'Sade'ın Ütopyasında Toplum Kavramı

I.

Türkiye’de aksini söylemedikçe Müslüman ve aynı zamanda laiksiniz. Laikliğin malum tanımında teori-pratik çatıştırılarak (bu da din ve devlet ayrılığının hukuki boyutunun hiç bahsi açılmayarak oluyor), din ve devlet toplumun yanında olması gerekirken karşısına geçiyor. Toplumsal varlık, romantik bir korelasyona heba edilerek bunun sembolleşmesi sürecinde, genç kafaların toplum karşıtı elitist bir biçimde sembolleşmesine yol açıyor. İşte başta geçirdiğimiz türden semboller ortaya çıkıyor.

Bu sembollerin durduğu yeri daha açık nasıl görebiliriz?

Fakat olması gereken gençlerin “devlet ve din karşıtlığı”dır. Din ve devletin yaptığı şey, karamsarlığı bireyin elinden alıp dinsiz devletin, devletsiz dinin olmayacağını söyleyerek korkutmaktır. Sade’ın “Fransızlar, Cumhuriyetçi Olmak İstiyorsanız Biraz Daha Çabalayın!” ‘ütopyası’ndaki gibi:

Sade, Yatakodasında Felsefe kitabında “Yasalara sahibiz diye bu hedefe ulaşmış olacağımıza mı inanılıyor? Bu hayale kapılmayın. Din olmadan yasalar ne işimize yarar?” der.

“Sade’ın istediği “Roma kültürü”nün yerine çağın ahlakına uygun bir din gibi gözüküyordu, fakat o dindarlara bir savaş açmıştı. Burada deminden beri bahsettiğimiz teori ve pratiğin bir çatışkısı olabilir mi? Bunu anlayabilmek için bir ayrıma dikkat çekeyim, Sade yeni bir dine tutkun değil, aslında dindarların, tiranların, efendilerin insanları korkutarak güç elde ettiği dinsiz toplum ütopyasının sahteliğini kastediyor.” [1], [2]

Özetle ütopyamız şu problematiği ortaya koyuyor: Din ve devlet toplumun yanında olmalı ve gençler de din ve devlet karşıtlıklarını ilan edebilmeliler-yoksa sivil toplum nasıl mümkün olabilir?

Hâlâ kavramları ortaya koyacak veya kavramların kırılganlığına tanık olacağımız sivil toplum konusunda bir adım yol katedemedik. Bu konuda ben de yer almalıyım diyecekler, Cogito dergisinin birinci sayısında, önemli bir hukukçu Bakır Çağlar’ın makalesini (“Türkiye’de Laikliğin Büyük Problemi Laiklik ve Farklı Anlamları Üzerine”) okusunlar.

“ Karamsarlık” bireyin hakkı mıdır yoksa devlete ait bir şey midir? Biraz önce gündemde yer bulan ve sonra tartışmaya resmen kapatılan bir örnek: çocuklara okullarda mecburi din dersi verilip verilmeyeceği hiç yoktan siyasi bir tartışma konusu olmuştu. Mesela hal böyleyken iyiden iyiye karamsarlaşıp biz aydınlar, dinin yasaklanmasını dahi konuşmalıydık ve bu Kantçı manada Aklın Kamusal Kullanımı demek olacaktı. Fakat bu karamsarlık hakkımız elimizden alınalı çok oluyor galiba. Karamsarlığı devlete ait kılıp , mistisize eden Atatürk’ün birçok sözünü burada sayabilirim. Her zaman cumhuriyet kurulurken politika adına bu şarttı zırvasını ve apaçık bir hümanizma karşıtlığını duyar gibi oluyorum. Bu romantik korelasyon Cumhuriyetin kuruluşundan ta bugünkü faili meçhul cinayetlere, kadına şiddet olaylarına, Uludere’deki olaylara gelip dayandığında bugünkü devlet için savunmamız ne olacak?

Sade’ın sözünü tekrar tekrar okumanızı tavsiye ederim. Önce felsefenin işinin “devlet filozofu” makamıyla ilgisi olmadığını bilelim.

II.

Üniversiteler dışa açılmaları gerekirken, giderek içe kapalı bir hal alıyorlar. (Söz konusu “romantik korelasyon”da gençler ne şekilde siniyorlar?) Üniversitenin doğasına ve tabir yerindeyse imajına tecavüz edildiğinin bugün herkes farkında, bir daha tekrarlamayacağım. Ve üniversiteler de korku sembolleri oluveriyorlar. Onlar giderek küçülüyorlar ve üniversitelerin içine girerek kamufle olan bir şeyler -polis gibi “romantik” bir şeyler[3] var. (Tam tersi olması gerekmez miydi?) Bunu korkunun sembolleşmesi, içe kapanma olarak görüyorum.

Popüler bir sıçrama yaparsak İlber Ortaylı’nın “Üniversite tabii ki açacaksın, ama Hakkari’nin dağına değil” çıkışı bu yüzden bence hala karamsarlık taşımıyor. Başbakan Erdoğan buna cevap olarak, Ortaylı’nın bu değerlendirmesinin toplumu yansıtmadığını, Hakkari’deki bir çocuğun İstanbul’da okumak için imkanları bulunmadığını, Ortaylı’nın bunu hesaplamadığını söylemiş. Erdoğan ve Ortaylı arasındaki tartışma başta söylediğimiz toplum karşıtı elitizm noktasında duruyor ve biz en iyisi bu aralarındaki diyalogu popüler görmeye devam edelim.

III.

I. maddede en başta geçirdiğimiz cümleye dikkati çekmek istiyorum. Birine Kürt demek de buna benzer. Kürtlere ait bir yerden bahsedileceğini ve Türklerin oraya siyasi anlamda yerleştiklerini kabul ediyoruz fakat Kürtlerin yerlerinde kalmayacaklarını kabul etmiyoruz.Çünkü anakronik hastalığa tutulmuş durumdayız, onlar bizim Kürtlerimiz… Ve giderek üniversitelerin küçülmesi örneğindeki gibi bunu özel bir hale sokuyoruz.[4] Nazi sloganındaki gibi (“Arbeit macht frei” -Çalışmak özgürleştirir-).

Tek millet, milli irade vs, diyerek “duygusal” bir hak olarak Kürtlerin tek taraflı siyaset hakkını reddeden aşırı milliyetçi çizgiden, aynı kavramlar yoluyla liberal bir despotizme kayarken tam da Arendt’in dediği gibi tarihi mağdurların tarafından görebilmek için şöyle demeliyiz (benim deyimimle “teori” adına şöyle abartmalıyız): “Anayasa yapılırken bütün haklar da Kürtlere mi verilecek?”

Ayrıca ben yine de bugünkü süreç hakkında umudumu yitirmemek adına, Lenin’in “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” kitabının ilk bölümünü önerebilirim. Lenin, Ruslaştırmaya karşı olmanın, kesinkes Rusya’da ortak dilin Rusça olması ve başka uluslara imtiyaz tanınmaması gerektiğiyle karıştığı liberal savunuya onların “ulusal kültür” diyerek işçileri bölmek istediğini ve bunu anayasanın düzenlenmesiyle başarmak istediklerini söyleyerek, bunun karşısına kendi deyişiyle “tam bir işçi kaynaşmasını” koyar. Bu bakımdan liberallerin savunusunu tersine çevirmektedir:

“Ulusal sorunda işçi demokrasisinin programı şudur: hangi ulus ve hangi dil için olursa olsun her türlü ayrıcalığın kesin olarak ortadan kaldırılması; ulusların siyasal kaderlerini kendilerinin tayin etmesi sorununun, yani bunların tamamen özgür ve demokratik yoldan ayrılmaları ve bağımsız devlet kurmaları sorununun çözüme bağlanması; uluslardan birine herhangi bir ayrıcalık tanıyacak olan, ulusların hak eşitliğini bozacak olan ya da bir ulusal azınlığın haklarını baltalayacak olan her türlü davranışı yasaya aykırı ve geçersiz sayan ve devletin her yurttaşına, anayasaya aykırı olan bu tür tasarrufların geçersiz sayılmasını talep etme hakkını tanıyan ve aynı zamanda böyle hareketlere girişecek olanları cezalara uğratan genel bir yasanın kabulü.”

Lenin’in söylediği şuydu: Rusya’da “ortak dil” adı altında bir liberal ayrıcalığa (veya despotizme) karşıyız, bunu gerekirse yasayla yasaklayalım ve liberallerin Ruslaştırma politikasını önleyelim. Liberallerin yaptığı yasayı hiç umulmayacak şekilde genişletmektir, istedikleri hep daha fazla yasalardır. Ve aslında bu politika işçileri bölmek anlamına gelir. İşçiler ise, yasaları olabildiğine daraltmayı, az, daha az yasa olmasını savunur.

Şimdi Lenin’in sözlerinin yanına Cumhurbaşkanı Gül’ün sözlerini koyalım: “Devlet, Türk devletidir. Ama Türk devletinin vatandaşlarının hepsinin Türk olması mecburi değildir. Vatandaşların bazısı da ‘bu devletin vatandaşıyım ama Türk değilim’ diyorsa ille de ‘sen Türk’sün’ diyecek halimiz yok. Alman devletine de bakarsan orada da görebilirsin, onların vatandaşları içinde Türkler var. Modern devletlerde bu böyle ama devlet de Türk devletidir.” (Hürriyet, 7 Mayıs 2013)

Konunun dışına çıksak bile nihayet şunu eklemeliyim ki, birkaç gün önce İzmir’de bir konferansta dinlediğimiz Nilgün Toker Kılınç hocanın, hâlâ Kürtlerin arasındaki sosyalist damardan umudum var, vurgusu çok yerindedir ve bu doğru anlaşılmalı, harcanmamalıdır.

Not : Bir romantizm güzellemesi için (“Adaletin Gerçek Simgeleri”, Oğulcan Bakiler, Radikal, 20.04.2012)

 


[1] Bunu anlayabilmek için “siyasi doğruculuk” kavramına bakabiliriz. İsviçre’de minarelerin yasaklanması için referanduma gidildi (referandum güzel, iyi bir şeyken bunda hiçbir sorun gözükmüyor) ve Türkiye buna itiraz ettiğinde Türkiye’de kiliselerin halen yasal statüsünün olmadığı, yasada zorluklar çıkarıldığı, kötü ,utandıracak bir dizi şey söylendi. (Güzel bir açıklaması için : Ahir Zamanlarda Yaşarken, Slavoj Zizek, Metis, 2011)

[2] “Deli veliyle akrabadır”, Oğulcan Bakiler, Bireylikler, Mayıs Haziran Sayı: 50.

[3] Turquet’in polis tanımına bakalım (Foucault kitabında alıntılamış): “Polis dış koşullara göre uzmanlaşır, insanların yapıp yapabileceği her şeye göre uzmanlaşır”. (Foucault şöyle ekler: Polis demek her şey demektir). Umarım kamufle olan “romantizm”i şimdi açıklayabilmişimdir.

[4] Kürtlerin arasında kamufle olan “Türkler”... Az önceki kabule göre (Kürtlere ait bir yere Türklerin siyasi anlamda yerleştikleri) tam tersi olması gerekmez miydi?