Proje Fetişizminden Geriye Kent Kalır mı?
Geçen seneki İstanbul Kitap Fuarı’ndaki kentsel dönüşüm panelinde  “Sevgilinizle ilk öpüştüğünüz park belki artık yok” demişti Gaye Boralıoğlu… 
İstiklal Caddesi’ndeki pasajları bilirsiniz. AVM’lerden evvel “çok katlı, çok mağazalı çarşı”lar niyetine elimizde neredeyse yalnız onlar vardı. İçlerinde de zincir mağaza şubeleri bulunmaz, genelde küçük esnaf olurdu, çoğunlukla “marka olma bilinci” denen şeyden uzak, kendi yaptığı yahut kendisinin seçerek satın aldığı şeyleri satan esnaf… Biraz da müzik aletleri satan/tamir edenler, belki birkaç kafe-bar, bir de tabii sinema ve tiyatrolarıyla kendine özgü bir çekim gücü vardı bu pasajların.
Önce İstiklal’den aşağı yürümeye başlayınca, alt katındaki Beyoğlu Sineması’yla sağda Halep Pasajı, Atlas’la karşılıklı… (Zaten İstiklal’de bu ikisi dışında zincirlere dâhil olmayan kaç sinema kaldı?) Girişinde bir zamanlar bir “kasetçi” vardı, bugünkü tabirle “müzik market”, ama o zincir olanlardan değil. Bugün onun yerinde bir giyim mağazası var, ama Halep’e girer girmez karşılaşılan incik-boncukçular, gümüşçüler yerli yerinde. En dipte de yine Jimi Hendrix’li, Kurt Cobain’li tişörtler arayan gençler… (Şükür ki o tişörtlerin alıcısı da, satıcısı da var hâlâ!) Fakat ya sağ sıranın en sonu? Bir zamanların meşhur rozetçisi, “Liman”ın yerinde artık yeller esiyor; doğramalar sökülmüş, bir iskelet kalmış geriye. Oysa pek çok insanın sadece rozet, kart, şunu bunu bakınmak için değil, aynı zamanda laflamak için uğradığı bir yerdi, çoğunluk belki sahiden “alıcı değil bakıcı” idi, ama rengârenk bir hali vardı kendi duruşuyla… Şimdi yok. Yüzgeri dönerken akla düşüyor, diğerleri acaba ne zamana kadar orada kalacak?

Tam karşısında Atlas Pasajı var demiştik, pasajların en büyüklerinden. Starbucksların, Gloria Jeanslerin henüz ortalıkta olmadığı zamanlarda, hemen girişte sağda bir kahveci vardı, Just Coffee. Müşterileri için toptan kahve satın alan kafelerin yanı sıra, keyfine düşkün kahveseverler de zevklerine göre oradan kahve çektirirlerdi. Orası kapanalı nice oldu. İçeri girince sol kolda “Düğme” diye bir dükkân vardı, öğretmen bir hanım ve birkaç eşi dostu düğme bebekler dikip satarlardı. Ne zaman gitseniz dikiş dikerken görürdünüz onları, o dükkân sadece satış yeri değil, aynı zamanda bir “atölye”ydi. Orası da kapanalı çok oldu, şimdi yerinde –neredeyse pasajın tamamında olduğu gibi- bir giysi dükkânı var. Özel yapım şeyler yahut yerel kıyafetler, tütsüler, hediyelik eşya satan dükkânlardan sadece bir veya ikisi açık kalmayı başarabilmiş koca pasajda. Gerisi, ünlü markaların ihracat fazlası ürünlerini satan birbirinin tıpkısı giysi dükkânları… Yukarı kata çıkıp oradan Anabala’ya gitseniz, orada da durum çok farklı değil. Çıkışa doğru yürüyüp İstiklal’in kalabalığına dalmadan önce bir soluklanayım deseniz, Atlas’ın girişinde sağlı sollu barlar, kafeler de yok artık taburelerine tüneyebileceğiniz. O loş, o serin pasajın içinde oturup bir şey içmek isteseniz, tek alternatifiniz elinizde içeceğinizle gelip merdivenlere oturmak olabilir ancak…
Eh, oturacak yer yok, caddeye geri döndünüz. Galatasaray’a doğru yürüyünce, sağda Aznavur, önü hâlâ cıvıl cıvıl, ama içi diğerlerinden daha kasvetli. Muhtemel ki, ön taraftaki şal, İstanbul-Türkiye hatıralıkları, incik boncuk satan yerler turistler sayesinde ayakta duruyor. İçine girince, in cin top oynuyor. Hele alt kat… Bir zamanlar –muhtemelen “ilginç” kıyafet bulmanın zor olduğu yıllarda, ki o yıllar öyle 20 sene evveli de değil!- alt katında iğne atılsa yere düşmeyen Aznavur’da, şimdi alt kat tamtakır kuru bakır… Müzik aletleri satan, tamir eden, önlerinde nota defterleri uçuşan dükkânlar ya kapanmış ya da camlarına “kiralık” ilanı asmışlar. Alt kattaki çinici, “açık parfüm” zincirlerinden birinin şubesi olmuş (ışıl ışıl duran tek yer de o artık!), dipteki dükkânlar da kapalı, eskiden kitap satan yerler de... Merdivenin hemen altında minicik bir dükkânı vardı Adnan Abi’nin, deri eldiven dikerdi, Kuşadası mı yoksa Bodrum mu, bir yerde rock bar işletirdi, karısıyla birlikte kıyafet, takı seçer satarlardı. Şimdi o minicik dükkânın dışı kâğıtlarla kaplı, yukarıdan görüldüğü kadarıyla içeriye yığılmış mallar, para getirmeyen, atsan atılmaz, satsan satılmaz şeyler… Bir bir kapanmışlar, kalanlar da muhtemelen bıkana kadar kiracı arayacak, bulursa kendini şanslı sayacak, bulamazsa “Eeeeh, yetti yahu” deyip gidecek.

Peki ne oldu buralara? Diğer semtlerdekileri geçtim, bunların hepsi İstanbul’un göbeğinde, İstiklal Caddesi’ndeki pasajlar... Üstelik öyle bir anlık hevesle yapılmış yahut yeni açılmış yerler de değil, hepsi 1870 ila 1885 yılları arasında inşa edilmiş, şurada on sene evveline kadar ama iyi, ama kötü para getirmiş yerler. Bunca vakit ayakta kaldılar da, şimdi neden bir ıssızlık çöküyor buralara? Bu kadarcık kısa bir vakitte değişen İstanbul’la, İstiklal Caddesi üzerinde “marka”lara ait olmayan mağaza, sinema, hediyelikçi, kitapçı sayısının bir elin parmakları kadar kalmasıyla ne kadar da benzeşiyor durumları! “Ahh, ne güzel zamanlardı onlar” demek, nostalji dalgasına sürüklenmek değil amacım, yahut Londra’da, Paris’te yüz yıldan fazla aynı yerde duran kafelerden, barlardan, sinemalardan bahsedip “haydi biraz Avrupa medeniyetini övelim” merakı hiç değil! Ama bizim de şu bir asrı geride bırakmış pasajlarımızın yaşamasını, sinemalarımızın yıkılmamasını (“üst kata taşınmamasını”), bazı şeyleri “bıraktığımız yerde bulmayı” istemeye hakkımız vardır belki, değil mi?
Bırakalım park gibi “kamu yararı” alanlarını, “ticari gelir”le ilişkili olduğu halde zincir olmayan, marka olmayan müesseselere bile yer kalmadı. Yoldan geçerken Sabuncakis’ten çiçek alamıyoruz artık, AVM’lerin giriş katlarındakiler dışında kolay kolay terzi bile bulamıyoruz, yine bir bilen söylemezse sahafların yerini kestiremiyoruz. Bunların “bilgi”sine ulaşmak bu kadar zor mu olmalı? Böyle bir şehirde mesela yabancılar, göçmenler, misafirler neye nasıl ulaşır? O övüle övüle bitirilemeyen, geleneğimiz olduğu iddia edilen misafirperverliğin bir yönü de aslında “açık” bir şehir olmak değil midir? İlla buraların “yerlisi” mi olmalıyız yahut bunları biliyoruz diye kendimizi “ayrıcalıklı” hissedecek hale mi gelmeliyiz?

Geçtiğimiz cumartesi insanlar artık yerinde olmayan Emek Sineması inşaatı önünde toplandılar. Bir değişiklik olmazsa 28 Nisan’dan sonra ise yüz on yıllık Tophane devri bitiyor. Değişimin hızı tökezletici boyutlara ulaştı. Yani sorun artık ne esnafın ne sattığından ibaret, ne de bizim ne aldığımıza, nerden aldığımıza, ne kadar aldığımıza dikkat etmemizle çözülebilecek kadar basit. Kentler için bizim adımıza “projeler” üreten yetkililerden ziyade, kenti insanlarla birlikte dönüştürecek politikalara ihtiyaç duyuyoruz. “Değişim” ilk etapta kulağa hoş geliyor ama, artık yirmili yaşlardaki insanlar bile bıraktığı her şeyi kısa süre içinde değişmiş buluyorsa, şehirlerin daha fazla bekleyecek vakti kalmamış olabilir. Anılarımızdaki kent tamamen yok olup gitmeden…