Kötülük Hafızası: Cumhuriyet’in Diyarbakır’da Kimlik İnşası

Tarih, herkesin üzerinde ittifak ettiği yalanlar silsilesi/toplamıdır.
Napolyon Bonapart

Bünyesinde farklı etnik ve dinî grupları barındıran Modern dönem öncesinin siyasal yönetim yapıları İmparatorlukların, yükselen milliyetçi ideolojik dalgaya mağlup olarak tarih sahnesinden birer birer silinmesiyle yerine bu zemin üzerine inşa ve ikame edilen ulus-devletlerin dayandığı akıl, başta özgürlükler olmak üzere, pek çok alanda bir sorun ve sorunsal olarak bize tevarüs etmiştir. Söz konusu bu yapı günümüzde güçlü bir şekilde varlığını devam ettirmektedir. Entelektüel aklın teoride mesafeli durduğu bu marazi durum, neredeyse çağımızın en muteber -Ernest Gellner’in (1983) ifadesiyle söylemek gerekirse “siyasal meşruluk formu”- siyasal anlayışı olarak kabul görmekte ve her geçen gün taraftar bulmaktadır. Bu saikler dolayısıyladır ki milliyetçi ulus-devlet ideolojisine yaslanan müesses nizamlar zayıflamak yerine giderek güçlenmekte, yerküre sathında pratik sonuçlarıyla karşımıza çıkmaktadır. Hayatımızı ihata eden “ulusçuluk/milliyetçilik, zamanımızın politik hayatının en evrensel biçimde meşru kabul edilen değeri”dir, der Anderson (2004: 17). Ne var ki sözü edilen bu evrensel meşruiyet, İmparatorluklar çağında son derece silik ve geçişken olan sınırların ulus-devletlerle beraber muayyen ve katı hale gelmesine yol açmıştır. Seyahat ve dolaşım özgürlüğünü ciddi manada kısıtlayan, insanları belli bir coğrafi bölgeye hapseden ulus-devlet ideolojisi, aşılması gereken bir anomali olarak yadırganmak bir yana, giderek tahkim edilen bir şeye dönüşmüştür. Serdar Kaya, ulus-devletin özgürlük tasarrufu konusunda şöyle der:

Ulus-devlet fikriyle birlikte, ülkeler arasındaki sınırlar da eskisine göre çok daha belirginleşmeye ve seyahat özgürlüklerini dahi önemli ölçüde kısıtlayacak derecede yükseldi. Bir anlamda herkesi kendi ülkesine hapseden bu süreç, merkeziyetçiliğin de artmış olmasının yardımıyla insanları tek tipleştirmeye başladı. Farklı kimliklere sahip olan insanlar, tek bir “milli” kimliğe asimile edildiler. Örneğin, Fransız İhtilâli gerçekleştiğinde halkın yarısı dahi Fransızca bilmezken, Fransız devleti zaman içerisinde “dil birliği”ni sağladı. Çok sayıda küçük devletten oluşan bir yarımada durumunda olan İtalya (ve İtalyanca) için de durum bundan çok farklı değildi. İtalya’nın 1800'ʹlü yıllar boyunca süren ve Risorgimento adı verilen birleşme süreci esnasında, “İtalya’yı ortaya çıkardık, şimdi de İtalyanları ortaya çıkarmamız lazım” demiş olan milliyetçi lider Massimo d’Azeglio’nun, bu sözüyle uluslaşma sürecinin ifade ettiği anlamı özetlediği söylenebilir.
(Kaya, 2010: 121-22)

Ancak günümüz iktisadi şartlarının dayattığı bir zorunluluk olarak sermayenin dolaşımı, ulusları aşan küresel ekonomik pazar ve rekabetle beraber gelişen küresel ekonomi piyasası, yine buna bağlı olarak dolaşımdaki rant, ulus-devlet yapısında kısmen de olsa esnemeler meydana getirmiştir. Bunun bir sonucu olarak teşekkül eden Avrupa Birliği ve buna bağlı olarak Avrupa’da büyük oranda gevşek sınır uygulamalarına geçiş, milliyetçiliğin geriletilmesi manasına gelmese de, ulus-devletlerin geleceğine dair serbest dolaşım hürriyeti ve yapısıyla alakalı olarak kimi ipuçlarını barındırmaktadır. Dolayısıyla “uluslarüstü (supranational) bir yapının ifadesi olan Avrupa Birliği, aynı zamanda modernite sonrasına yönelik olan bir arayış durumunda,” şeklinde yorumlar Serdar Kaya. Ancak sözünü ettiğimiz bu esneme ve geçişlilik, modernite sonrasına ilişkin birtakım emarelere karşın, şimdilerde daha ziyade ekonomiyle çerçevelenmiş kapitalist bir hüviyeti haizdir. Yoksa milliyetçilik ideolojisinin somut bir veçhesi olarak ulus-devletler siyasal ve coğrafi bütünlüğünü muhafaza etmede herhangi bir şeyi kaybetmiş değiller.

Türk Ulus-Devlet İnşasında Örtü: Cumhuriyet

“Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur,” der Benedict Anderson. Çokuluslu bir İmparatorluk’un bakiyesi olarak inşa edilen Türk ulus-devleti de tahayyül edilmiş bir yapıdır kuşkusuz. Dolayısıyla diğer ulus-ülkeler hangi surette ve saiklerle teşekkül etmiş ise, Türk ulus-inşası da benzer biçimde ve reflekslerle teşekkül etmiştir. Keza bu anlamda fazlası var eksiği yok. Bu nedenlerden olacak, işe ulusal aidiyetlerin yerleşikliğini önceleyerek başlamıştır. Akabinde kurgulanan ve üretilen geçmiş; nihayetinde “tahayyül edilen vatandaş tipi”nin yaratılması. Bütün bunların olabilmesi için üretilen geçmiş ve kurgusal kültürün kitlelere benimsetilmesi ve ikamesini zorunlu kılıyordu. Bunun için hummalı bir çalışma içine girildi. Türk ulus-devletini tahkim etmek, Kemalist ideolojiye bağlı nesiller yetiştirmek. Bu işi yapma vazifesini Cumhuriyet’in umdelerine sıkı sıkıya bağlı makbul/memur aydınları üstlendi ve memleket sathında işe koyuldular. “Ulus-devletin püf noktası, insanların aidiyet duygusunu tek boyuta indirgeyebilme ham hayalidir,” der Sevan Nişanyan. Osmanlı bakiyesi Türk ulus-devletinde mesele tam da bu noktada reaksiyonlarla karşılaşıyor, problemler üretiyordu. Çünkü ulus-devletler doğası gereği tektipleştirici, fiktif bir mantık üzerine inşa edilen siyasal ve ideolojik yapılardır. Dolayısıyla içinde barındırdığı “öteki” kültürel yapılara mesafeli, yabancı ve düşmandır. Onun içindir ki böyle bir yapının reaksiyonla karşılaşmaması, sorun üretmemesi düşünülemezdi. Cumhuriyet, inşa sürecinde -kısa bir süre zarfında- sözünü ettiğimiz ideolojik yapının dili yerine daha kuşatıcı bir söylem geliştirmiş; ancak bu söylem ve zemin az bir zaman sonra tersi durumla tebarüz etmiştir.

Türk milliyetçiliğine dönüşen Türkçülük, Kemalizm’le özdeş hale gelinceye kadar din ile bir çatışma alanı oluşturmamıştır. Birinci Meclis’te yerel din adamlarıyla kurulan bağlar, Kemalist milliyetçiliğin başlangıçta İslam’ı dışlamayan, aksine onun desteğiyle güçlenen bir politika olduğunu göstermektedir. Kemalist milliyetçilik ideolojisinin bu tutumu, Kurtuluş Savaşı sona erinceye kadar sürmüştür. Cumhuriyet kurulup bağımsızlık dönemine girilince dine karşı radikal denilebilecek bir tavır geliştirilmiştir.
(Karakaş, 2006: 69)

Hal böyle olunca Türk ulus-inşasına mukavemet gösteren alan ve yapılar yavaş yavaş belirginleşmeye başlamıştır. Cumhuriyet’in mücadele edeceği yapı ve grupların başında kuşkusuz Dindarlar ve Kürtler gelmiştir. Türk ulus-devleti söz konusu bu iki kesimi tedip[terbiye] etmek adına son derece çetin bir mücadeleye girişmiştir. Bu mücadelenin mağduru elbette vatandaş olmuştur. Cumhuriyet’in bu mücadeleden muzaffer çıktığını söylemek oldukça güç. Zira Cumhuriyet, günümüze dek bitmek bilmeyen sorunlarla gelmiş, sorunlu ve kimlik problemi yaşayan vatandaşlara sahip olmuştur.

Türkiye’yi bir örnek olay olarak ilginç kılan, İslam dinine dayalı kimlik bilincinin gücü ve direnci nedeniyle geçmişin tam olarak unutulamamış olması ve bunun sonucunda da, halk içerisindeki geniş kitlelerin, hem eski hem de yeni kimliği (birbiriyle taban tabana çelişkili oldukları noktalarda dahi) aynı anda taşımaya başlamış olmalarıdır.
(Kaya, 2010: 128)

Ulus-devletin kendinde mündemiç dışlayıcılık ve inkârcılığı, Kürtleri ve Kürt Sorununu yarattığı “muteber vatandaşı” nazarında nasıl görülmesi gerektiğini de hesaba katmaktadır. Bu, göz ardı edilmemesi gereken bir husus. Türk ulus-inşa sürecinin hemen başlarında Cumhuriyet’in Kürtler için uygun gördüğü “gelecek”, aslında meselenin vuzuhu için son derece önemlidir. Daha başından itibaren Kemalist jakobenizmin Kürtlere biçtiği “şiddet imajı” her defasında tedavüle sokulmuş, meselenin hak hukuk ve demokrasi temelinde tartışılmasını, çözülmesini engellemiş, Kürt entelektüellerin inisiyatif almalarının önüne set çekmiştir. Öyle ki Cumhuriyet’in yarattığı “muteber vatandaş”ı nazarında Kürtlerin şiddetle yan yana ve iç içe anılması, özdeşleşmesi arzulanmış; böylece Cumhuriyet’in nation building projesi muteber vatandaşı nazarında her defasında kendini tahkim etmiştir. Cumhuriyet’in kimlik inşasını nasıl gerçekleştirdiği, Kürtler için tam olarak nasıl bir “gelecek” öngördüğünü Ercan Çağlayan’ın doktora tezini genişletip yayımladığı Cumhuriyet’in Diyarbakır’da Kimlik İnşası (1923-1950) isimli kitabında daha bir net görmekteyiz. Bu yazıda sözünü ettiğim bu kitabın Türk ulus-inşa sürecine nasıl bir ayna tuttuğunu, bu alanda akademik boşluğa nasıl bir katkısı olacağının yanıtlarını arayacağım.

Kimlik İnşası ve Arızalar

“Otoritenin tüm uygulamaları alçaltıcıdır ve otoriteye her boyun eğiş, aşağılanmadır,” der Mihail Bakunin, Tanrı ve Devlet isimli eserinde. Ercan Çağlayan’ın yukarıda sözünü ettiğim çalışması, Bakunin’in sözünü ettiği aşağılanmaya rıza göstermeyen Kürtlerin karşılaştıkları ve başından geçen hadiselerin spesifik bir örneği olması bakımında son derece önemlidir. Tek Parti iktidarının olduğu 1923-1950 arası dönemini titiz ve derinlikli bir şekilde Diyarbakır örneği özelinde irdeleyen, giriş ve sonuç bölümleri dışında “Oybirlikli Demokrasi: Seçimler, Milletvekilleri ve Partiler”, “Olağanüstü Hal: Birinci Umumi Müfettişlik”, “Demografik Müdahaleler: İskân ve Sürgün”, “Endoktrinasyon ve Eğitim: Diyarbakır Türk Ocağı ve Halkevi”, “Birlik ve Modernlik: Yol, Mekân ve Mimari” isimli beş bölümden müteşekkil son derece kapsamlı bir çalışmadır. Cumhuriyet’in yurt sathında giriştiği kimlik inşası ve bunun bir neticesi olarak Türkleştirme ve sekülerleştirme faaliyetleri bilhassa Kürt coğrafyasında yürütülüyordu. Çağlayan, Cumhuriyet’in yürüttüğü söz konusu faaliyetleri, pek çok arşivden temin ettiği önemli belgeler ve zengin bir kaynakça ile destekliyor çalışmasında. Uzun denebilecek “Giriş” bölümünde çalışmanın mahiyeti, bunun hangi yöntemle yapıldığının yanı sıra Çağlayan’ın akademik ve entelektüel performansı hakkında da fikir sahibi olmak mümkün.

Milliyetçiliğin tarihi ile ulus-devletin tarihi neredeyse aynı tarihsel döneme denk düşer. Osmanlı bakiyesi üzerine ancak Türkçü referanslar çerçevesinde şekillenip inşa edilen Türk ulus-devletinin Kürt coğrafyasında giriştiği tedip [edeplendirme], temsil [asimilasyon] ve tenkil [sürgün] politikalarının tebarüz edildiği milliyetçi/ulusçu kötülük hafızasının deşilmesi bakımından da bu çalışma son derece kıymetlidir. Dolayısıyla bu çalışmada bir bakıma ortaya konan şey, aşağıya alıntılayacağımız nasyonalist kafanın nasıl bir politika yürüttüğünü, tahminlerin ötesinde bunu belgelemesi bakımından da önemli. Kemalist doktrin temsilcilerinin Kürt coğrafyasında yürüttüğü faaliyetleri anlamamamız açısından “Türk ihtilali, öz Türklerin elinde kalmalıdır. Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir,” sözlerinin sahibi dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esad Bozkurt, Ödemiş’te yaptığı konuşmasında şunları dile getirir:

Cumhuriyet Halk Fırkasındanım, çünkü bu fırka bugüne kadar yaptıklarile esasen efendi olan Türk Milletine mevkini iade etti. Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmıyanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır. Köle olmaktır. Dünyanın en hür bir memleketindeyiz. Onun adına Türkiye diyorlar. Meb’usunuzun samimi kanaatini söylemesi için bundan daha müsait yer bulunamazdı. Onun için duygularımı saklıyamıyacağım.
(Akşam. 19 Eylül 1930. [Aktaran: Halıcı, Şaduman. Temmuz 2004.])

“Oybirlikli Demokrasi: Seçimler, Milletvekilleri ve Partiler” isimli kitabın birinci bölümünde Cumhuriyet Türkiye’sinin tek partili dönemde 1946 yılında dek uyguladığı iki dereceli ve “açık oy gizli tasnif” seçim sistemine ilişkin Çağlayan şu tespitlere yer verir:

Tek parti dönemindeki seçimler, özgür ve demokratik seçimler olmaktan ziyade, iktidarı elinde bulunduran CHP tarafından belirlenen adayların ikinci seçmenlere onaylatılmasından ibaretti. Bu nedenle tek parti döneminde seçimler, büyük ölçüde biçimsel düzeyde gerçekleşiyordu. […] iki dereceli seçim sisteminde, ilk olarak birinci seçmenler, yani halk, ikinci seçmenleri seçiyor ve daha sonra ikinci seçmenler de milletvekillerini seçiyordu. […] CHP’nin önemli simalarından Mazhar Müfit [Kansu] Bey, halka seçim hakkı verilirse, meclise hacılar, hocalar ile şeyhlerin geleceğini ve bunları ilerlemenin en büyük düşmanları olduğunu ifade ediyor ve halka “güvenilemeyeceğini” açıkça dile getiriyordu.
(Çağlayan, 2014: 29)

Cumhuriyet’in kimlik inşasında ülke genelinde uyguladığı iki dereceli seçim sistemi ve “güdümlü siyaset”ten kaynaklı olarak Diyarbakır’da yaklaşık çeyrek asır aynı simaların mebus olduğunu/yapıldığını ve bunların kahir ekseriyetinin Kemalist kadronun asker ve bürokratlarından; ancak geriye kalanların Diyarbekir eşrafından olup Ermeni kıyımında fiilen yer alan kişilerden oluştuğunu görmekteyiz.

[…] 1923-1946 döneminde Diyarbakır’dan seçilen tüm milletvekilleri CHP adayıydı. Bu arada belirtmemiz gereken önemli bir husus, tek parti döneminde milletvekilleri adayları merkezden belirlendiği için milletvekillerinin büyük çoğunluğu Kemalist harekette yer alan asker ve bürokratlardan oluşması gerçeğiydi. Bununla birlikte Diyarbakır’da yerel burjuvazi olarak adlandırılan “çıkar gruplarına mensup” nüfuzlu kişilerin milletvekili olarak seçildikleri görülmektedir. Tek parti iktidarı boyunca asker, bürokrat ve yerel nüfuzlu milletvekilleri, beş dönem gibi uzun bir süre Diyarbakır milletvekilliği yaptı. […] 1923-1946 yılları arasında yapılan yedi milletvekili genel seçiminde Diyarbakır’dan toplam kırk beş milletvekili Meclis’e girdi. […] Ancak birçok milletvekili birkaç dönem seçildiğinden, tek parti dönemi boyunca Diyarbakır’dan TBMM’ye giren milletvekili sayısı toplamda yirmi dört idi.
(Çağlayan, 2014: 41-42)

“Milliyetçilik, sadece bir toplumsal hareket türü ve bir siyasal ideoloji değil, aynı zamanda bir ‘kültür’ biçimidir ve ‘bir kültür/kimlik biçimi olarak’ incelenmesi gerekir,” der Smith (1991: 118). Evet, milliyetçilik salt siyasal bir ideoloji olmanın ötesinde kültürel bir zeminden güç almakta ve onun çevresinde şekillenmektedir. Buradan hareketle Türkçülük ideolojisiyle yoğrulan Türk ulus-devletinin Türk olmayan anasır üzerinde nasıl bir hasara yol açtığını çalışmasının pek çok yerinde zikrettiği yatılı okullar, Türk Ocakları, Halkevleri/Halkodaları, Millet Mektepleri, Köy Enstitüleri vs. faaliyetleri hakkında bölgede ihdas edilen Umumi Müfettişlikler’in raporları ile örneklendiriyor Çağlayan. Bilhassa Diyarbakır’ın “kuvvetli bir Türklük merkezi” haline getirilmesi için yapılan hummalı çalışmalar ve yürütülen faaliyetleri açıkça gözler önüne seriyor.

Cumhuriyet’in kurucu kadroları yeni kimliğin en belirgin yönünün homojenliği esas aldığının farkındaydı. Bu nedenle Cumhuriyet, Osmanlı’dan devraldığı çok kimlikli toplum yapısını, kuruluştan itibaren Türklük esasında dayandırarak homojen bir kimlik inşasına girişti. Bunu gerçekleştirmek için bir taraftan disimilasyon politikası ile ülkedeki gayrimüslim nüfusun büyük bir kısmı mübadele edilirken, öte taraftan asimilasyon politikası ile Müslüman gayri Türk nüfus, Türklük potasında eritilerek imparatorluktan tevarüs eden heterojen yapı türdeşleştirilmeye çalışıldı.
(Çağlayan, 2014: 15)

Cumhuriyet’in kimlik inşasına bir reddiye olarak patlak veren Şeyh Said Ayaklanması ve buna ilişkin alınan tedbirler, ulus-devletin kimlik inşasında atacağı adımlar konusundaki kararlılık ve şiddetine ilişkin net bilgiler vermektedir.

Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu’nun ilân edilmesinden itibaren Türkiye’nin yönetim biçimi, bir otoriter tek parti yönetimi, açıkçası, bir diktatörlüktü. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun ve bu yasa gereğince kurulmuş olan mahkemelerin 1925-1926 yıllarında bütün muhalefeti susturmada nasıl kullanılmış olduğunu ve Mustafa Kemal’in 1927’deki büyük nutkunda bu bastırma eylemini nasıl haklı çıkardığını görmüştük.
(Zürcher, 2012: 261)

Kitabın “Olağanüstü Hal: Birinci Umumi Müfettişlik” serlevhalı ikinci bölümü Olağanüstü Hal’e giden yol, Şeyh Sait Ayaklanması ve Umumi Müfettişlikler’in kurulması ve faaliyetleri gibi pek çok bakımdan ehemmiyeti haizdir. Yazarın “Şeyh Said” hadisesini anlatırken “ayaklanma” kavramını tercih etmesi dikkatleri çekmektedir. Bu tercihin bilinçli olduğunu, verdiği dipnotta hadisenin kaynaklarda farklı farklı isimlendirildiğinden anlamaktayız. Bizce de bu kavramın tercih edilmesi, meselenin mahiyeti hakkında daha sağlıklı ve tarafsız yorumda bulunmak için yerindedir. Şeyh Said Ayaklanması dolayısıyla tesis edilen Şark İstiklal Mahkemeleri’nin verilerine dayanılarak ayaklanma esnasında ve sonrasında arşiv belgeleri referanslı verilen rakam ve bilgiler, meselenin ehemmiyetini ve büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Şeyh Said Ayaklanması’nın anlaşılması hususunda aynı zamanda kaynak eser olmak bakımından önemli olan bu bölümde, Umumi Müfettişlikler’in faaliyetleri, müfettişlerin nasıl bir çalışma yürüttükleri konusunda da kaynaklık teşkil etmektedir.

Tep parti döneminin en önemli kurumlarından olan Umumi Müfettişlikler, siyasetten yönetime, ekonomiden eğitime, bayındırlıktan ulaşıma ve kültürden spora değin pek çok alanda faaliyet gösteriyorlardı. Umumi Müfettişlik teşkilatı, Cumhuriyet idaresinin homojen bir toplum yaratmak ve devlet otoritesinin zayıf olduğu yerlerde otoriteyi sağlamak amacıyla kuruldu. Bunun bir neticesi olarak Umumi Müfettişlikler, kendi bölgelerindeki sivil ve askerî makamlar ile yargı makamı üzerinde geniş bir yetkiye sahip olup bölge valiliği şeklinde teşekkül eden kuruluşlardır. Umumi Müfettişlik teşkilatının kurulmasıyla ülkenin büyük bir kesimi “otoriter bir yönetim” ile idare edildi.
(Çağlayan, 2014: 81-82)

Anadolu’nun kozmopolit ve kadim merkezlerinden biri olan Diyarbakır, heterojen yapısını Cumhuriyet’in ilk yıllarına dek muhafaza etmeyi başarmıştır. Ne var ki çok etnili, dilli, dinli ve mezhepli yapı ulus-inşasının homojenleştirme politikalarına feda edilecekti. Kimlik inşasının sosyolojik yapıya tesirinin anlatıldığı “Demografik Müdahaleler: İskân ve Sürgün” başlıklı üçüncü bölümde iskân, sürgün ve zorla yerinden etme politikaları genelde Kürt coğrafyasında, özelde Diyarbakır’da olmak üzere üç hedefin gerçekleştirilmeye çalışıldığını söylemek mümkün: Asimilasyon, teritoryal hakimiyet ve Kemalist rejime muhalefet edecek dinî ve ekonomik nüfuzlu kanaat önderlerinin yerinden ve yurdundan edilmesi.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, sosyal bağlamda homojen bir ulus, siyasal bağlamda ulus-devlet oluşturmak için uygulanan demografik müdahaleler arasında mübadele, iskân ve zorunlu göç politikaları öne çıkmaktadır. Söz konusu dönemlerdeki mübadele, göç ve iskân politikaları, Cumhuriyet öncesinde başlayan Türkifikasyon sürecinin en önemli öğelerinden biri olarak uygulamaya konuldu. Türkifikasyon projesi, homojenleştirme işlemini Türk etnisitesi üzerinden hayata geçirerek Türk olmayan unsurlar tek bir ulus potası içerisinde eritilmeye çalışıldı. […] Kemalist Cumhuriyet, dil ve kültür farklılığının en yoğun olduğu Vilayat-ı Şarkiye’de iskân politikalarına ağırlık verdi. Bölgede uygulanan iskân ve göç politikalarıyla, bir taraftan bölgeye Türk nüfus iskân edilmesi ve Kürt nüfusun Batı vilayetlerine göç ettirilmesiyle Türkleştirme politikasına ivme kazandırılırken, diğer taraftan ağa, şeyh ve bey gibi Kürt liderlerinin topraklarına el konularak nüfuzlu kişi ve ailelerin gücü kırılmaya çalışıldı.
(Çağlayan, 2014: 115-116)

Sürgün ve zorla yerinden edilmenin bir sonucu olarak Diyarbakır’daki pek çok Kürt aydını binêxetî [bınxet] dedikleri Suriye’ye yerleşerek Kürt politik ve entelektüel merkezini Suriye’ye kaydırmış oldular böylece.

Bir Nifak Aracı Olarak Eğitim ve Ulaşım

Ulus-devlet sürecinin en mühim ayaklarından biri kuşkusuz “ulus yaratmak”tır. Söz konusu tahayyül edilen ulus-inşası için başvurulan enstrümanların başında hiç şüphesiz “milli eğitim” gelmektedir. Türk ulus-inşası sürecinde eğitime bu anlamda büyük bir önem verilmiştir. Eğitimin nasıl araçsallaştırıldığı, yine insanların bu araçla kendilerine ne derece yabancılaştırıldıkları meselesi, kitabın “Endoktrinasyon ve Eğitim: Diyarbakır Türk Ocağı ve Halkevi” başlıklı dördüncü bölümünde irdelenmiştir. Kemalist inşa sürecinde eğitim âdeta bir silah olarak kullanılmıştır. Öyle ki Türk Ocakları, Halkevleri/Halkodaları, Millet Mektepleri, Köy Enstitüleri, keza açılan çok sayıda okul üzerinden yürütülen asimilasyon ve sekülerleştirme politikası icra edilmiştir. Söz konusu kurumlar aracılığıyla geçmişe ait değerler adına ne varsa aşağılanıyor, yerine “çağdaş insan” ve ona dair kültür ve kimlik yaratılıyordu.

Türkçülüğün ihdası adına Türk Ocakları üzerinden girişilen kültürel asimilasyonlar son derece planlı programlı bir şekilde yürütülmüştür. “Diyarbakır Türk Ocağı” alt başlığı ile uzun uzadıya anlatılan Türk Ocağı’nın faaliyetlerine ilişkin şu bilgiler meseleyi sarih kılacaktır:

Türk Ocakları ders, kurs, seminer, konferans, sergi, müsamere, spor, balo, kütüphane ve köycülük çalışmalarıyla faaliyet gösteriyordu. Kuşkusuz, Türk Ocaklarının konferans, konser ve yayın faaliyetleri Türk toplumunda “milliyetçi bilincin yükselmesinde” önemli bir etkiye sahip oldu.
(Çağlayan, 2014: 181-182)

Kültürün mü ideolojiyi belirleyip biçimlendirdiği, ideolojinin mi kültürü biçimlendirdiği meselesi çoğu zaman için tartışmalıdır. Bu meseleye ilişkin Yüksel Taşkın’ın Milliyetçi Muhafazakâr Entelijansiya isimli kitabında Ahmet Kabaklı’dan naklettiği şu görüşler:

Bir tek iktidar vardır. O da kültür iktidarıdır. Yani, hükümetler, devletler kültürler üzerine kurulurlar. Ekonomi üzerine kurulmazlar… Adam Smith’çi ve Marks’çı görüşlerin zıttına, kültür ekonomi üzerine değil, ekonomi kültür üzerine kurulur. Yani, ‘altyapı’ iktisat değil, kültürdür.
(Taşkın, 2007: 15)

Türk ulus-devletinin mevcut kültürel zemin üzerine inşa edilmediğini söylemek çok kolaycılık olur. Bu durum her ne kadar ilk bakışta ulus-inşasına mugayir gözükse de, aslında esas meselenin tam da böyle kurgulandığını söylemek mümkün. Zira Türk ulus-inşası görünürde gelenekle –bunun İslâmi gelenek olduğunu belirtmekte yarar var- bağlarını koparmıştır. Ancak Türk örf ve ananesinin yanı sıra Türklük namına icat edilen nevzuhur kültürle büyük bir asimilasyon politikası icra edilmiştir.

Eğitim ve kültür sahalarında girişilen cengâver mücadele elbette ulaşımla ve mimari ile desteklenecek, temdin politikaları tam manasıyla neticeleninceye dek devam edecekti. “Birlik ve Modernlik: Yol, Mekân ve Mimari” ismini taşıyan kitabın beşinci bölümünde yapılan demiryolları, karayolları ve asri binaların nasıl ve nerelerde yapıldığını, hangi amaca matuf olduğunu görmekteyiz.

Mustafa Kemal’in, “Vatandaki içtimai ve iktisadi noksanların izalesi her şeyden evvel ve her tedbirin başında olarak şimendifer muvasalasına tabidir” ve “Demiryolları, toptan ve tüfekten daha mühim bir emniyet silahıdır, demiryolu refah ve bayındırlık yoludur” sözleri Cumhuriyet için demiryolunun ifade ettiği anlamları ortaya koymaktadır. […] İsmet İnönü, demiryolu için şunları söylüyordu: “Yol mahrumiyeti bu milletin asırlardan beri en köklü derdidir. Milli devlet için şimendifer ihtiyacı milli vahdet; milli müdafaa ve milli siyaset meselesi, asırların mahassalası [neticesi] olan milli istiklalin muhafazası meselesidir.
(Çağlayan, 2014: 226-227)

Heterojen bir mirasın Türklük lehine homojenleştirilmeye çalışıldığı Türkiye’de homojenliğe direnen en büyük kitle kuşkusuz Kürtler oldu. Bunun içindir ki Cumhuriyet Türkiye’si bölgede, bilhassa Diyarbakır’da sıkı tedbirler aldı, dört koldan muhtelif faaliyetlere girişti. Buna yönelik giriştiği sürgünler, iskânlar, kültür ocakları ve halkevlerinin kurulması, bilhassa demiryolu hattına ağırlık verilmesi, keza bunun yanında karayoluna verilen önem, yine özellikle mimaride karşımıza çıkan eskinin ihmal edilmesi ve asri mimariye ağırlık verilmesi vesaire hepsi yukarıda sözünü ettiğimiz Diyarbakır’ın “kuvvetli bir Türklük merkezi” haline getirilmesi, ona Türk kimliğinin giydirilmesidir. Zira bu dönemde yapılan demiryolu, karayolu ve asri binaların bölgesel kalkınma alanında devletin yaptığı bir hizmet olmanın ötesinde Diyarbakır’ın gelenekle, İslâmiyetle bağlarının kopartılması ve sekülerleştirmeye yönelik politikaların bir neticesidir. Bu durumun anlaşılır kılınması için İtalyan milliyetçi lider Massimo d’Azeglio’nun “İtalya’yı ortaya çıkardık, şimdi de İtalyanları ortaya çıkarmamız lazım!” sözünü referans aldığımızda, aslında yapılanın “Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduk, şimdi de Türkleri var etmemiz lazım!” politikalarının bir tezahürü ve sonucudur demek mümkün.

Sonuç Yerine

Son iki asrın en mühim siyasal ve düşünsel yapısı olan ulus-devletler, doğası gereği monist yapılardır. Onun içindir ki tüm ulus-devletler birbirine benzemekte, aynı sorunlar ve sonuçlarla karşılaşmaktadırlar. Türk ulus-devleti de ulus inşası adına yürüttüğü faaliyetlerde son derece tekçi, yasakçı, asimilasyonist davranmıştır. Uzun süre, bilhassa tek parti despotizmi döneminde, asimilasyon tezgâhlarından geçirildiler. Denebilir ki bu tezgâhtan hasarsız çıkabilen/kurtulabilen neredeyse kimse olmadı. Cumhuriyet’in başından günümüze değin, hasarlı ve hiçbir hakka sahip olmayan halklar, ancak miting meydanlarında hatırlanan birer “retorik malzeme” olup ancak bu fonksiyonlarını icra edebildiler. Dolayısıyla Türkiye’de Türk dışında kalan halklar, Cumhuriyet Türkiye’sinde ne yazık ki hiçbir hakka sahip olamadılar. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün deyimiyle Cumhuriyet Türkiye’sinin “Diyarbakır’ı ‘kuvvetli bir Türklük merkezi’ yapmak,” adına iki koldan bir politika yürüttüğü tespitine yer veren Çağlayan, bu iki parametreyi şöyle özetlemekte:

Tek partili Cumhuriyet, bunu gerçekleştirmek için bir taraftan siyaset, eğitim, basın, Millet Mektepleri, Türk Ocakları, Halkevleri, Halkodaları ve Köy Enstitüleri gibi ideolojik aygıtları, öte taraftan olağanüstü yetkilere sahip umumi müfettişlik, yol, karakol, iskân, sürgün, tedip ve tenkil gibi baskı aygıtlarını kullanıyordu. Kuşkusuz, tek parti dönemi boyunca söz konusu uygulamalar, “Türk ve asri/seküler” Diyarbakır’ın inşası amacına dönüktü.
(Çağlayan, 2014: 263)

Ulus inşasında üzerinde ehemmiyetle durulan, hatta ulus-inşasının başat unsurlarının başında denebilir ki “kurucu ulus atası” gelmektedir. Bu kurucu ata etrafında kurgulanıp çeşitlenen bir milli tarih, milli kahramanlar; milli ve ortak sınırlar; tek ve ortak dil, kültür, sembol, folklor, müzik vs. gibi unsurlar müşterek bir ulus ve aidiyet yaratmaya, geliştirmeye ilişkin faaliyetlerdir. Çünkü yeni bir ulus yaratılıyorsa, bu ulusa ait ortak bir hafıza da yaratılmalıydı. Bir müştereklik yaratma adına Diyarbakır’ın çoğulcu kimliği aşındırılmaya, Türklük potasında eritilmeye çalışıldı. Kimi noktalarda başarılı sonuçlar edinilmiş olsa da Türk ulus-devletinin buradan mutlak bir başarı elde ettiğini söylemek mümkün değil.

Cumhuriyet’in Diyarbakır’daki kimlik inşasında aktif olarak rol alan kurumlardan biri “devletin gözü ve kulağı” olarak nitelendirilen Birinci Umumi Müfettişlik teşkilatıdır. 1987 yılında kurulan Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin ilk örneği olan Birinci Umumi Müfettişlik, 1928 yılında merkezi Diyarbakır olmak üzere kuruldu. Vilayat-ı Şarkiye’deki sekiz ilden sorumlu olan Birinci Umumi Müfettişlik, Diyarbakır’da asayişi sağlamak, kaçakçılığı kontrol altına alma, “eşkıya ve çetelerle” mücadele etme, silah ve istihbarat toplama faaliyetlerinin yanı sıra, parti ve iskân işleriyle de doğrudan ilgiliydi. […] Tek parti döneminde Cumhuriyet’in Diyarbakır’da üzerinde önemle durduğu ve kimlik inşasında önemli bir yer tutan işlerin başında nüfus politikası gelmekteydi. [Çünkü] Cumhuriyet’in ilk yıllarında Diyarbakır, demografik yapısıyla Kemalist Cumhuriyet’in ulusal bütünlüğüne “tehdit” oluşturan bir görünümdeydi. Benimsenen politikalarla kentin heterojen yapısına müdahale edilerek homojen bir kimlik yaratılmaya çalışıldı.
(Çağlayan, 2014: 265-266)

Habermas, ulus-devletler “Sınırlarını neredeyse nevrotik olarak gözetirler,” ifadesini kullanır. Sadece sınırlar değil hemen her konuda “nevrotik davranışlar” sergiler söz konusu yapılar. Hülasa; Türk ulus-devlet inşası sürecinde Cumhuriyet, Diyarbakır’a (Kürtler) baskı aygıtları kullanarak cebren ve hile ile deli gömleği giydirmeye çalışmıştır. Ercan Çağlayan’ın Cumhuriyet’in Diyarbakır’da Kimlik İnşası isimli bu çalışması her şeyden evvel Cumhuriyet tarihi yazımı alanında bir ilk olma payesine sahiptir. Bu çalışmada Cumhuriyet’in nimetleri değil, külfetleri masaya yatırılmış. Keza bu çalışma yapılırken ekseriyetle devletin resmî belgelerinden istifade edilmesi de ilginçtir. Yani bir bakıma, belgelerin tersten bir okumaya tabi tutulması söz konusu.

Ezcümle; Çağlayan’ın bu çalışması, denebilir ki ulus-devletin nevrotik kötülük manzarasını fotoğraflamak bakımından son derece kıymetlidir.

ANDERSON, Benedict. Hayali Cemaatler. Metis Yayınları, İstanbul, 2004.

CALHOUN, Craig. Milliyetçilik. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007.

ÇAĞLAYAN, Ercan. Cumhuriyet’in Diyarbakır’da Kimlik İnşası (1923-1950), İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.

GÖKALP, Emre. “Milliyetçilik: Kuramsal Bir Değerlendirme”, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:7, Sayı: 1, 2007, s. 279-298.

KARAKAŞ, Mehmet. “Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği”, Doğu-Batı (38), 2006.

KAYA, Serdar. Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği. Nirengi Yayınları, Ankara, 2010.

SMITH, A. D. Milli Kimlik. (Çev. B. S. Şener). İletişim Yayınları, İstanbul, 1994.

TAŞKIN, Yüksel. Milliyetçi Muhafazakâr Entelijansiya. İletişim Yayınları, İstanbul, 2007.

ZÜRCHER, Erik Jan. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012.