Yeni Başlayanlar İçin Kilis (1): Ne Oldu, Ne Oluyor, Ne Olabilir?

“Doğadaki her şey düşer.”
Aristoteles

“Kilis’e roket düştü!”
Basın

Kilis, son günlerde yakın tarihte hiç olmadığı kadar gündemde. Ama bu kez, kaçakçılığı ve kaçak mallarıyla dolup taşan, 70’lerde yerli turist turlarının düzenlendiği “pasaj”larıyla, 1970’lerden itibaren belediye başkanlarına karşı silahlı saldırılarıyla, onu “vilayet” statüsüne yükselten haberleriyle, tarihiyle, Canpolatoğulları’nın önemli merkezi olmasıyla, yemeğiyle, mutfağıyla değil, her gün “düşen” roketlerle, ölümlerle gündemde. Roketlerin çok sık (nedense) hep Kilis’in üstüne “düşmesiyle” yerli (ve tabii ki, sonuna kadar her daim milli) basından bazıları, bir şeyin “düşmesi” için herhangi bir noktadan “atılması” gerektiğine dair bir fizik kanunu keşfettirdi bizlere (eksik olmasınlar!) ama utangaç ve bin bir kaçamaklı dille ve en kötüsü de 10’dan fazla insanın hayatını kaybetmesinden sonra! Ama roketin “düşmesi” kadar kolay açıklanmayacak ve pek çok kimsenin özellikle kaçındığı “atıldığı” ya da atan kaynak çok daha önemli. Onun için Kilis’in roketin düştüğü değil, atıldığı yere, kaynağa başını çevirme, bakma cesareti göstermesi gerekir. “De te fabula narratur, Kilis!” (Anlatılan senin hikâyendir Kilis!)

Son bir yılda Suruç, Ankara, İstanbul, Cizre, Sur, Nusaybin veya Silopi’de ne olduğundan haberdar olmayan bir medyanın Kilis gibi bir sınır kentinde son beş yıldır ne olduğunu merak etmemesi de, yine kendi mantık çerçevesinde “anlaşılabilir!” Zira kazara orada ne olduğunu “anlamak” için başvurulan Kilis’teki yetkililerin, “Nobel Barış Ödülü” hayalleri, “kendi nüfusunun iki katı Suriyeli sığınmacı barındırmakla” mağrurlanma gibi başka işleri var. Ulaşılabilen yetkililer, hatta olaya çok yakından “bakan”lar bile, ya her daim abdestli olarak kent sokaklarında dolaşmayı ya da “roket mermileri düşebildiği için açık alanda vatandaşların toplu olarak bulunmasının güvenlik açısından uygun olmadığını” söyleyerek Kilislileri rahatlatıyor.

Bu açıklamalara Kilisliler ikna olmamış olacak ki, son roket “düşmesi”nden sonra Valilik önünde halk protesto için toplanınca, bir memleket töresi olarak, “polis kitleyi tazyikli su ve gazla dağıttı”. Bu protestoların milli birlik ve beraberliğe kastı kesindi! (Yeri gelmişken not etmekte fayda var: Kilis’teki protestolar ayrı bir inceleme konusu… Atılan sloganlardan, kurulan mantık ve ilişkilere kadar Kilislilerin, tam da bu işin müsebbipleri ve mimarlarının istediği kıvamda olaya yaklaştıklarını, meselenin özünü anlamaktan epey uzak olduklarını gösteriyor. “Düşen” roketlerin dolaylı, açık ve gizli faillerini “kurtarıcı” veya “çare” olarak görmek Kilis’teki başka bir garip çaresizlik ve çıkmaz hali. Olayı protesto eden Kilisliler, “Vali istifa” sloganları atıyor! Hakikaten, sadece yanlış değil, trajik bir bilinç de söz konusu.)

Yine birkaç kendini bilmezin sebep olduğu Suriyelilerle yaşanılan ufak çaplı gerginlik de, şükürler olsun ki, basınımızın duyarlı davranmasıyla büyütülmedi ve (maazallah) Kilis’in Nobel Barış Ödülü yolculuğuna halel gelmedi! Evet, saklanamayan roketler düşüyor, insanlar ölüyor ama sonuçta düşen roketti, yerçekimi vardı ve nereye düşeceği, ne yazık ki, belli olmuyordu! Ve zaten angajman kuralları çerçevesinde misliyle karşılık veriliyordu her düşen roketten sonra.

Son zamanlardaki bir diğer Kilis imgesi de klişe, hudut, serhat kenti, teyakkuz, zırhlı birlikler ve obüslerin sevki, imha gibi alışılagelen militer medya diskurunun tekrarlarından inşa ediliyor. Bu sahada bir hız kesme ve değişikliğe dair emare yok!

Buraya kadar her şey olağan ve “seyrinde”. Peki, tuhaf veya garip olan bir şeyler yok muydu Kilis’i bu türden bir belayla karşı karşıya getiren süreçte? Tabii ki vardı görmek, yazmak, araştırmak ve (gerçekten) anlamak isteyenler için. Hâlâ da öylece duruyor bu bilinmez durum.

Şunu da eklemek gerekir: Ne yazık ki, çok nadir bir iki örnek dışında, Kilis’e gelen her akademisyen, gazeteci, siyasetçi ve araştırmacının güzergâhları, neredeyse aynıydı, görüşülen kişiler ve sorular birbirinin kopyasıydı: Başlı başına bir taşra şablonu olarak, Vilayet’e gidilir, belediye başkanıyla görüşülür, ana çarşıda bir iki esnafla, safariye çıkmış turist misali konuşulur ve artık insan ve mülteci hayatının açık bir politika ve pazarlık nesnesine/sembolüne dönüştürülmesinin ulusal ve uluslararası medyatik showroom’una çevrilen, özellikle Tibil (Öncüpınar) ya da Elbeyli’deki (Alimantar) Suriyeli sığınmacı kampına gidilir (ki bu kamplara öyle herkes giremez; o kamplara girebilmek için Ankara’dan hükümete yakın bir araştırma kurumunda, STK’larda proje peşinde koşan “uzman” olmanız ve en nihayetinde, hükümetin Suriye’deki politikasının ve mülteciler için yapılanların ne kadar “yerinde”, “doğru”, “mükemmel” olduğunu, araştırmanın sonunda “tasdik” etmeniz gerekir ya da bu tasdiki, evveliyatınızla, siyasi bağlantılarınızla yetkilileri inandırmanız gerekir; aksi takdirde o gizemli kamplara girmeniz mümkün değil), uzmanlık dereceniz, bürokratik profilinize göre, vali, yardımcıları veya ildeki bürokratların katıldığı bol slaytlı brifingler yapılır, karşılıklı olarak fotoğraflar alınır, sosyal medyada yayınlanır ve görev tamamlanmış olur. Çok daha odaklanmış bir alanda çalışıyorsanız, mesela, kadın hakları, toplumsal cinsiyet, çocuk emeği, ucuz Suriyeli işgücü gibi, bir iki Suriyeli kumayla, kadınla, aracıyla, inşaat işçisiyle görüşür ve en nihayetinde fonu Kilis olan flaş bir haberiniz patlar medyada; birkaç gün iktibas edilirsiniz, vesaire…

Şimdiye kadar bunlar daha çok görünür oldu. Ama yerelde herkesin bildiği, bir biçimde içinde olduğu, her gün gördüğü ama çoğunlukla da işler ve kâr marjları iyi giderken bilinçli bir biçimde görmezden geldiği, yaşadığı daha yakıcı, daha belirleyici, altta akan sırlar(!) da var(dı).

Evet, bir sır değil! Kilis ve kaçakçılık neredeyse ikiz kavramlar, Türkiye-Suriye sınırının mayınlandığı 1950’lerden beri. Ve mayınlarla sınır telleri yükseldikçe, geçişler zorlaştıkça, kaçakçılığı yapılan şeyler değişti, kâr oranları da, kaçağı yapılan ürünler de, kaçakçı profili de, zorluk ve duvarların yüksekliğine paralel olarak değişti. Riski yüksek ama kolay ve kısa yoldan zengin olmanın, çoğunlukla da mecburiyetin mesleği de oldu kaçakçılık Kilis ve diğer hudut bölgeleri için. Zamanın politik ve ekonomik dünyasına paralel olarak, bir dönemin proleter kaçakçısı sırtçılar önemini kaybetti, çünkü daha derin ve karmaşık ilişkilerin gerektiği kaçakçılık kartelleri girmişti devreye ve kaçakçılığı yapılan ürünler artık, gündüz tarlada çalışıp akşam sırtçılığa giden tarım ırgatlarını, proleterleri aşıyordu. İş ve dönem 1980’lerde değişti. Katır veya insan sırtında mayınlı arazilerde bin bir zorlukla getirilen elektronik ürünler, gıda maddeleri Özal’lı yıllarla birlikte büyük kentlerin çarşılarından taşınca, Kilis başta olmak üzere bütün kaçakçı kentlerinde işler de değişti. Zaten potansiyel ve geçmiş olarak mevcut olan kaçakçılıkta bir nevi uzmanlaşma daha görünür oldu. Artık Doğubeyazıt’ın kaçağıyla, Nusaybin’in, Kilis’in, Akçakale’nin, Suruç’un kaçağı bölge ve piyasa anlamında farklılaşmaya başlıyordu. Silahtan uyuşturucuya, mültecilerden kaçaklara kadar değişik bir yelpaze ortaya çıktı.

Kilis bu yönüyle kendine has bir yerdi. Osmanlı bakiyesi sınırlarda Halep, Antep ve Maraş arasında kaldı. Yani politik kararlar aslında Kilis’in yönünü de belirlemiş oluyordu. Uzun yıllar devam eden çay, sigara, tütün, elektronik eşya, canlı hayvan, silah, zücaciye gibi başat kaçak kalemleri zamanla daha da azaldı. Ama şurası bir gerçekti: Kilis’in, kaçak ürünleri yoğunluklu olsun olmasın, her daim yüzü daha çok Halep ve Suriye’ye dönük oldu. Bu biraz da, masa başında çizilen sınırların ve coğrafyanın belirlediği bir kader denilebilir. 1995’teki koalisyon hükümeti tarafından üç büyükçe köyü ilçeye terfi ettirilip vilayet yapılan Kilis, Türkiye haritasındaki en nevi şahsına münhasır il: Tek komşusu Gaziantep; diğeri Suriye! Moda deyimle, Gaziantep il sınırları içinde bir cep!

1990’ları il olma tartışmaları ve nispeten içe kapanık geçiren Kilis (çünkü kaçakçılığın değişen niteliği ve devletin PKK ile mücadele adına sınırlarda denetim şeklini daha önceki dönemlerden ayrıştırması) 2000’lerde benzer çizgiyi sürdürdü. Bu arada, 1990’ların sonunda, daha önce Kilis tarihinde olmamış bir şey yaşandı. 1990’ların sonundan itibaren, Kilis’ten MHP milletvekili çıkarmaya başladı. 2000’lerde AKP’nin ya tek başına her zaman iki vekil çıkardığı ya da MHP’yle birer vekil çıkardığı bir kent oldu. 7 Haziran’da AKP ve MHP’nin bölüştüğü iki vekillik, 1 Kasım’da AKP’ye gitti. Bugün Kilis, sağ-muhafazakâr oy toplamının yüzde seksenleri geçtiği iller ligindeki yerini sağlamlaştırıyor. Yani her şey güllük gülistanlık(tı)!

Pek çok kent gibi Kilis de son 90 yıldır Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi doğrultusunda şekillendirilmek istenen bir yer oldu. Ama etnik açıdan karışıklığı, tarihsel geçmişi ve Halep-Antep-Antakya aksının yanı sıra Afrin/Kürt Dağı-Azaz/Şehba-Jerablus hattına yaslanmışlığı dikkate değer ve önemli bir yer yaptı Kilis’i. Fakat Kilis’in kaderini bütünüyle 2011 sonrasında Suriye’deki savaş değiştirdi. Şimdilerde Kilis (gerçekten de) kendi yerleşik nüfusunun en az iki katı (yaklaşık 140 bin) kayıtlı Suriyeli sığınmacı barındıran bir yer oldu. Ama 2011’den sonra, Türkiye’nin Suriye’ye dair bütün stratejik derinlik oyunlarının, bunun parçası insani yardım faaliyetlerinin ve her türlü müdahalelerinin Suriye sınırındaki birinci temas noktası. Finansal, ticari ve askerî açıdan Gaziantep’in Suriye savaşındaki yerini tutamasa da, son birkaç aydaki bütün operasyonel faaliyetlerin odağına yerleşmiş durumda. Ve geçtiğimiz aralık ayının sonundan itibaren Türkiye’nin Suriye’deki askerî ilgisinin ve uluslararası diplomasinin kendisinden çokça söz ettiği yer. Fakat daha çok roket vakalarıyla Türkiye’deki medya gündemine yeni giren Kilis, son birkaç yıldır Batılı gazetelerde, çevresinde ve merkezinde Suriye savaşına dair tuhaf şeylerin döndüğü bir yer olarak anılıyordu oysa.

Bunların konuşulması, sorulması, tartışılması Türkiye’nin, bölgenin, çok daha gerçekçi bir ifadeyle, orada yaşayan herkesin yararına olacak. Ve şunu bütün açıklığıyla vurgulamakta bir sakınca yok: Suriye’deki savaşın vardığı/vardırıldığı nokta, mülteciler, Kilis-Antep-Karkamış-Elbeyli, Hatay, Urfa-Akçakale hattı iyice anlaşılmadan, siyasetçisinden gazetecisine, sınırdan para kazanan sıradan insanından siyaset bilimcisi, sosyolog ya da antropoloğuna kadar hiç kimse, olanları tam anlamıyla kavrayamaz. Ve bu da, illa epey hacimli çalışmaları, kukla projeleri değil, özgür ve bağımsız araştırmaları gerektiriyor ki şu aşamada pek çok üniversite için bu bir ütopya ancak! Çünkü artık, 2013’te Ceylanpınar’ın karşısındaki Serekaniye/Ras’ulayn’la başlayıp, 2014’te Kobani’yle devam eden ve Kilis-Afrin-Azaz-Jerabalus-Karkamış-Elbeyli hattındaki gelişmelerle süren aleniyet durumunun, onun etrafında büyüyen olgunun parçalarına odaklanmak kaçınılmaz görünüyor. Çünkü Fehim Taştekin’in çok yerindeki tespitiyle, Suriye savaşı Türkiye’yi Pakistanlaştırıp Gaziantep’i Peşaverleştiriyorsa, Kilis de zorunlu olarak Peşaver’in daha ileri bir karakoluna dönüştürülüyor.

Fakat burada Kilis özelinde, yıllardır görmezden gelinen ve bugünleri hazırlayan gelişmelere, sorularla iç içe geçmiş birkaç paragrafta (bir sonraki yazımda) değinmek istiyorum.