Ağır Nostalji İstanbul

Kentin uzun tarihi hep karmaşıklığın, çoğulculuğun ama aynı zamanda seçkinciliğin, iktidar denen vahşi yaratığın yaltakçısı olmanın, kurban ayinlerinin el verdiği savaş denilen şiddet sağanağının da tarihi olmuştur. Bu bakımdan köyün samimi ve içsel disiplini dayatan ahlaki asabiyeti kentte hukuka dönüşürken, bunun nedeni tam da Levinas’ın “üçüncü” figüründe olduğu gibi kentin dolayım mekanı olmasından dolayıydı.

Hasılı kent tarihi boyunca kozmopolitliğin mekanı oldu, kent tarihi boyunca karmaşıklık ve refahın taştığı, görkemi ile gözlerin kamaştığı bir yer oldu. Köyün ekonomisi yoktur, köyün maddi hayatı ve bunun ögeleri olan geçimliği vardır. Köyün fazlası kentin ekonomisini üretir. Köyde şef vardır ve şef denetime tabidir, aradan sıyrılıp iktidar kurmaya kalkarsa köylüler onu alaşağı ederler. Kentse bu dolayımsız otoriteyi devletle bir ileri aşamaya taşıyarak, gönüllü değil dayatılmış iktidarı üretir.

Köyün nasıl bir asabiyeti varsa. Kentin de vardır. Kent bir cemaat olma ihtiyacı ile bir tapınağın çevresinde öbeklenerek de doğdu. Tanrısının emirlerinden doğdu. Bu yüzden insanların gelip geçtiği bir han olma, kentin uzun tarihinde bir anı teşkil edecek megapol denilen ve endüstri çağının bir ürünüdür. Tersine kentler tarih boyunca kendilerini kentleri ile tanımlayan kentlileri ile var oldu.

Bizim tarihimiz boyunca tarihin ilk kenti olan Uruk’un mirasçısı olmaya bir tek İstanbul layık olmuştur. Bu yüzden İstanbul, tarihi boyunca hep kozmopolit kaldı, hep çok dilli, çok şiveli oldu. Karmaşık işbölümü, zenginliğin kaynağı olan karmaşık bir ekonomi ağı olmak, zenginliklerin aktığı ve yeniliklerin hep ilk burada görücüye çıktığı, bir yer oldu. Bu nedenle de hep bir cazibe ve haset kaynağı oldu.

Ancak İstanbul’a göç hep kontrol altındaydı. Ancak en nitelikli emek gücü, yahut zenginlik yaratıcı tacir ya da atanmış memur bu kente ve onun çok renkli yaşantısına dâhil olabilirdi. O poliydi, kentti ve oraya da ancak kentin yaşamına nitelik katacak olanlar dâhil olabilirdi. Bu durum ancak insanlar arasında göreli bile olsa eşitlik öngören modernlik ile kırıldı, kırılabilirdi. Cumhuriyetçi seçkinler modernlik iddiası ile ortaya çıksalar da modernliğin eşitlik ufkundan çok uzakta olduklarından Cumhuriyetin Ankarası’na köylüler uzun bir süre giremedi. Ne zamanki Demokrat Parti ile köylü sözde değil özde milletin efendisi oldu o zaman kentler herkese açıldı.

İstanbul’un göç öyküsü hem bu seçkinci hiyerarşisinin kırılan gururunun, hem modern eşitlik ufku karşısında Cumhuriyetçiliği bir seçkinlik olarak algılayan eğitimli kentli orta sınıfın irtifa kaybının, tutunduğu mevzilerden birer birer alaşağı edilişinin öyküsüdür. Aslında İstanbul’un gelişim öyküsü sağın neden bu ülkede adeta iktidara demirlediğinin ve şimdi de AKP’nin önlenemez yükseliş ve olası düşüş öyküsünün de kaynağıdır. İstanbul üzerinden Türkiye’nin modernleşme öyküsünü okumak olanaklı olduğu gibi solun neden sol olamadığının da nedenini çözümlemek olasıdır.

BİR HAZİN ÖYKÜSÜN SEN İSTANBUL

Türkiye’nin ciddi anlamda sanayileşmeye başlaması, sanayinin devletten yavaş yavaş bir sanayi sermayesine geçerek kapitalizmle tanışması 1950’ler ile başlar. ABD’nin Marshall yardımları ile tüm ülkeyi bir karayolu ağıyla birbirine bağlaması, iletişim altyapısının oluşturulması, aynı zamanda öncelikle montaj yani taklit üretimle sanayileşmenin başlaması-ki bu da dünya kapitalizminin işbölümünün bir ürünüdür-ve buna bağlı olarak sermaye birikiminin el değiştirmeye başlaması bu süreçle başladı. Bu anlam da DP iktidarı bu ülkede siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan tam bir dönüm noktası teşkil eder, modernleşmenin başlangıç sürecidir. Yolsuzlukların, enformel sermeye birikiminin başlangıç süreci de bu döneme tekabül eder diyebiliriz sanırım. Çünkü sermayenin el değiştirmesi, aşama aşama tabana yayılması doğal ki beraberinde formel olduğu kadar enformel bir birikim sürecini de başlatacaktı. Bugünkü “Anadolu kaplanları” ya da ünlü “Anadolu sermayesinin” temelleri de bu devlet teşviki ile başlayan özel sektör eksenli kapitalistleşmenin -ki kapitalizmin tarihi boyunca devlet sermaye birikiminin kolaylaştırıcısı olarak hep devrede oldu- temelleri de o dönemde atıldı.

Sanayinin ve ticari zenginleşmenin büyük kentlerde özellikle de İstanbul’da yoğunlaşması, İstanbul’un tarihi boyunca hem ülke ekonomisinin “prima madonnası” olması hem de tarihi boyunca bir “ekonomi dünya” olarak odak olması ekonominin kalbinin İstanbul’da olmasını gerektiriyordu. Siyasal olarak değil ama ekonomik olarak İstanbul bir başkentti. Cumhuriyetin İstanbul’u cezalandırıp Ankara üzerinden Anadolu’yu ödüllendirme planı tarihsel ve ekonomik gerçekler ile çakışmadığından İstanbul tarihteki merkez kent olma rolünü tekrar kazanmış oldu.

İşte yukarıda saydığım gerekçeler yanında toprak reformu yapılamaması, tarımda makineleşme ile birlikte bir atıl emek gücü doğması, yanlış teşvik politikaları, ekilebilir arazilerin artık yeterli imkan sağlayamaması gibi birçok nedenle tarımda atıl bir işgücü fazlası doğdu.

Bu fazlalığın ilk öncüleri kente geldiler önce inşaat sektöründe, daha sonra ise kentte pıtrak gibi bitmekte olan fabrikalara işçi olarak girdiler. Tıpkı Almanya’ya göç eden işçiler gibi ilk göçmenlerde bekar odalarında, inşaatlarda kalarak, giderlerini olabildiğince kısarak para biriktirdiler ve ailelerini yanlarına aldılar. İlk göçmenlerin bir bölümü mevcut konutlarda kalarak -bir kısmı kapıcılık yaparak- yerleşim sorununu çözerken, bir bölümü de gecekondular yolu ile İstanbul’a yerleştiler.

Her göç gibi bu göçte önce kent içinde kültürel sermaye kaynaklı sınıfsal ilişkisizliği, daha sonra ise çatışmayı da beraberinde getirdi. İstanbul’un yerleşik nüfusu kente yeni gelenlerin kültürel uyum sürecini onları dışlayarak, horgörerek olumsuzlamaya dönüştürdüyse de ilk gelen kuşak kente uyum göstermek için çaba göstererek özellikli ikinci kuşakta aradaki açığı kapatmaya çabaladı. Daha sonra ise bu çaba boşlanarak bugün şikayet edilen “İstanbul mega köye döndü” sözlerinde yankı bulan kentle köyün ya da kasabanın sentezi olarak ortaya çıkan melez kültür oluştu. Bunu arabeskin serüveni üzerinden okumak mümkündür.

Solun gecekondulaşma olgusunda tepkisi önceleri yoksul emekçi halkla dayanışma üzerinden kurulduysa da süreç içerisinde sol aydın ve yazarlarda kondulaşma kent rantı üzerinden yasadışı zenginleşme söyleminde yankı bulan bir tür olumsuzlamaya dönüştü.

Zaten eski kentlilerin başlangıçta acıma ile görgüsüzlük arasında gidip gelen göç algısı zaman içinde “onlar senden benden zengin, bizim dikili çöpümüz yok, onlarınsa apartmanları var”a dönüşerek bir tür sınıfsal nefrete hatta ırkçılığa neden oldu.

AĞIR NOSTALJİ, AĞIR IRKÇILIK

Kente ilk göç edenler çoğunlukla Anadolu kentlerinden ve kasabalarından geldiler. Bu nedenle çabuk uyum sağlayarak kültürel sermaye bakımından da sınıf atladılar. İlk gelenler arasında köyden gelen ve gecekondulaşanlar ise arabeskte yankı bulan bir kültür şoku ve buna isyan geliştirdiler.

Modernleşmede makas değişiminin asıl özneleri de onlar oldular. Onlar çok çeşitli işlerde çalıştılar. Fabrika işçisi olanlar yanında hamallık, boyacılık, işporta, temizlik işçisi, garson vb. kentlilerin yapmadığı işleri yapanlar da vardı. Bunlar çalıştılar, kentin ayartıcı eğlenceli neonlarına kapılmadan para biriktirip, çocuklarını okutup, onlara iş kurup kente tutundular ve dahası zaman içinde kentin yeni sermaye profilini oluşturdular.

Belki nostalji ile yâd edilen eski İstanbul kültürü -tabi o kültür kaldı ise- ile buluşmadılar, ama kent yaşamına uyum sağladılar. Belki kendilerinin şivesi değişmedi ama çocuklarında şive değişiminin üzerinde durdular.

İlk gelip gecekondu oluşturanlar sonra gelenler için sosyal sermayeye dönüştüler, kent hayatı konusunda bir tür kılavuz oldular. Kentin zayıf karnını, zeka ve kurnazlıkla hayatı dönüştürmenin yollarını öğrendiler ve elbette kent arazilerini parselleyip yerleşime açmayı bundan kâr etmeyi de onlar keşfettiler.

Ancak, yeni kentlilerin horgörü ve hasetle karışık, ağır İstanbul nostaljisine sarılmış ırkçılığın nesnesi olması söylemleştirilirken, bu insanların kente tutunmak için ödedikleri bedelleri, kente tutunmak için cangıl yasalarının gerektiğini onlara öğretenlerin de eski kentliler olduğu hep unutulur. Mesela filmlere konu olan saf köylünün dolandırılması ve böylece onların da dolandırıcılık denilen ve tam da kente özgü olan kandırmacayı öğrenerek “yolunu bulmayı” kent bıçkınlarından öğrendiğini unuturlar.

Külhanbeyinin mafyaya dönüşümünde kaçakçılığı organize edenlerin ilk başta kente yeni gelenleri kurye ya da kiralık katil olarak istihdam edişleri, bilumum suç istihdamında onların hep alt işlerle “organize işleri” öğrendikleri söylenmez. Yeni gelen kentlilere nefret yüklü ırkçılık püskürten Serdar Turgutların. Mine G gibi şöhretli kalemlerin, eski solcu olmaları solun bir bölümünün, daha doğrusu eskiden solcu sonradan liberal olan, ya da sıkı Kemalist olarak aslına rücû edenlerin kent yoksulları ile kurduğu ilişkide değişen sınıfsal kaymaların payını göstermesi bakımından ibret verici olsa gerek.

Buraya kadar yazılanlardan yola çıkarak yeni kentlilere ırkçı bir biçimde saldıranların sınıfsal tavırlarını kültürel sermeye üzerinden tesis edenlerin, kentli dedikleri İstanbul kültürü dedikleri kültürün ne olduğuna bakmak gerek.

İstanbul’un göç tarihi ve kentli orta sınıf klişeciliği

Bunun için önce İstanbul’un göç tarihine, ve kent kültürünün dinamiklerine bakmak gerekir. Öncelikle tüm kentler gibi İstanbul da tarihi boyunca göç aldı. Bu göçün kültürel yansımalarını en iyi karagöz perdesinde görmek olanaklı. Perdede kaba, görgüsüz, idrak eksikliği olanların Kastamonulu, Bolulu olmaları hiç de rastlantı değildir. Perdede yerilenler Türklerdir (kuşkusuz perdeden bir çok sosyolojik olgu fışkırır, Arapları, gayrımüslimleri Karagöz perdesinin nasıl konumlandırdığı, Müslüman zihnin çok kültürlü İstanbul’u nasıl alımladığını görmek olanaklıdır), Türkler de İstanbul’a göçle gelenlerdir.

15. yüzyılın sonunda Osmanlı padişahı II. Mehmet'in iş kapasitesini genişletmesiyle 16. yüzyılda ilk göç dalgası gelmeye başladı.O tarihlerde İstanbul'un nüfusu 400 bine vardığında dünyanın en büyük kenti unvanını almıştı. O tarihlerde İstanbul'a göç edenlerin, Haliç'teki tarlalara kulübe yapıp yerleşirler. Bu kulübeler İstanbul'un ilk gecekonduları kabul edilebilir. İlk gecekondu semtleri; Zeytinburnu, Haliç ve Kağıthane'de oluştu.

İstanbul’un otantik kent kültürü büyük oranda iki aktörce şekillendirilmiştir, Bunlardan biri saraydır, diğeri ise tekkelerdir. 19 yüzyılda ise bu aktörlere yabancı sefaretler ve Pera Levantenleri, gayrımüslim azınlık eklendi. Bu anlamda İstanbul’da kavramın hakkını vererek bir burjuvadan ve burjuva kültüründen söz edilecekse bu özünde bir Pera kültürüdür.

Pera hem İstanbul’un kültürel modalarının aktığı ana damar, hem de bugün olduğu gibi eğlencenin merkezi konumundaydı. Daha sonra Cumhuriyetle özdeşleşecek balo ve vals kültürünün doğum yeri buradan başkası değildi.

Geleneksel Müslüman kent kültürü ise popüler düzeyde Bektaşi kahvehanelerinde ve yüksek düzeyde ise Mevlevi tekkelerinde üretilmekteydi. Bu anlam da cumhuriyet sonrası Üsküdar, Fatih gibi semtler otantik kültürü bir ölçüde muhafaza ederken Beyoğlu kozmopolit, eğlence kültürünün mekanı olmayı sürdürdü.

Ama Cumhuriyet, kent kültürünün bu iki farklı ana damarının ikisini de kesmişti. Pera Levantenlerini, gayrımüslimlerini yani kozmopolit ve Batılı kültürün taşıyıcısı olanları kendi taşra milliyetçiliği ile yok etti. Diğer yandan tekkeler kapatıldı, İslami kültür yeraltına itildi. Sonuçta yeni gelenlerin içselleştireceği bir kent kültürü yoktu. Kent kültürü adına büyük oranda memurlar tarafından oluşturulmuş bir yandan Batılı, diğer yandan taşralı milliyetçi bir kırma kültür kentlilik olarak tezahür etmişti.

İşte bugün hayıflanılan eski İstanbul aslında bir kurmacadan başka birşey değil. Eski İstanbul denilen cumhuriyet sonrasında oluşan gazino ve mesire kültürü, memur sinikliği içinde şekillenen bir orta sınıf ağıdıdır. Özünde de sınıfsal kaymalarda kaybeden olmaktan doğan hasedin varettığı bir sınıfsal kin, bundan doğan bir sınıfsal ırkçılık Kemalist seçkinciliğin temel hatlarını çiziyor.

Bu seçkinciliğin kalemşorları olarak Mine G’nin bir yandan Paris’ten devşirilmiş üçüncü sınıf Fransız kültürünü Kemalist oryantalizme sararak, Serdar Turgut, Engin Ardıç vb’lerin “New York New York” eksenine oturan Amerikan tüketim kültürü eksenli kent kültürü da otantik İstanbul kültürü filan değildir. Bunların hepsi de sol kırması Kemalizmden devşirilmiş bir seçkincilik ve Beyaz Türk faşizmidir aslında.

Bu ırkçılık eski ırkçılık gibi biyolojik eksende değil kültürel ve sınıfsal eksende ilerleyen, eşitlikçilikten nefret eden, hiyerarşiyi kutsayan ayrımcılık eksenli bir ırkçılık. Ve aslında dışarıdan ithal edilen bu nedenle de okumuş kesimde karşılık bulan bir şey. Otantik taşra muhafazakarlığının mahalle baskısından farklı olarak bu anlayış sindirici, özümseyici değil dışa atıcı ya da Zygmunt Bauman’ın tabiri ile bulumik yani kusarak dışarı çıkaran bir kültüre dayanıyor.

Bu kesim göçün sosyolojik gerçeği ile yüzleşmek bunu içselleştirmek yerine, göçle gelenleri oldukları yerde muhafaza eden ve tıpkı Kemalizm gibi modernleşememiş, modernleşmeyi yüzeysel bir dış görünüm ve biçimsel davranış estetiğine indirgeyen sağcı bir anlayışı sol olarak sunuyor ve birileri de bunu solculuk sanıyor. Bugün bu seçkincilik CHP’de toplanmış olan bir zihin durumu, CHP tabanının AKP’ye duyduğu nefretin kökeninde de ideolojik değil sınıfsal bir tutum var. Bir zamanların hacı ağa imgesi gibi sermeyenin geçmişin aşağı sınıfların da toplanmasıyla oluşan yeni zenginlere hasetle karışık “türedi” sıfatı layık görülüyor.

Hasılı Türk solunun esas başarısızlığı da -radikal solu dışarıda tutarsak- bu sınıfsal ırkçılıkla iç içe geçebilmesidir. Ne yazık ki, sol kendini bu orta sınıf faşizminden kurtarmadıkça da bu ülke yoksullarının makus talihi değişmeyecek.