Bizim Büyük İfadesizliğimiz
Fırtınanın nasıl başladığını hatırlayalım. Sultanahmet Meydanı’nda bir canlı bomba eylemi gerçekleşir ve olay yerine ambulanstan önce yayın yasağı gelir. Patlamayla ilgili açıklama yapması beklenen Cumhurbaşkanı Erdoğan ise canlı yayında patlamanın bir gün öncesinde basında yer bulmuş olan Barış İçin Akademisyenler’in (BAK) “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirisinin kriminalizasyon sürecini başlatır. Erdoğan’ın açıklamalarını takiben BAK bildirisi imzacılarına rektör, savcı ve polis mercilerinden saldırıların başlamasıyla barışa destek veren kitlelere tribünler, sinemacılar, oyuncular, hukukçular, işsizler (tam liste için tıklayınız) katılarak Kürdistan’da sürmekte olan savaşa karşı bir barış cephesi oluşturma yolunda adım atmaya başlar. Bu destek kampanyaları sürerken akademisyenlere yönelik saldırılar ise giderek şiddetlenir. Ev baskınları, Anadolu’daki üniversitelerde çalışan imzacıların linç kampanyalarına maruz bırakılıp tehdit edilmeye başlamaları, hükümet yanlısı basın organlarında imzacıların resimleri ve çalıştıkları kurumların listelenerek hedef gösterilmelerinin ardından akademik özgürlük vurgusunun arttığı bir akademik dayanışma örülmeye başlanır.

Öncelikle yan yana durabilme repertuvarının sınırlı olduğu, “kullandıkları her bir kelime, her bir kavram için kılı kırk yaran 1001 türlü” akademisyenin “kılı kırk yarma ayrıcalığını paranteze” alabilmesi (Altinay, 2016), Türkiye’de akademik alanın yoğun tehdit ve şiddet karşısında gösterdiği birliktelik tablosunun, hele hele içinde bulunduğumuz savaş ortamında, küçümsenmesi mümkün olmayan bir durum olduğunu teslim edelim. Bu yazıda dayanışmanın önüne taş koyma potansiyeli taşıdığını düşündüğüm ifade özgürlüğü söylemine odaklanacağım.

Neleri seslendirirken neleri örtüyoruz?

Erdoğan, BAK bildirisini birkaç günlüğüne ülkenin ana gündemi haline getirirken sessizleştirme döngüsünün de ilk ayağını başlatmış oldu. Akademisyenlerin Kürdistan’daki savaşı görünür kılmak için bir araya gelmesi, bir yandan IŞİD’in şiddet eylemlerinin üzerini örtmek için araçsallaştırılırken diğer yandan da “Yeni YÖK Yasa Tasarısı” ile açıkça ifade bulan üniversitelerdeki şirketleşme arzusuna itiraz edebilecek kesimlerin haritalanması çalışmasına dönüştürüldü. Akademisyenlerin kriminalize edilmesinin hemen ardından dünyanın birçok yerinden tehdit altındaki imzacılarla dayanışma göstermek amacıyla ifade özgürlüğü odaklı destek açıklamaları yayımlanmaya başladı. Çeşitli kurumlardan Erdoğan’ı ve AKP hükümetini muhatap alan açıklamalarda Türkiye akademisindeki ifade özgürlüğü kıstaslarından duyulan endişe dile getirildi. Anadolu’daki üniversitelerde çalışan imzacıların yaşadıkları şehirleri terk etmek zorunda kalmalarına varabilen derecelerde şiddet görmelerine eşzamanlı bir biçimde Kürdistan’daki savaş ise ardında katliamlar bırakmaya devam etmekte.

İmzacılara saldırıların hedef göstermeler ve yer yer lince varan durumların yanı sıra hukuki alanda soruşturmalar ve iş akdine son vermelerle somutlaşmış olması, ifade özgürlüğü söylemine tutunmaya ve bu söylem üzerinden örgütlenmeyi büyütme yoluna gidilmesinin altyapısını hazırladı. İfade özgürlüğü çerçevesinde konuşmak dışında pek bir seçeneğimizin olmadığı bir hukuk dilinin sınırları, savaş koşulları altında kolayca ana söylemimiz haline geldi. Fakat ifade özgürlügü söylemi dışında kelam etme koşullarının zorlaştığı durumlarda başka bir söylem tutturamama halimiz üzerine biraz olsun düşünmek gerekiyor. İfade özgürlüğü söyleminin birçok alanın hızlıca açılmasını sağlarken birtakım potansiyellerin de önünü tıkama riski taşıdığını göz ardı etmemeliyiz. Bu söylemin imzacılar olarak meşru bir zeminde hareket ettiğimizi göstermeye çalışmanın ötesine geçememe tehlikesi taşıdığını düşünüyorum. Adıyaman Üniversitesi’nden Abdurrahman Aydın’ın belirttiği gibi “askıya alınmış bir hukuk, bir güvenlik rejimi, sürekli bir olağanüstü hal demektir. Bunun sonucu da ‘güvenlik gerekçesiyle’ her birimize her şeyin yapılabilir olmasıdır” (Aydın, 2016). İfade özgürlüğüne tutunmanın hukuk alanında elimizde kalmış az sayıdaki araçtan biri olması bizi bu söylemin Kürdistan’da tüm şiddetiyle sürmekte olan savaş bağlamından kopan bir akademik özgürlük söylemine itiyor. Akademik özgürlük kavramına yapılan vurgu bir taraftan daha kapsayıcı bir siyasi söylemin parçası olma şansını kaybetmeye sebep olurken diğer taraftan da “imzacı akademisyenleri, son kertede paranın mantığının tesis ettiği bir kişisel gündeme sıkıştırıp, onların her birinden birer mazlum ve mağdur inşa etme aracı” (Aydın, 2016) güden bir hukuksuzluk zemini içerisine hapsolma sınırlılığının eşiğine getiriyor.

İfade özgürlüğü üzerinden yapılan destek örgütlenmeleri yalnızca savaşın vahşetini artırarak devam etmesini gölgelemekle kalmıyor, aynı zamanda “Batı yakası” ve Kürdistan arasındaki uçurumu derinleştiriyor. Bununla beraber akademik camianın “Doğu”su ile “Batı”sı arasındaki ayrıcalıklı konumları da sağlamlaştırma sorunsalıyla birlikte geliyor. Bu süreci Alman akademisi dahilinde doktora eğitimime devam ederken yaşamış olduğum için ilk elden Türkiye’deki akademik özgürlük yoksunluğunun “özgür Batı” kurumları çalışanları tarafından önce endişe ve üzüntü; hemen akabinde ise bağlamsız “Nasıl yapmalı?” vaazlarına dönüştüğünü deneyimleme şansım oldu. Beylik oryantalist çerçevelerden Türkiye’deki akademik özgürlük yoksunluğuna yapılan vurgu, Erdoğan’a entelektüel bir parmak sallama, Türkiye’deki ve Türkiyeli akademisyenlere üzülme ve mümkün oldukça çok sayıdaki akademisyeni “oradan” çıkarma üzerine örgütlenme çalışmaları şeklinde karşımıza çıkıyor. Bununla beraber, Almanya’nın savaştaki konumu ve bu savaş ekonomisindeki yeri gibi konular Alman akademisyenler tarafından -çok kısıtlı çevreler dışında- rağbet görmemeye devam ediyor. Başka bir deyişle, ifade özgürlüğü hem vaaz vermesi hem de sorumluluk almaktan kaçması rahat bir zemin sunduğundan kimsenin canını sıkmayacak bir söylem olarak tartışmaların genel hattını belirliyor ve katliamlardan katliamlara koşan savaşın kendisini gölgede bırakıyor.

İfade özgürlüğü söyleminin öne çıkması bir taraftan dünya çapında akademik alanda bir mobilizasyonun kısa sürüde sağlanmasına ön ayak olurken diğer taraftan da yaşananları Türkiye’nin kendi iç sorunu olarak paketleme kolaylığı sağlıyor. Akademinin susturulamazlığı üzerinden harekete geçirebildiğimiz dünya akademik kamuoyunun bizi Cizre’deki katliama seyirci kalmaktan öteye götürememesi, bildiri “krizi”nin savaşın kendisine dair kelam etme noktasından bizi daha ileride bir yere taşıyıp taşımadığı sorusunu sormaya zorluyor. Benzer bir ifade özgürlüğü tartışması Charlie Hebdo saldırısı ertesinde de gündeme gelmişti. Bu noktada Fransa’da ana söylem haline gelen ifade özgürlüğünün nelerin üzerini örttüğü ve Batı imajını nasıl tazelediği üzerine Banu Karaca‘nın yazısını hatırlatmakta fayda var (Karaca, 2015).

Kürdistan-“Batı yakası” ve “Doğu”–“Batı” akademik çevreleri arasındaki güç ilişkilerini yeniden üretebilme tehlikesi taşıyan ifade özgürlüğü söylemi Türkiye akademisindeki çalışma koşullarına referans verilmeden tartışılabiliyor. Osmanlı ve Cumhuriyet tarihindeki devlet şiddetine, Türkiye’deki milliyetçiliğe, ırkçılığa, cinsiyet ayrımcılığına, türcülüğe dair kelam edilebilen “kurtarılmış” üniversitelerde ifade özgürlüğü ve akademik özerklik tartışmaları üniversite bileşenlerinin çalışma koşullarından ayrı bir biçimde tartışılma geçmişine sahip (Odman&Arslan, 2012). Bu durumun somut bir göstergesinin prekarizasyonun uç noktalarda deneyimlendiği vakıf üniversiteleri emekçilerinin bir arada mücadele etmeye çalıştığı Vakıf Üniversitesi Emekçileri Dayanışma Ağı’na (VÜEDA) yönelik ilginin bildiri “krizi” ile bir anda artmasında görmek mümkün. Bildiri fırtınasıyla birlikte vakıf üniversitelerinde çalışan imzacılar arasında, sendikasız ve örgütsüz bir ortamda başvurulabilecek yegâne dayanışma mercinin VÜEDA haline gelmesinin üzerine düşünmeye çalışalım: İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde 2010 yılında başlayan sendikal mücadele süresince bir araya gelmiş bir grup akademisyen tarafından oluşturulmuş ve bugüne dek emek üzerinden örgütlenme bilgisi, deneyimi biriktirmiş bir dayanışma ağı olan VÜEDA, toplu işten çıkarmalarla ünlenen vakıf üniversitelerinin çalışanları arasında hukuki destek alabilmek, deneyim paylaşabilmek ve güvencesiz emeği gündemleştirmek üzere hiç bu kadar talep görmemişti. Güvencesiz, esnek emek gibi “şık olmayan” (Odman, 2012) konular üzerinden bir araya gelemeyen vakıf üniversitesi çalışanlarının nasıl ifade özgürlüğü yoksunluğu söylemi üzerinden mücadele edilen bir hukuksal süreçle birlikte VÜEDA’da buluşabildiği üzerinde düşünmeye değer.

Aslı Odman, Bourdieu’nün sanatçı dehası faraziyesiyle akademik dehayı birlikte düşünmeyi öneriyor. Akademik özgürlük kavramının, akademik alanın analizinden uzak olarak ele alınması bizleri “araştırmacının performansının bireysel dehası ve hâlesine” (Odman, 2012) kapılıp kendi çalışma koşullarımızdaki hak ihlallerine bakmadan ifade gücümüzdeki sınırsızlığa yelken açamayacağımızı hatırlatıyor. Seçimlerin hemen ertesinde yürürlüğe konacağı “vaat edilmiş” olsa da belirsiz bir süre için rafa kaldırılmış olan “Yeni YÖK Yasa Tasarısı”nın güvencesizlik ve esneklikte vakıf üniversitesi deneyimini model alması (Şen&İlengiz, 2015), devlet-vakıf-şirket üniversiteleri arasındaki ayrımları emek rejimini ortaklaştırarak eritmeyi amaçladığına delalet. Bugün “bir imza attığı” için ertesi gün sözleşmeli olarak çalıştığı üniversite ile ilişkisi kesilebilen vakıf üniversitesi çalışanları ifade özgürlüğü mücadelesiyle güvencesiz emek karşısındaki mücadelesini birleştiremediği sürece havada asılı kalmaya devam eden bir ifade özgürlüğüyle idare etmek mecburiyetinde.

Yapısal eşitsizliklerin ötesine geçebilecek bir dayanışmayı örebilmek için neleri seslendirirken hangi olasılıkları soğurduğumuzu düşünmek durumundayız. Bu süreçten savaşa karşı en geniş dayanışma ağı ile çıkabilmenin önemli koşullarından birinin ifade özgürlüğü söyleminin var olan güç ilişkilerini yeniden kurgulamasına izin vermeden örgütlenme özgürlüğü mücadelesine odaklanmak olduğunu düşünüyorum. Uluslararası vahşet ekonomisi (Ayata, 2016) karşısında barış örgütlenmesine ses vermeye çalışırken dünya akademisindeki sessizliğe ortak yaramız olan akademik prekarizasyon üzerinden bakmak, bizlere akademideki gündelik var olma kavgamızla ilgili konuşabilmenin imkânını sağlayabilir. Türkiye üniversitelerinde nelerin konuşulup nelerin konuşulamayacağını bugüne dek belirlemiş olan devlet söylemine mesafelenmenin, ancak akademide örgütlenebilme özgürlüğüyle ilgili düşünmeye başladığımızda mümkün olabileceği kanaatindeyim.

Altınay, Ayşe Gül. (2016) “Hangi Suçlara Ortak Ediliyoruz?”, Bianet. http://bianet.org/bianet/insan-haklari/171007-hangi-suclara-ortak-ediliyoruz

Ayata, Bilgin. (2016) “No Heaven for Refugees”, Qantara. https://en.qantara.de/content/turkey-interview-with-bilgin-ayata-no-haven-for-refugees

Aydın, Abdurrahman. (2016) “Aydın: Cumhuriyet tüm bilinçaltını kusuyor”, Özgür Gündem. http://www.yeniozgurpolitika.com/index.php?rupel=nuce&id=51341#.VrmuXjC1iAA.twitter

Arslan, Hakan & Odman, Aslı. (2012) “Vakıf Üniversitesinde Akademik Kapitalizm ve Akademik Sendikacılık: Laureate Edu., Inc. İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Sosyal-İş/DİSK Örneği”, Sosyal Haklar IV. Ulusal Sempozyumu Bildiri Kitabı. Muğla: Muğla Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü, s. 265-291. 
https://www.academia.edu/2048943/Vak%C4%B1f_%C3%9Cniversitesinde_Akademik_Kapitalizm_ve_Akademik_Sendikac%C4%B1l%C4%B1k_Laureate_Edu._Inc._%C4%B0stanbul_Bilgi_%C3%9Cniversitesi_ve_Sosyal_%C4%B0%C5%9F_D%C4%B0SK_%C3%96rne%C4%9Fi

Odman, Aslı. (2012) “SOMDER’in düzenlediği Araştırmacı Özgürlüğü Sempozyumu” Özel Sayısı Mülakatı”, Sosyolojik Tartışmalar Dergisi 1. https://www.academia.edu/3565941/Ara%C5%9Ft%C4%B1rmac%C4%B1_%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BC%C4%9F%C3%BC_Sempozyumu_%C3%96zel_Say%C4%B1s%C4%B1_M%C3%BClakat%C4%B1

Sen, Sertaç Kaya & Çicek İlengiz. (2015) "Diren(eme)menin Sabancı Hali", Yükseköğretimin Serbest Düşüşü: Özel Üniversiteler. (ed.) Serdar Değirmencioğlu, Kemal İnan. https://www.academia.edu/21747411/Diren_eme_menin_Sabanc%C4%B1_Hali 

Karaca, Banu. (2015)“The Myth of Unfamiliarity”, L’internationale Online. http://www.internationaleonline.org/research/real_democracy/19_the_myth_of_unfamiliarity