı onu gerçek anlamda şaşkına çevirdi. Sakatların yaşama böylesine dahil edilebildikleri bir kenti tahayyül etmek, bir Istanbullu için çok zordur. Yaya geçitleri, toplu taşıma araçları, marketler, dükkanlar, resmi daireler, sakatlar için öylesine erişilebilirdir ki Vancouver’da, tekerlekli sandalyede bir insan, çoğu kez yanında refakatçi olmadan, tüm kentsel mekanı dilediğince yaşama özgürlüğüne sahiptir. Bu özgürlük, gündelik yaşamın her alanında, her mekanda sakatların varlığını kolaylaştırır; böylelikle bu alanlardaki sayılarını artırır; onları görünür kılar. Artan görünürlük zamanla, sakatların kültürel olarak sosyal hayata entegre olmalarını da beraberinde getirir; kişi sokakta insanların rencide edici bakışlarıyla mücadele etmek zorunda kalmaz.

İstanbul’a dönüş, hem bu iki kent arasındaki zıtlığı daha da çarpıcı kıldı, hem de engelin nerede olduğu üzerinde düşünmeye sevk etti. “Engelli” olan sakatlar değil belli ki, sistemin kendisi. Dolayısıyla sakat hakları üzerine yazmak elzem hale geldi.

BİR VATANDAŞLIK HAKKI OLARAK SAKAT HAKLARI

1980’li yılların sonlarından itibaren, sosyal bilimlerde “vatandaşlık” kavramı üzerine yapılan araştırmalarda bir canlanma ve çoğalma oldu. Bu dönüşüm, 1950’li yıllardan itibaren kabul gören “modern” vatandaşlık anlayışının sorgulanmasını da içeriyordu. Söz konusu anlayış, ulus-devlet içerisinde vatandaşlık bağıyla bağlanan bireyleri, homojen bir ulusun, ihtiyaçları, talepleri birbirine denk üyeleri olarak tanımlıyor, bu bağlamda “herkes yasalar önünde eşittir” düşüncesinden hareketle, herkese eşit haklardan söz ediyordu. Ancak bu vatandaşlık anlayışı iki açıdan sorunluydu: Birincisi, söylemde “eşitlik” kavramını vurgulayan bu anlayış, aslında pratikte çoğu zaman toplumsal yapı içerisinde iktidar sahibi olan kesimlerin haklarını, eşitliğini ön plana alıyordu. (Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşıyorsanız, beyaz-erkek-Protestan olmanız sizin bu haklardan yararlanmanızı mümkün kılar; ancak Afrika kökenliyseniz, ya da kadınsanız, hele hele eşcinselseniz, o kadar da eşit olmadığınızı görürsünüz.) İkincisi, “modern” vatandaşlık homojen bir toplumdan söz ediyordu etmesine ama, pratikte bireylerin farklı kimliklerinden kaynaklanan farklı gereksinimleri vardı. Örneğin kadınsanız, hamilelik izni, iş yerlerinde kreş, geceleri güvenle yürüyeceğiniz sokaklar sizin için özellikle önem taşır. Eşcinselseniz, evlilik kurumunun getirdiği resmi haklardan asla yararlanamazsınız. Sakatsanız, erişilebilir bir şehir sizin için en temel vatandaşlık hakkı anlamına gelebilir. Oysa “modern” vatandaşlık anlayışı bu farklı taleplere oldukça kapalıdır. Eşitlik, homojenlik varsayımından hareketle tanımlanır ve bu homojen yapıda sakata, kadına, eşcinsele vs. pek de yer yoktur.

20. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan bazı dönüşümler, yukarıda betimlenen yapının sorgulanması sürecini başlattı. Çok genel anlamda “küreselleşme” olarak nitelendirdiğimiz bu süreç, ulus-devletlerin sınırlarının geçirgenliğini artırırken, aynı zamanda da, ve elbette 1960’lı yılların genel sosyal hareketliliğinin de verdiği ivmeyle, yukarıda sıralanan ve ortak noktaları mağduriyet olan bazı kesimlerin seslerini yükseltmeye başladıkları bir dönemin başlangıcı oldu. İşte, yukarıda sözü edilen yeni vatandaşlık tartışmaları bu bağlamda düşünülmeli. Tüm dünyada “modern” vatandaş olamamış kesimlerin, alternatif vatandaşlık anlayışları oluşturmak için uğraş verdiği bir süreç söz konusu olan. Bu süreçte kadın hareketi, eşcinsel hareketi ve birçok ülkede de yine sakat hareketi vatandaşlık hakları için yeni taleplerde bulunmaya başladı. Örneğin yine Amerika Birleşik Devletleri’nde, özellikle Vietnam Savaşı sonrasında ülkedeki sakat sayısında yaşanan artışla birlikte, bu alanda büyük bir canlanma yaşandığını literatürden biliyoruz (Scotch 1989).

Peki Türkiye’deki sakat hareketi nerede duruyor? Kendi kurguladıkları vatandaşlık haklarının arayışına çıkmış sakatlar var mı? Neredeler? Artık onlar için de “mağdur” olma zamanının sona ermesi gerekmez mi? Mağduru mağdurluğu içinde hapseden bu güçsüzlük söyleminden çıkmak; onu, hak talep etmeye hakkı olan biri gibi tahayyül etmek bu derece zor mudur?

TÜRKİYE'DE SAKAT HAREKETİ VE BELİRLEYİCİ UNSURLARI

Zordur. Türkiye’de hak talep etmek zaten zordur. Öyle görünüyor ki, 1980 sonrasının apolitikleşme dalgası elimizi kolumuzu bağladı, bu bağlar yeni yeni çözülüyor. Ancak söz konusu sakatlar olduğunda, hak taleplerinin yön verdiği bir toplumsal hareketin şekillenmesine engel olan dikkat çekici özel bir durum var:

Aslında sakatlar, benzer taleplerle sokağa dökülen diğer gruplarla (örneğin eşcinsellerle veya Kürtlerle) kıyaslandıklarında, toplumun genelinde kabul ve destek görme olasılığı en yüksek olan kesim. Daha iyi bir eğitim, daha etkili bir sağlık sistemi veya erişilebilir bir kent isteyen bir sakat örgütlenmesine hak vermeyecek tek bir kişi bile çıkacağını sanmıyoruz. İlk bakışta bu durum sakatların hak talepli bir söylem geliştirmelerini kolaylaştıracak bir etken gibi görünüyor. Oysa pratikte bu taleplerin dile getirilme ve bunlara yanıt verilme biçimlerinde ‘iane’ mantığından kurtulamamamıza yol açıyor. Buğra’nın (2008) da gösterdiği gibi, sosyal politika konusu edilmesi gereken haklar ve talepler, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren önce laik bir toplumsal sorumluluk bilincine, ardından da, özellikle de AKP ile birlikte artan bir biçimde, Müslüman hayırseverliğine emanet edildi. Oysa sadakanın da mağduriyeti pekiştirici bir tarafı var. Yardım, yardımı yapanla alanı eşit hale getirmez; alanı, ötekine muhtaç ve minnettar kılar. Barınma, eğitim, sağlık, ulaşım gibi aslında herkesin eşit bir şekilde faydalanması gereken hizmetler, birilerinin ötekilere hibesi olarak, zaten eşitsiz bir ilişki içinde bulunan iki grubu, bu eşitsizliği güçlendirerek yeniden karşılaştırır (belki de somut anlamıyla karşılaştırmaz bile; yardım bir dernek eliyle yaptırılabilir, biri aracılığıyla gönderilebilir). Dolayısıyla toplumun genelinin ‘anlayış göstermesi’ aslında bir sakat hareketinin hak talepleri ekseninde şekillenmesini engelleyici bir rol oynar.

Türkiye’de hak söylemli bir sakat hareketinin ortaya çıkamamasının temelinde, tabanda var olan birçok olumsuzluğun da yattığını görmek gerek. Örneğin sakatların önemli bir bölümü durumlarına ‘razı’ olmaları gerektiğini düşünürler; tevekkül önemlidir; şükretmek gerekir. Cezalandırılmış veya sınanıyor olduğunu düşünmek, birçok kişiyi daha özgür, daha eşit, daha iyi bir hayat yaşamayı talep etmekten, dahası bunun için savaşmayı göze almaktan alıkoyar. Ayrıca sakatlar toplumun pek çok açıdan en az seslerini duyurabilen kesimidir. Eğitim ve çalışma hayatına katılma oranları çok düşüktür. 2002 yılında yapılan bir araştırmaya göre, yaklaşık % 36’lık bir kesim okuma yazma bilmemektedir (http://www.tsd.org.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=472&Itemid=3718; 29 Kasım 2008). Sokağa çıkmak bile büyük bir kesim için oldukça zordur. Dolayısıyla örgütlenmek ciddi bir çaba gerektirir. Üstelik sakat örgütlerinin büyük bir kısmı da bir arada söz söyleme çabası içinde gibi durmamaktadır – veya fikir ayrılıkları, onları en temel sorunları çözmek için bile bir araya gelmekten alıkoymaktadır (Şu anda sakatlarla ilgili çalışan sayısız dernek, birçok federasyon ve iki konfederasyon bulunmaktadır). Örgütlerin çoğu yukarıda özetlediğimiz ‘himayeci’ tavrı yeniden üretmekte veya bu tavrın üretilmesine aracı olmaktadır. Üstelik güçlü devlet geleneğinin gölgesi bu alana da düşmektedir. Yardımsever yönünü her fırsatta öne çıkaran AKP hükümetinin, sakat örgütlenmelerinin hak talepleri çerçevesinde değerlendirilebilecek eylemliliklerine hiç de hoşgörü göstermediğini yaptığımız mülakatlar açıkça gözler önüne serdi.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, bu alanda hiçbir dönüşüm olmadığını söylemek mümkün değil. Avrupa Birliği’ne uyum sürecinin birçok konuda olduğu gibi, burada da olumlu etkileri var. 2005 yılında çıkan Özürlüler Yasası bu alanda atılan önemli adımlardan biri, ancak yönetmeliklerin tamamlanmaması nedeniyle işlevsizleştiriliyor. Ayrıca yasanın yapılmasını önerdiği değişikliklere uyulmadığı durumlar için öngördüğü yaptırımlar yeterli değil. (Örneğin yasa, kamusal alanların 2005’i izleyen yedi yıl içinde sakatlar açısından erişilebilir kılınması koşulunu getiriyor ama bu koşula uymamanın bir yaptırımı yok.) Teknolojideki gelişmeler de hem gündelik hayatı kolaylaştırmak hem de sakat hareketine yeni bir soluk getirmek açısından önemli.

Örneğin Bülent Küçükaslan’ın girişimiyle kurulan Engelliler.biz websitesi (www.engelliler.biz) Türkiye’deki sakat hareketi açısından önemli bir gelişme. Site birkaç açıdan önem teşkil ediyor: İlk olarak, sakatların önemli bir kesiminin evlerinden dahi çıkamadıkları tekrar hatırlanırsa, insanlara oturma odalarında, yalnızca belediyeye, hükümete bir e-posta göndererek “politik” olma fırsatı tanıyan bir süreç ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla, Internet birçok farklı sosyal hareketin etkinliğini artırmada önemli rol oynasa da -George W. Bush’un Irak’ı işgalinden önce küresel çapta organize olan savaş karşıtı harekette Internet’in oynadığı rolü hatırlayalım-, söz konusu olan sakat hareketiyse, bu rolün önemi daha da büyüyor. İkincisi, önceki paragraflarda değinmiş olduğumuz güçlü devlet geleneğinin Türkiye’deki sakatlara yönelik çalışan dernekler üzerindeki olumsuz etkisi, Internet üzerinden örgütlenmiş bir sivil hareket söz konusu olduğunda ortadan kalkıyor. Sitenin 16.200 üyesi, faksları ve e-postaları ile belediyeyi, hükümeti kınarken, yarın-öbür gün kapılarına dayanacak denetleyicilerden, dernek binalarının ellerinden alınma ihtimalinden vs çekinmek durumunda değiller. Dolayısıyla burada gerçek anlamda bir dönüşüm, en azından bir dönüşüm sürecinin başlangıcı söz konusu. Bu anlamda daha önceki paragraflarda sıralanan tüm olumsuzluklara rağmen ümit taşımalı diye düşünüyoruz, sakatların sokaklarına çıkabildiği, otobüs şoförleri tarafından taciz edilmediği, insanların acıyan bakışlarına, sadakalarına maruz kalmadığı şehirler için.

KAYNAKLAR

Buğra, Ayşe (2008) Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika, İstanbul: İletişim.

Scotch, R. K. (1989) “Politics and Policy in the History of the Disability Rights Movement”, The Milbank Quarterly, 67 (2): 380-400.

http://www.tsd.org.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=472&Itemid=3718; 29 Kasım 2008