Düğüm
Zamana düğümler atıyoruz. Belleğe yardım için parmaklarımıza düğümlediğimiz iplikler gibi. Şiddetin akla hükmettiği, kötülüğün olağanlaştığı, en beyhude ve acıtan ölümlerin günlük rutinlerimiz arasına saçma bir normallikle yerleştiği bu karanlıkta, zamana düğümler atıyoruz. Unutmamak için. Hatırlamak için.

Benzer görünümlü şeyler arasında bir farkı nüanslarıyla ayrıştırıp tanımlamak için bazen, bir nesneye düğümlüyoruz ipi. Bir kaleme, bir kitaba, bir silaha bazen.

Elimizden kayıp giden zamanın direklerine düğümlüyoruz bellerimizdeki halatı. Bu fırtınalı günlerde, olur da düşersek durduğumuzdan daha kötü bir yere, bizi güvende (hâlâ varsa) tutacak bir yere varabilmek için, emekle ve incelikle, kıyıdaki zamanın kollarına çekilebilmek için, kılavuz bir halat taşıyoruz boynumuzda. Durmadan düğümler atıp, çözüyoruz sonra.

İplere düğümler atıyoruz, bin yıllardır. Düşünceyi, matematiği, yazıyı, zamanı, hızı, belleği, ilerlemeyi sağlayan veya yardımcı tüm alanları, bir yerde iplere attıkları düğümlerle kolaylaştıran insanlık tarihinin açtığı yolda, gerilemenin biçimsiz zamanlarını yaşıyoruz. Çincede “düğüm” kelimesi “kavuşma”, “arkadaşlık”, “aşk”, “sıcak” ve “evlilik” gibi anlamlara gelirken, “şans” ve “mutluluk” gibi kelimelerle de aynı telaffuzu paylaşır. Budist Rahipler iplere düğümler atarak meditasyon yapar, düşünmenin ve arınmanın yollarını bu düğümlerle geçerlermiş. Eski Çin’de ise, insanlar düşüncelerini ifade etmek için iplere düğümler atarlarmış. Ve her bir düğüm, bir düşüne karşılık gelirmiş. En eski resimyazı örneklerinden Sümer çivi yazısı ve Mısır hiyeroglifleri, daha yakın zamanın Maya resimyazısı günümüzdeki yerlerini alfabetik bir sisteme terk etmiş olsalar da, iplere atılan düğümlerle kurulan iletişim sistemini kullanmaya devam eden Çin resimyazısı, düşüncenin düğümlü resimlerini günümüze taşımaya devam ediyor.

Güney Amerika yerli halklarından olan İnkalar, Runa Simi (Quechua) dillerinde düğüm-düğümlemek anlamına gelen, “Khipu” adını verdikleri bir çeşit yazılı iletişim sistemi denebilecek bir yöntemle kullanıyorlardı matematiği ve alfabeyi. Ana gövdeyi oluşturan kalın bir iplik ve ondan çıkan değişik renk, sayı ve çeşitte, ince iplikçikler üzerindeki düğümlerle hesaplama yapabilecekleri matematiksel araçlar olarak kullanıyorlardı düğümleri. Henüz tam olarak çözülememiş olsa da bu düğümler, sadece rakamları gösteren nesneler değil, aynı zamanda bir yazı sistemine karşılık gelen, şimdiye dek bulunmuş tüm yazı sistemlerinden farklı olarak da üç boyutlu ortamda üretilen bir sisteme karşılık geliyordu. İpin pamuk veya yünden olması, düğümün dönüş ve örülme yönü, esas kalın ipe eklenme yönü, düğümün kendisinin düğümlenme yönü ise harfleri oluşturuyordu. Günümüzde bu düğümleri okuyabilen kimsenin olmaması ve zamanımıza ulaşan “khipu’ların’” sayısının da kısıtlı olduğu düşünüldüğünde, bu, yazıların çözümünün belki hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği anlamına gelse de, düğümlerle aşılmış yolların engin tarihi, belki hiç çözülemeyecek şekilde duruyor insanlığın ilerleme tarihinde.

Denizcilikte ise “düğüm” anlamına gelen “knot” sözcüğü hız birimidir. İlk olarak yüzlerce yıl evvel bir makaraya sarılı olan halatla, ucunda küçük bir ağırlık parçası olan bir ahşap panel ve 28 sn. gösteren bir kum saatiyle gemilerin hızı ölçülmeye başlamış. Chip log adı verilen bu düzenek, yani parakete, ölçümü sağlayan halat boyunca 47 feet/3 inç. (yaklaşık 14,4 mt) şeklinde eşit aralıklarla düğümlenirmiş. Bu ahşap panel suya atıldıktan sonra, üzerinde düğümler olan halat makaradan akmaya başlar, gemi hareket ettikçe halat da hızla akar ve kum saatiyle ölçülen belirli bir zaman aralığında geçen düğüm sayısı geminin hızını söyler.

Geminin bir saatte aldığı yolun deniz mili cinsinden ifadesinin, düğümlerle ve düğümlerin insanlık tarihinde sahip olduğu yeri düşününce, eski Çin’de karşılık geldiği düşün ve bilgelik, Budist Rahiplerin iplere düğümler atarak yaptıkları meditasyonlar ve İnkaların matematik ve alfabeyle katettikleri bütün o ilerlemenin tarihi, günümüz dünyasında, Dünya’nın şu coğrafyasında, coğrafyanın bu yakasında insanlık hallerimizin hassas damarlarında, etrafımızda gelişen ve düğüm düğüm boğazımıza takılan olaylar karşısında bir çeşit savunma mekanizması olarak, neredeyse hiçbir şey hissedemez hale getiriyor duygularımızı. Aksi halde bunca acıyı, bunca ölümü, savaşları ve haksızlıkları nasıl taşıyabilirdik içimizde, bilmiyorum.

Buzlukta saklanan bebek cesetleri, sokak ortasında dövülerek öldürülen gençliğimiz, egemenin erk-ek’inin ağzında lime lime kadınlığımız, bir günü kurtarabilmekten daha fazlasının lüks halini aldığı, bombalarla, patlamalarla değilse bile iktidar aygıtları ve sandığa sıkışmış bir demokrasi algısıyla, en azından kelamın, ziyadesiyle insan hayatının emanet edildiği zavallı demokrasimizin dilinde her an, her gün parçalara bölünen benliğimiz, otoritenin tanımladığı her konu, yapılan her açıklama, dile gelişin kolaylığında her sözle kırılan onurlarımız, iktidar aygıtları ve sözde muhalefetin açıklamalarıyla bin bir çeşidini tattığımız aşağılamanın her hali, sürekli yinelenen savaşlarla yenilen, incinen bilinci insanlığımızın, incinen zamanı tersine doğru okuyunca dahi, kolay çözülemeyecek düğümlerle gerileyen insani değerlerimizin resimyazısı, resmî yazısı gibi utanç duvarları olarak yıkılıyor üzerlerimize.

Öyle çok düğüm var ki boğazlarımızda, savaşlardan, açlıktan ve umutsuzluktan kaçıp bir arayışın umuduyla yeni bir ülkeye varmaya çalışırken, bazen yüzlerce göçmenin kıyıya vuran bedenlerinde, bazen yıkılmış şehirlerin enkazlarında aranan anılarda, ayrıntılarda, sebebi ne olursa olsun insanın devlet tarafından öldürülebilirliğini, yakılabilirliğini bir hendeğin arkasına saklanmış düşmanlıkla, farkındasız bir ırkçılıkla dışa vuran ve rasyonalize eden insan aklının, ölümü taraflıca algılayıp yargılayışında, aidiyetlerimizin kimlikleriyle sahip çıktığımız şeyleri yüceltirken, farkında olmadan benzemeye başladığımız “düşman” davranışlarında, insanlık tarihinin birikimlerini ilerlemeyle günümüze taşıyan tüm gelişmelerin bugün geldiği noktada düğüm düğüm geriliyor olması kabul edilebilir değilken, bizi bir kıyıdan hayata bağlayan tüm ayrıntılar ortak belleğimizde farklı anlamlarla vuruyor dibe. Bunca gerilmiş, korkularla kendi küçük güvenli kalelerine çekilmiş, samimiyetle kaygılar biriktiren toplum yaşantımız, dibe vuruşun sertliğini, ölçüsüz bir yüzleşme sakınımıyla yaşarken, kaybettiğimiz tüm ortak değerlerimiz ve altından kalkılamaz enkazıyla bir arada yaşama kültürümüzü Cizre’de bir binanın bodrumunda yaktık. Aslında öyle çok yerde, öyle defalarca yaktık ki, artık muhasebesini yapamaz haldeyiz. Elbirliğiyle, söz birliğiyle, ortak bir sessizlik ve “devlettir yakar” haklılığında yaktık insan hayatının kutsallığını ve savaşların bile sivilleri koruyan hukukunu. Tolstoy’un “bir insan acı duyabiliyorsa canlı, başkasının acısını duyabiliyorsa insandır” tespitinden, en dayanılır acı başkasının acısıdır noktasına geldik, hep birlikte.

Zamana düğümler atıyoruz. Sözle, yazıyla, sanatla, imza ve eylemle, direniş ve itirazla, hak arayışı ve aldanışla, dahil olmadığımız savaşlara esir düşüşümüz ve arzularımızın barış nesnesiyle, anılarla, umutlarla ve meydan okurcasına yaptığımız her işle…

Bu yüzden bütün o çözülememiş düğümlerin tarihinde, belki bir düğüm, insanlığın ortak dilinde bir şey söylüyor bize. Bütün büyük duvarların, bütün büyük yaşamların, yolculukların, yalanların ve iktidarların çaresiz çöküşleri vardır. Kaçınılmazdır, diyor.