Tarih Yazımı, Şüphe ve Yalanlar

Son günlerde bir kitabı büyük bir keyifle okudum: Hakan Erdem’in “Tarih-lenk” adını verdiği kitabını. Kendini okumayıp hakkında başkalarından bir şeyler duyunca, ‘uzman işi’ bir kitap olduğu izlenimini edinebilirsiniz. Ayrıca, bu izlenim yanlış da olmaz; ama aynı zamanda herkesin okuyabileceği ve zevk alacağı bir kitap.

Bir tarihçinin okuduğu çeşitli tarih kitapları, metinleri üstüne eleştirel kitabı bu. Başta ‘intihal’ dediğimiz ciddi günah olmak üzere, tarihçilerin yapabileceği, daha doğrusu yaptığı yanlışları sergiliyor.

En başta “Bir intihal daha var” (önem skalasında), ama yanlış okumalar, referans esirgemeler, belirgin bilgisizlikler de ele alınıyor ve sonunda ‘aşırma’nın tersine, ‘uydurma’ya geliyoruz. “Elime bir yerden bir metin geçti” deyip metni kendi yazanlar!

YANLIŞIN ARKEOLOJİSİ

Şu anlattıklarım kitabı okumanın niçin ‘keyifli’ olduğunu da bir ölçüde açıklıyordur. Birilerinin ‘yanlış’ının gösterilmesi çok zaman ‘eğlenceli’ bir olay olabilir-mi? Olmasına olur da, bir ‘fars’ seyrederken güldüğümüz şeyler, sandalyeye oturduğunu sanarak yerlere yuvarlanmak misali işler, pek de nitelikli komedya sayılmaz. Üstelik herkesin başına gelebi- lecek şeylerdir. “Tarih-lenk”te gösterilen yanlışlardan bazılarını hepimiz yapabiliriz.

Ama Hakan Erdem öyle her bulduğu yanlışı göstermek üzere yazmamış bu kitabı. Belirli bir iddialılıkla, “Her şeyi en iyi ben bilirim” iddiasıyla birlikte giden yanlışlarla sınırlamış kendini. “İddian oysa bu ne?” diyor. Onun için de, bir başkasının sürçmesinden alınan bencil keyif değil, bu kitabın verdiği keyif.

Hakan Erdem’in birkaç erdemine değineyim. Birincisi, keskin algı. Bilemiyorum, atmaca gözü müdür veya olmadık kokular alan bir burun mudur, ama karışık bir şey geldiğini hemen sezinliyor. Sonra, işin ‘sensual’ değil de ‘cerebral’ kısmı başlıyor.

Erdem, sabırla, kılı kırk yararak, metinler, kaynaklar karıştırıyor, birçok yere bakıyor, Foucault’dan beri merda olan terimle ‘yanlışın arkeolojisi’ni yapıyor.

“Her şeyden şüphelen” diyen ve şüphe etmenin metodolojisini kurmaya çalışan Descartes, Hakan Erdem’i görüp tanımış olsa çok mutlu olurdu, sanırım.

Ama iş bununla bitmiyor. Hakan Erdem yazarken de, yazmazken de, zengin mizah kaynaklarına sahip bir kişidir. Bu yetenek “Tarih-lenk”in her yerini sarıp sarmalamış durumda ve asıl ‘keyif’ de buradan geliyor.

Kitapta değinilen ‘yanlışlar’ın bir kısmı yazarın kendi ‘ego’sunu yüceltmek üzere yapılmış şeylerse; bazıları da, daha özgecil (altruistic) amaçlara hizmet ediyor. Örneğin İslamcı bir tarihçi tarihimizden ‘oğlancılık’ adetini kazımak için akla karayı seçiyor.

DOGMAYA UYDURULAN TARİH

Hikmet Bayur üstüne konuşurken Hakan Erdem şöyle (çok doğru) bir genelleme yapıyor: “Bayur ve dönemindeki daha epey bir tarihçi için önemli olanın bilginin nasıl edinildiğini belgelemek veya göstermekten ziyade bu bilginin mevcut dogmayla nasıl uyuşturulabileceği veya uyuşturulamazsa nasıl reddedileceği sorunu olduğunu belirtelim.”

Evet, düşünce dünyamızın bir türlü gerçek bir düşünce dünyası olamamasının baş nedeni, yüzyıl başından beri ‘dogma’ mı diyeceğiz, ‘sanal gerçeklik’ mi diyeceğiz, doğruyla kavga halinde bir dünya, Türkiye ve Türklük kurgusu içinde yaşamaktaki kararlılığımızdır. Bu durum Hakan Erdem’in de sabrını taşırıyor:

“Hem mangalda kül bırakmayıp ‘tarihimiz’ diyeceğiz, hem bu tarihi ancak ilkokulda belletildiği gibi ve anca o kadar bileceğiz. Bizimkilerden başka kaynaklar okuyarak karşımıza çıkanlara kızıp ‘hain’ muamelesi yapacağız, ‘kendi’ kaynaklarımıza sevdalanacağız ama umurumuzda olmayacaklar. Evet, ne yapacağız? Soruyorum.

İşte size toz zerresi kadar küçük bir örnek (Halide Edip’in anılarının İngilizce aslı ile Türkçe çevirisi arasındaki farkları anlatmıştı). Aşikar bir şekilde oynanmış, bozulmuş, sansür edilmiş, Türkçesi bozuk bir metni sineye çekmeye devam edecek miyiz? Bize böylesi daha mı çok yakışıyor? Yalanı bu kadar, vazgeçilemeyecek kadar mı çok seviyoruz?”

Öyle yapıyoruz galiba.

Milliyet Kitap, 13 Ocak 2009