Şu Halının Altına Süpürdüğümüzü Sandığımız Ulusalcılık
Hatırlıyorum, küçükken, babaannem temizlik sırasında halıların altından, koltukların arkasından çıkan toz ve saç kümelerine pavçına derdi. Çok sonraları, artık hiç kimseden duyamayacağım bu ve bunun benzeri kelimelerin kökenini araştırmak için yola çıktığımda, internet üzerinden yazıştığım eski İstanbullu bir Rum, pavçınanın antik İzmir ya da Pontus Rumcasına Latinceden geçtiğini söylemişti. Etimolojik olarak doğru mu bilemiyorum. Eski sikkelerin üzerinde biriken yeşil oksitlenmeye de patine deniyor. Fakat ne gam? Yazar Mario Levi’nin dediği gibi, “hatırlamak acıtır, ama anlatmak özgürleştirir.”

Yüzleşme Atölyesi’nin İzmir’de geçtiğimiz eylül ayında düzenlediği “İzmir Hatırlıyor” etkinliğinde şehir tarihinin çok uluslu, çok kültürlü toplumsal mirası konuşuldu. Hovarda bir şekilde harcanan, doğruyu söylemek gerekirse yok edilen kadim kültür mirasımızdan, "Öteki İzmir"den, hatırlanması gereken İzmir’den söz edildi. Aslında Yüzleşme Atölyesi bunu birkaç yıldan beri yapıyor ve çok iyi ediyor. Toplumsal belleğe ışık tutuyor ve hatırlamaya sevk ediyor. Her geçen yıl zenginleşen son etkinlikte ise 1919-1922 bölgesel Türk-Yunan savaşındaki savaş karşıtı Yunan askerlerinin politik tutumlarından, belgesel gösterimlerine, kentin 1922 öncesi panoramasından, İzmir müziğine kadar yoğun ve dolu dolu bir program vardı. Ve şüphesiz bu yıla özel de bir adet nur topu gibi sonuçsuz kalan provakasyonumuz da mevcuttu. Geçtiğimiz yıl öğrencilerinden, "Ermeni Soykırımı'nın olmadığını ispatlayan ödev" istemesiyle hatırlanan bir akademisyen ve ona destek çıkarak “Türkiye Türk’tür Türk kalacaktır” sloganını atan birkaç kişi, bu yılki etkinliklerde tarihçi Ayşe Hür konuşurken ona müdahale etti ve sonuçta salonda tarafların birbirinin üzerine yürümesine kadar gelişen gerginlikler hasıl oldu. Ancak etkinlikten önce ve etkinlik sırasında yerel basında aleyhte yazılar çıkması ve kentin önde gelen ulusalcı zevatının birkaç yıldır İzmir’de de düzenlenme fırsatı bulunan 1915 Soykırımı’nı anma girişimlerine her zaman diş bilediğini hatırlarsak eğer, bu tip saldırıların hiç de tesadüfi olmadığını, tersine ulusalcılığın kavramlara ve vakalara ne denli görüngüsel yaklaştığını, buna paralel olarak bu görüngüselliğin onu kimi zaman şizoid bir kıskaca ittiğini de rahatlıkla görebiliriz. Aksi halde bir salonda sadece kent tarihi konuşulurken hangi aklı başında insan “Türkiye Türk’tür, Türk kalacaktır” diye slogan atabilir ki? Meğer gitgide şeffaflaşan ve globalleşen bir dünyada kendi isteğiyle kendini yalnızlığa mahkum etmek istemesin, tedavisi zordur.

Ampirik bir tanımlama yapılırsa eğer, milli görüş, üzerindeki sözde müslüman enternasyonalizmi kazındığında dinin baz alındığı bir tür muhafazakar Türk-İslam ulusçuluğu olarak şekillenir tecrübelerimize göre. Ulusalcılık ise yine aynı metodu baz alırsak “Kemalist Aydınlanma” ve “Türk Rönesansı” cilası altında sırıtan bir zenofobiden ve tarihi mitos olarak algılayan/belleten, tarihsel olayları haklılık/mazlumiyet ekseniyle izah eden bir tür Sosyal Darwinizm’den başka bir şey değildir bu coğrafya halklarının nezdinde. Ve her ikisinde de ortak katalizör paranoya zerk etmeleridir. Dış dünya ve batı imgeleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünde Anadolu yarımadasına sığınmış Türkleri ve/veya Müslümanları sürekli tehdit eden kaotik bir düşman koalisyonudur onların sunumunda. Varsayılan iç düşmanlar ise kendilerini bu paranoyanın dışında tutmuş sosyalistler, Kürtler, liberaller ve çeşitli azınlıklardır. En masum insani duygular ya da küçük empati işaretleri bile muğlak bir emperyalizm tanımı eşliğinde beşinci kol yaftasıyla damgalanır. Konjonktür ve ortam uygunsa tepkiler cinayetlere hatta kitlelerin iştirak ettiği linç eylemlerine kadar uzanır. Biri çıkmaz sokaksa diğeri fasit dairedir ve korku ile böbürlenmenin millet-i hakime evlendirme dairesindeki izdivacından doğan iki düşman kardeş gibidirler. Ancak ne hikmetse her fırsatta birbirlerini üvey olarak görürler, gösterirler.

Ulusalcılığı şekillendiren mayanın içinde sensualizm de vardır. Sebebi ise muhafazakârların on üç sene evvel ezici bir çoğunlukla iktidarı ele geçirmesinden sonra ulusalcılığın bir yenilgi sendromu/ideolojisi olarak şekillenmesidir. Onu 2002 öncesindeki sağ ve sol Kemalizm’den ayıran en büyük özelliği yenilgiden kaynaklanan içgüdüsel davranış kalıplarıdır. Karşıdan gelen eylem karşısında akıl yerine duyumlar harekete geçtiğinden gösterilen tepki sadece reflekstir ve sembollere indirgenir. Muhafazakar iktidarın ilk senelerinde ulusalcıların akılcı eleştiri yerine bayrağı kutsaması ve öne çıkarması buna örnek olarak verilebilir. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde muhafazakarların da düzenledikleri mitinglerde bayrağa karşı gösterdiği aşırı hassasiyet ufukta görünmesi olası bir yenilgiye işaret edebilir mi bilemiyoruz ama ileride tecelli edecek muhtemel bir yenilginin emarelerinde sensualizmin izlerini aramak sonraki yıllarda siyaset bilimciler tarafından şüphesiz yerine getirilecek bir görevdir.

Siyasette algıların yerini duyumlar alırsa çıplak gerçek kimi zaman illüzyonlar halinde görünür. Bu yüzden birkaç yıldan beri Kürt sorununun iktidar partisinin tapulu malı haline gelmesine ulusalcılar doğru tepki gösterememiştir. Sonuçta yıllardır reddettiği bir realiteye başkaları sahip çıkmıştır, ona nedir ki? Tepkileri kavrama yoluyla değil de görüngülerle harekete geçtiğinden basit bir kolaycılıkla bir süreliğine her iki tarafı (Devlet ve PKK) özdeş kılmakta beis görmez. Onların arasındaki ateşkes geçtiğimiz aylarda sona erince illüzyon da tamamlandığından ne yapacağını şaşırmış bir şekilde her fırsatta karşısında olduğunu belirttiği muhafazakar iktidarın yanında saf tutmayı tercih eder, milliyetçi hezeyanlarını onlarla birlikte tereddüt etmeden çözümsüzlük potasına akıtır. Hem de geçmişte büyük bir günah işleyerek. Kobane devriminde şekillenen ve Türk modernizmine öz kardeş olabilecek Kürt sekülarizmini elinin tersiyle bir kenara ittirerek. Bu da yetmez, topraklarını İşid barbarlarına karşı savunmaktan başka bir şey yapmayan insanları hâkir görür, lanetler. Ortak çıkarları yüzünden çok iyi anlaşabileceği yeni bir arkadaşa değil de çok değil birkaç yıl önce kendisini rövanşizmin kara bataklığında boğmaya çalışan düşman kardeşine sarılır. Paradoks mudur bilemem. Varsa eğer tanrının acı alayıdır bu coğrafyanın çocuklarına reva görülen.

Meselenin bir başka tarafına eğilirsek eğer, din çoğu ulusalcının zihninde, özünde her zaman kendisinden kurtulunmak istenen, fakat pratikte yerine konacak bir şey bulunamadığından vulgar agnostizm yoluyla etkisizleştirildiği zannedilen bir olgu olarak temayül eder. Ancak bir önceki örnekte açıklandığı gibi ulusalcılığın takipçileri bunalım dönemlerinde kolaylıkla karşıtlarının kullandığı lisana uyum gösterir, bir çırpıda söyleyeceğini söyler. Uygarlığın bir gereği olan kendi tarihiyle yüzleşmeye ve arınmaya, özetle değerini anlayamadığı her kavrama “haçlı zihniyeti/oyunu” der, geçer. Aslında bu yaftalama muhafazakar kanattan sadece bir ödünç alma değildir. İttihat ve Terakki’nin, sonradan Kemalistlerin yüzde yüz Türk/Müslüman toplum tasavvuru gereğince vaziyet bunu telaffuz etmeyi gerektirir. Kemalizm’in kendi içindeki determinizmi sonucunda dini semboller yoluyla fikir ortaya sürmek ezelden beri gönüllü olarak muhafazakar kesime devredildiğinden, aslına rücu etmek bu tür trajikomik durumlara yol açsa da karşı tarafta yani muhafazakarlarda da benzer dil rahatlıkla gözlemlenebilir. Batı dünyasından her uzaklaşma döneminde buna benzer kestirmeci tutumlar buzdolabından çıkarılır, biraz ısıtılıp servis edilir: “Bunlar kanı bozuk hainlerdir, bunlar Sevr’i istiyor!”

Geçtiğimiz Ağustos ayında hayatını kaybeden tarihçi Vangelis Kechriotis bir makalesinde İzmir’de 1922 öncesinde hiç okula gitmemiş insanların bile Türkçe, Rumca, Ladino dilinde konuşabildiğini yazar. Doğrudur da. İlk defa 1912’de şehre ayak basan dedemin ana dili gibi Bulgarca ve Fransızca, günlük yaşantısını sürdürecek kadar Rumca bildiğini düşününce babaannemin ağabeyinin bunlara ek olarak Ladino bilmesi bana hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Hatta babaannemden duyduğum ve sonradan Batı Ermenicesine ait olduğunu öğrendiğim kelimelere de şaşırmıyorum artık. Geçmişte kimin haklı kimin haksız olduğu gibi bilim dışı bir önerme de hiç umurumda değil. Meseleyi şahsileştirmek gibi olmasın ama, ben üç kuşaktır yaşadığım kentin gerçek tarihini öğrenmek istiyorum. Siz bana geçmişimi geri verin ki ben geleceğimi topluma adayayım. Öğrenmek ve bu entropiyi anlamlandırmak istiyorum kısaca. Darül Eytam’dan İtalyan mektebine sevk edilen sonra da dedemle alelacele nikahlanan ninenim kim olduğunu, neye dönüştüğünü bilmek istiyorum. Çocukluğumun kara gecelerinde onun bana anlattığı, aklımda kaldığı kadarıyla kervanda ve yetimhanede geçen korkunç öykülerin manasına vakıf olmak istiyorum. Biliyorum, dedem genelgeçer ölçütlerde çok makbul bir insandı. Suriye’de İngilizlere karşı savaşıp madalya kazanmış, sonra İzmir’de İktisat Kongresi’nde Kemal Paşa’nın yanında bulunmuş, Halk Fırkası’nın ilk üyelerinden olmuş. Fakat ben ötekileri de merak ediyorum. Galiplerin değil mağlupların encamını, muahharı değil mukaddemi soruyorum. Yüz yıl geçse de tarihin sıfırlanmasını kabul etmiyorum. Çok şey mi istiyorum?


Sonuç bağlamında şunları söylemek sanırım yeterli olacaktır: Jung’a göre her insanda kolektif bir bilinçdışının izleri görülür. Bazen belli belirsiz duyulan bir ses, pişen yemeğin kokusu, eski bir şarkı, uyurken görülen bir rüya ya da ilk paragrafta değindiğimiz “İzmir Hatırlıyor” etkinliğinde olduğu gibi konuşulanlar, anlatılanlar, insanlara çoktandır unuttuğu bir şeyleri çağrıştırır. Hafızalar alt üst olur bu tazelenmede. O zaman garip bir duyguya kapılmak kaçınılmazdır. Sanki bir şeyler hala aramızda yaşıyormuş gibidir. Lakin bu aldatıcıdır. Artık o her neyse aramızda değil de sadece içimizde yaşıyordur. Marifet içimizde yaşayanla yüzleşmede.