İran: Etnik Faktörün Popüler Kültürdeki Temelleri

İran’da son cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra yapılan kitlesel protestoların göze çarpan özelliklerinden biri de, özellikle etnik gerilim ve dinamiklerin etkin olduğu bölge ve kentlerde, özellikle Azeri kentlerinde bu protestolara katılımın diğer kentlere göre az olmasıydı. Bu Tebriz ve Urumiye gibi iki Azeri başkentinde seçimin hemen ertesinde yapılan küçük çaplı bir iki gösterinin dışında başka gösterilere rastlanmamasında da kendini gösterdi. Bunda iki, aslında tek bir şeyin etkili olduğu söyleniyor. 2006 yılında Azeri kentlerinde yaşanan milliyetçi protestoların son seçimlerdekinden kat be kat şiddetli biçimde bastırılmış olması ve o gösteriler bastırılırken, bugün rejimin bütün kuvvetlerine el koymuş olan aşırı muhafazakar yönetimle başı derde giren İslam reformcularının pek de seslerinin çıkmamış olması. Bu nedenle özellikle Azeriler, deyim yerindeyse “önlerini görmeden, topa dalmak istemiyorlar” gibi.

2006 yılında İran’da Tebriz ve Urumiye başta olmak üzere birçok büyük ve küçük Azeri kentinde sert bir biçimde kanla bastırılan protesto gösterilerine neden olan şey, görünürde bir karikatürdeki hamam böceğinin (ki İranlılar ona “Susk” derler) anlayışsızlığıydı! Karikatürdeki böcek anlaşılan o ki söylenenleri anlamadığını “Ne mene?” diye Azerice sorarak dile getiriyordu: “Ne diyorsun?” Çıngar da buradan koptu.

Aslında Farsça yayınlanan İran gazetesinin çocuklar için çıkardığı ekteki karikatür, güya çocuklara Susklerin (hamam böceklerinin) zararlarını anlatıyordu. Ancak karikatüre eşlik eden yazıdan anlaşıldığı kadarıyla, yazı ve karikatürün asıl hedefi galiba, İranlı Azeriler olmaktan çok, 2005 yılında Muhammed Hatemi’nin 2. Cumhurbaşkanlığı süresinin dolmasından sonra yapılan seçimde büyük bir yenilgi yaşayarak, memleketi (İran’ı) düzeltme projeleri, enazından görünür bir dönem için rafa kaldırılan İranlı İslamcı reformculardı. Karikatüre eşlik eden yazının kendince uyanık uyanık yazarı çocukları reformculardan iyice tiksindirmek için olsa gerek, hamam böceklerini tarif ederken, son yıllarda ortaya çıktıklarını, Batı’dan geldiklerini ve her yeri sardıklarını belirterek, çocukları onlara karşı dikkatli olmaya çağırıyordu. Ama “Son yıllarda Batı’dan gelen” istilacı hamam böceği bu ithamlar karşısındaki umursamazlığını ve anlayışsızlığını hatta kötülüğünü, İran toplumunun büyük bir kesimini oluşturan Azerilerin diliyle ifade edince, doğal olarak kıyamet koptu.

Burada kopan kıyametin ayrıntısına girmeyeceğim, herkes az çok biliyor; ancak buradaki karikatür garabetinin İran popüler kültürünün önemli özelliklerinden ikisini ortaya koyduğunu söylemek gerek. Bir: ne kötülük geliyorsa Batı’dan gelir. Elbette bir açıdan haklı tarihsel kökleri olduğu savunulabilecek bu (ön)yargı, siyasetten popüler kültüre İran toplumunun hemen her yanını sarmıştır ve tıpkı Osmanlıdaki “Asılacaksan İngiliz Sicimi ile Asıl”a benzer bir şekilde, “Kar-ı Kar İngilis (İngilizin İşi) özdeyişinde ifadesini bulur. İran üzerine araştırmaları ile ünlü Ervand Abrahamian, “Humeynicilik” kitabının bir bölümünde bu komplocu İran zihniyetini gayet güzel anlatır. Tabi Humeynicilik zamanlarında İngiliz’in yerini Şeytanı Bozorg (Büyük Şeytan) Amerika almıştır.

Örneğimizdeki hamam böceklerinin de İran topraklarına, Şah zamanında İran’da görev yapan Amerikalıların, Amerika kıtasından beraberlerinde ya da sonradan evlerini döşemek için getirdikleri mobilyaların içinde geldiğini söyler durur İranlılar. Doğru, yanlış bilinmez, ama ortalama İranlının söylediği budur.

İran popüler kültürünün, “karikatür krizi”nde kendi ortaya koyan ikinci önemli özelliği ise, karikatürümüzün çizerinin “kültür dağarcığından” rahatça çıkarıp kullanmakta hiçbir beis görmediği, İran popüler kültüründe Azerileri neredeyse ahmak derecesine indiren derin, basmakalıp önyargılardır. Genel olarak İran popüler kültüründeki Türk (Azeri) imgesi epey renkli olmakla beraber, bir o kadar da sorunludur. Bu imgenin kötücül hatta aşağılayıcı tarafları, İranlı Türklerin kendileri tarafından da gündelik hayatta rahatlıkla kullanıldığına şahit olabileceğiniz kadar yaygın ve yerleşmiştir.

İranlılar İran sınırları içinde yaşayan Azerileri “Türk” ismiyle çağırırlar ve onların çoğunluğu da kendilerine Türk denilmesini tercih ederler. Ama büyük bir çoğunluk aynı zamanda kendini büyük bir rahatlıkla “İranlı” olarak (Fars değil) adlandırır. Bu adlandırmadaki rahatlık, büyük oranda tarihsel olarak Pers-İran imparatorluğunun uzun yüzyıllardır asli, kurucu ve idame ettirici unsurlarından birinin, hatta bazen asıl unsurun hep Türkler olmasının sonucudur: Safaviler, Kaçarlar, Afşarlar, v.b. Yoksa, öncesini biliyorsunuz, tarihin gerilerine gidip efsane çağlarına döndüğümüzde ünlü Şahname’de anlatılan iki büyük evrenden biri İran iken öteki Turan’dır ve her ne kadar sonunda bir Türk beyine sunulmuş olsa da, Şahname’de “ana düşman” Turanlılar için pek hoş şeyler söylenmez. Şahname’de anlatılan efsanelerin ana kahramanı Zaloğlu Rüstem de, ara sıra Hazar boylarındaki Divlerle (devler) cebelleşse de hep Turanlılara karşı savaşır.

ANAYASA HAREKETİNİN BAŞKENTİ TEBRİZ

İranlı Türklerin ülke tarihindeki ağırlıklarını geçen yüzyılın başında ve sonunda yaşanan büyük altüst oluşlarda da görmek mümkündür. Yüzyılın başında Doğu despotluklarını kasıp kavuran Anayasacı hareketlerin İran’daki örneğini oluşturan 1906-7 Anayasa Devrimi'nin belirleyici vurucu kuvvetini, Tebriz'den Tahran üzerine yürüyen Azeri Settar Han ve Bager Han komutasındaki Azeriler ile yine güneyden Tahran üzerine gelen ordular içinde Türk olan Gaşgai beylerinin askerlerinin oluşturduğunu söylemek mümkündür. Anayasa hareketi içindeki merkezi önemi nedeniyledir ki, İran’ın en çok bilinen Azeri kenti Tebriz, “Anayasa hareketinin başkenti” olarak tanımlanmayı hak etmiştir. Tebriz, Anayasacı hareket bastırıldığında da yine Settar Han'ın ayaklanmasına sahne olur. Settar Han, ayaklanmanın bastırılması sonucu öldürülürken; bu ayaklanmaya katılamayan Hazar bölgesindeki Mirza Küçük Han liderliğindeki Cengel (Orman) Hareketi 1921'de İran'daki ve Orta Doğu’daki ilk Sovyet idaresini kurar ama, daha sonra bu bölgesel Sovyet yönetimi, kuruluşunda desteğini gördüğü yeni Sovyetler Birliği dahil zamanın büyük devletlerinin uzlaşması sonucu, kaderine ve ölümüne terkedilir.

Tebriz ise, 2. Dünya Savaşı'nın sonlarında 1 yıla yakın bir süre, İran'ın ikinci Sovyet deneyimine ev sahipliği ederek, ilginç tarihine yeni boyutlar ekler. Elbetti bu Sovyet deneyimi de, yine Sovyetler dahil büyük güçlerin hesapları arasında daha uzun süre yaşama şansı bulamaz ve Tahran’dan gelen İran ordusu tarafından ezilir.

Tebriz ayaklanmacı ruhunu yüzyılın sonuna doğru da gösterme fırsatını kaçırmaz. Şahlık rejiminin yıkılmasıyla sonuçlanan İslam Devrimi’ni başlatan ilk fiili ayaklanmalar da yine “Azerilerin başkenti” diye tanımlanan Tebriz’deki ayaklanmalardır. Elbette İslam Devrimi'nin ulus ölçeğindeki iki asli unsurundan biri olan Azeriler, devrimden sonra önce dini liderleri Ayetullah Şeriatmedari'nin sahneden silinmesi, daha sonra da devrime karşı Kürt ve Türkmenlerin ulusal ayaklanmalarının bastırılmasının ardından, başbaşa kaldıkları yeni İslam Cumhuriyeti'ne başından beri egemen olan Fars milliyetçiliği karşısında kaderlerine razı olmak zorunda kalırlar.

Ama daha yakından bakıldığında, Tebriz’in İran tarihindeki ve hayatındaki bu başatlığı, İran Azerileri arasında da pek itibar görmez aslında. Çünkü İranlı Azerilerin hem şiveleri, hem de birbirlerine ve “diğerlerine” karşı tutumları, hangi şehirli veya bölgeli olduklarına göre epey değişir. Birçok İran Azerisi, en başta Urumiyeliler olmak üzere, Erdebilliler de, Zencanlılar da, hatta Gazvin’de yaşayan Azeriler de, hem Tebrizlileri hem de “Azerilerin başkenti Tebriz” ifadesini pek de hoş bilmezler. Örneğin kendi ifadelerine göre, Şahlık zamanında “Doğunun Paris’i olarak adlandırılan Urumiye'de (Devrimden önce, ilk Rıza Şah’tan aldığı adla adı Rızaiye olan, sonra tekrar eski adına dönen Urumiye) yaşayan Azeriler, kendilerini hep diğer Azerilerden daha kültürlü ve “elegan” görüp, hissederler. Erdebil’e gittiğinizde ise daha katışıksız bir Azericenin konuşulup yaşandığını hissedersiniz. Nüfus da o oranda katışıksızdır. Fars nüfusu diğer şehirlere göre daha az görünür ve bu nüfusun çoğunluğunu oluşturan resmi görevli Farslar, bir nevi “kendi ülkelerinde azınlık” psikolojisini yaşarlar. Erdebil’de Safavi hanedanının kurucusu Şah Abbas’ın şeyhi Safiyeddin’in tekkesini ziyarete gittiğimizde, Türk olduğumuzu anlayan Fars müze görevlisi, peşimizden koşa koşa gelip, bir kitaptan öğrenmeye çalıştığı Azerice ile ilgili bazı kelimelerin anlamını bizden sorma fırsatını kaçırmak istememişti. Bunları turist bir Türkten sormak, yerli bir Türkten sormaktan daha az zul gelmişti galiba kendisine.

Bütün bunlara rağmen, Tebrizliler kendilerini başkent Tahran karşısında bile “daha kentli” hissedecek kadar özgüven sahibidirler. Fıkra bu ya, Tahran’dan Tebriz’e giden birkaç kişi sokakta iki Tebrizliyi durdurup adres sormuşlar. Bu yabancılara adresi büyük bir bezginlik ve yüksünmeyle tarif eden Tebrizli, arkadaşının “kimmiş onlar?” sorusuna “Ket'ten gelmişler” diye cevap vermiş, yani köyden! Köylü olmasalar, Tebriz’deki bir adresi niye bilmesinler ki; değil mi?

Azerilerin İran İslamcı hareketinin ve İran İslam Cumhuriyeti kadrolarının içinde en tepeden daha aşağılara, bakanlar düzeyinden önemli siyasetçilere kadar belirli bir ağırlığı olduğu da tartışma götürmez. Bilinen örnekleri sıralamaya gerek yok, ama müesses ideloji ve nizamın değişik katmanlarında yeralan bu insanların Türklükleri ya da Azerilikleri, artık sadece ailelerinin ait olduğu etnik grubun adı olmaktan öteye gitmemekte, bütün siyasetleri bir Fars milliyetçiliğinin egemen olduğu mevcut rejimin çerçevesinde şekillenip, yürütülmektedir denilebilir. Ne demişti Lenin bir zamanlar Bolşevikleri için: “Her Bolşeviği kazıyın altından bir Rus milliyetçisi çıkar.” Aynı şey İranlı İslamcılar için de geçerli olsa gerek. Kazıyınca cilanın altından buz gibi Fars milliyetçileri çıkar.

Tebrizlilerin bu büyüklük iddiaları, İranlıların “Cihanın Yarısı” olarak adlandırdıkları İsfahan’ın eşsiz tarihi güzelliğine meydana okumaya kadar gider. Çünkü Tebrizliler “İsfahan, Cihan'ın Yarısı” (İsfahan, Nisf-e Cihan) sözü her geçtiğinde, hemen bir eklemede bulunurlar: “Amma Tebriz Olmasa!” İsfahanlı yetkililer İran’a konuk giden bir Türkiye heyetine İsfahan’ın güzelliklerini anlatırken, heyetin konuğu olduğu Hatemi hükümetinin önemli bir Azeri Bakanı’nın maiyetinden Tebrizliler, İranlıların “Türklere Fars propagandasından” rahatsız olmuş olmalılar ki, hemen oracıkta “aslında İran’ın en büyük tarihi güzelliklerinin zamanında Tebriz’de bulunduğunu, ama deprem kuşağındaki Tebriz’in anıtsal tarihi binalarının hepsinin deprem nedeniyle harap olduğunu, İsfahan’ın ise deprem kuşağında olmaması nedeniyle kentteki binaların bugüne kadar kalabildiği için şimdi böyle bir tarihi güzelliğe sahip olmakla övündüğünü” söylemişlerdi. Bu sanıldığının aksine çok yaygın bir iddiadır da. Tebriz'in MS 800'den itibaren 5 büyük deprem geçirdiği bir vakıa olmakla beraber, çok kereler duyduğum Tebriz güzellemesinin bu versiyonunu duyduğumda, diyecek bir şey bulamamıştım; İsfahanlılar da diyecek bir şey bulamamışlardır herhalde.

Eh, Tebrizliler Urumiyelileri, Urumiyeliler Tebrizlileri, Erdebilliler ise hiçbirini sevmez. Güçlü kuvvetli, pehlivan erkekleri ile ünlü Erdebillilerin bu özellikleri ile, diğer iki kentin Azerileri, acı kuvvetleri ile değil, ama acı alayları ile başa çıkmaya çalışırlar. Yani diğer Azeriler, güçlü kuvvetli Erdebillileri pehlivanlığa değil de daha çok hamallığa layık görürler. Erdebillinin birine “Nerelisin?” diye sormuşlar, o da “Erdebilliyük” deyince, Tebrizli, “Beli, Beli, yükünden belli” demiş.

Tebriz'in büyük etkisi ve büyüklenmesi, tarihi önemi ve önemli dönüm noktalarındaki kritik duruşunun yanı sıra, aslında temel olarak bu kentin ve Tebrizlilerin İran ekonomisindeki, daha doğrusu ticaretindeki büyük gücünden ileri gelir. İranlıların da paylaştığı genel geçer yargılara göre, İran ekonomisinin yüzde 90'ına Tahran'daki Büyük Bazar (Bazar-ı Bozorg), burdaki ticaretin yüzde 80'ine de Azeriler, özellikle Tebrizliler egemendir. Büyük Bazar'a gittiğinizde bu hakimiyeti, özellikle halı bedestenlerinde olmak üzere, gözlemlemek mümkün. İran'ın dünyaca meşhur halısı, birkaç güzel istisna dışında, aslında Tebriz halısıdır denebilir ve Tahran Büyük Bazar'ındaki halı bedestenlerini ve Tahran'dan Ankara'ya, oradan İstanbul'a, ve taa Los Angeles'a (İranlılar Los Angeles'a, bu kent ve civarında yerleşik 1 milyonu geçen İranlı göçmen nüfusu nedeniyle İrangeles ya da Tahrangeles da derler) uzanan yüzmilyonlarca dolarlık halı ticaretinin büyük kısmını, Tebriz ile civarındaki kasaba ve köylerde çoğunluğu sipariş üzerine üç-otuz paraya dokutulan Tebriz halıları besler.

Tebrizlilerin ticarete hakimiyetleri ve ticari dehası o kadar meşhurdur ki, İran'da İranlı Türkler hakkındaki seyrek aşağılayıcı olmayan fıkralar hep Tebrizlilerin ticari zekaları üzerinedir. Fıkra bu ya, İran'daki Yahudi cemaatinin en yoğun yaşadığı İsfahan'dan bir Yahudi tüccar, soydaşlarının yoğun rekabetinden kurtulup daha çok para kazanmak için İran'ın hiç Yahudi olmayan ve ticaretin canlı olduğu bir bölgesini aramış ve sonunda Tebriz'i seçip, bu kente yerleşmek üzere eşeği ve horozuyla birlikte yola çıkmış. Uzun bir yolculuktan sonra Tebriz civarına geldiğinde epey yorulan Yahudi tüccarımız, yol kenarındaki tarlada karşılaştığı Azeri bir çocuğa yaklaşıp, “evladım, uzun yoldan geldim, açız. Bize şöyle ucuzundan bir yiyecek getir de hem ben, hem eşeğim hem de horozum doysun” demiş. Afacan Tebrizli çocuk bir süre sonra elinde bir karpuzla gelince Yahudi tüccar şaşırıp, “evladım bunla nasıl doyacağız” deyince, çocuk “karpuzun içini sen yersin, çekirdeğini horozun yer, kabuğunu da eşeğin yer, bir güzel doyarsınız” demiş. Yahudi tüccar bu pratik zeka karşısında, “Daha Tebriz'in kıyısındayım. Buranın çocukları böyleyse, kim bilir tüccarları nasıldır” deyip, gerisin geri İsfahan'a dönmüş derler.

Ama fıkraların çoğunluğu böyle övücü değildir Azeriler için. Çünkü nasıl Türkiye'de fıkralar hep “Lazın biri...” diye başlarsa, İran'da da fıkraların çoğu “Türkün biri...” diye başlar. Ve bu fıkraların ve şakaların çoğunda yine benzer şekilde, Türkler biraz, hatta bayağı saf, kafası basmayan, haza odun tiplerdir. Buna ek olarak, hangi ulustan olursa olsun İranlı biri, karşısındaki söylediğini birazcık anlamayınca ya da anlamakta gecikince, “Türk müsün?” demekte bir beis görmez. Bu genel pejoratif prototipin vardığı en uç nokta ise, “Eşek Türk” (Törki heri) lafıdır.

Elbette bu tür fıkraların taşıdığı ağır ırkçılık ne sadece İranlılara özgüdür; ne de bize. Buna benzer her türden fıkrayı anlatan ve gülenleri de kapsayan bir arsı ulusal geçerliliğe sahiptir. Kısacası ırkçılık biraz herkese mahsustur, sadece kurbanları ve kıyanları yer değiştirir.

Her milletten İranlı, özellikle de Azeriler ise, İran fıkralarındaki Laz benzeri Türk figürünün, Azerilerin özellikle de Tebrizlilerin İran ticari hayatı ve zenginliğindeki işte bu egemen konumuna karşı duyulan çekememezlik ve hasetten kaynaklandığını düşünürler. Elbette bu tür fıkraların bilinçaltında (hatta apaçık üstünde), Farsların “Aryan” (Ari) ırktan geldikleri iddiasının ve buna dayanan genel geçer büyüklenmelerinin, böbürlenmelerinin de büyük payı olduğunu gözardı etmemek gerekir.

Bu Ayranlık meselesi ilginçtir. Genellikle İranlılarda görülen, kendisini en basitinden teşrifat ve tören düşkünlüğü ile gösteren debdebe ve şatafat düşkünlüğünün nedenlerinden biri, bu Aryan olma (Ari ırktan olma) iddiasının-durumunun fazlasıyla önemsenmesinden kaynaklanıyor olsa gerek (Kim önem vermiyor ki zaten!). Aryanlık meselesi İran popüler kültüründe o kadar yaygındır ki, ülkenin siyasi yaşamında ve uluslar arası ilişkiler diskurunda da kolayca başvurulan bir yedek kuvvettir ve bazen uluslararası ilişkilerdeki krizlerde, başvurulan son çarelerden biri haline gelebilir.

1992’de Berlin’deki Mykonos adlı Yunan restoranında katledilen İranlı Kürt liderler nedeniyle İran’ın başı Almanya ile derde girip, Alman Mahkemesi, yargılanan biri İranlı ötekileri Lübnanlı Şii 3-4 kişiyi hapis cezalarına çarptırdığı kararında, İran liderlerini bu suikastlerin emrini vermekle suçlamıştı. Bu iki ülke ilişkilerini gerip, elçiler geri çağrılıp, Tahran’daki Alman elçiliği İranlı aşırı muhafazakar sokak çeteleri tarafından abluka altına alınıp, iş iyice çığırından çıkınca, İran’ın güçlü adamı ve zamanın Cumhurbaşkanı Ali Ekber Haşimi Rafsancani, kontrollü krizin yeterince tırmandırıldığına kanaat getirmiş olmalı ki, meşhur büyük manevralarından biri daha yapmaya karar vermişti. Irk esaslı bir siyasete karşı ümmet esaslı bir İslamcılık temelinde kurulduğunu iddia eden ve bu iddiasını hala devam ettiren bir rejimin mümtaz şahsiyetlerinin önde gideni olan dinadamı-siyasetçi Rafsancani, Tahran Üniversitesi bahçesindeki sürekli Cuma Namazı alanında 1996 Sonbaharı’nda Cuma Hutbesi’nde Almanlara sitem ederken, “İki halkın da Aryan soyundan geldiğini” belirterek, bir nevi “Ayıp oluyor, Aryan Aryan’a bunu mu yapar?” demeye getirmişti.

Biz yine İranlı Azerilere dönersek, şunu rahatça söylemek mümkündür. Tebriz ve diğer Azeri kentleri 20. yüzyılın başında olduğu gibi sonunda da İran'da değişimden yana tavır almaktan geri kalmadılar. Reformcu Muhammed Hatemi'nin kazandığı iki cumhurbaşkanlığı seçiminde (1997 ve 2001) ve onu destekleyen partilerin girdikleri Meclis seçimleri (2000) ve yerel seçimlerde (1999), en çok ve neredeyse kitlesel biçimde oy aldığı yerlerin başında başta Tebriz olmak üzere Azeri kentleri geliyordu. Bu durum da kısa zamanda fıkralara yansımakta gecikmedi. Popüler kültürdeki pejoratif anlamlarını da kaybetmeden tabii.

Fıkra bu ya, reformcu Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ilk kez cumhurbaşkanı seçildiği 1997 seçimlerinde kendisini büyük oranda destekleyen Azerilere teşekkür için Tebriz’e gitmiş. Kentin en büyük stadında toplanan halka hitap eden Hatemi, Azerilerin devrimciliğinden, siyaset sahnesinde her zaman aktif biçimde yerlerini almayı bildiklerinden, zekiliklerinden uzun uzun dem vurduktan sonra “Bakın şimdi size Azerilerin ne kadar zeki oldukların ispat edeceğim” diyerek halkın arasından rastgele birisini kürsüye davet etmiş. Hatemi kürsüye gelen kişiye sormuş “2 kere 2 kaç eder?” Adamın “5” cevabından sonra statta önce büyük bir sessizlik olmuş, ardından herkes hep bir ağızdan “Bir fırsat daha ver!” diye bağırmış. Hatemi sormuş “3 kere 2?” Adam “sekiz” deyince yine büyük bir sessizlik ve sonra millet hep bir ağızdan bağırmış, “Bir fırsat daha ver!” İşlerin sarpa sardığını gören Hatemi, mikrofonu kapatmış ve adama “bak Babacun, ben 3 kere 3 kaç diyeceğim, sen 9 diyeceksin. Tamam mı” demiş, adam da“tamam” deyince, mikrofonu açan Hatemi sormuş “3 kere 3 kaç?” Adam cevap vermiş: “Dokuz.” Stadı yine bir süre büyük bir sessizlik kaplamış, ardından millet hep bir ağızdan tekrar bağırmış: “Bir fırsat daha ver!”

Hatemi bir fırsat daha verdi mi, vermedi mi bilmiyoruz ama İran halkı kendisine ikinci bir fırsat daha verip, tekrar cumhurbaşkanlığına seçmişti. Ama müesses nizama hakim olan muhafazakar kurum ve güç odakları ne İran halkına ne de Hatemi’ye neredeyse hiç fırsat tanımadılar ve ülkenin ve halkın siyasi, sosyal ve ekonomik durumunu sistemin katı ve ağır sınırları içinde bile birazcık olsun düzeltme girişimlerini daha kaynağında boğmak için ellerinden geleni yaptılar ve bunda da büyük başarı sağladılar.

Bugün İran’daki son cumhurbaşkanlığı seçiminde kazandıkları “zaferle” bu büyük başarılarını taçlandıran muhafazakarlar, halkın biraz da bıkkınlıktan “Yeter artık” diye sokaklara dökülmesinin arkasında yine yabancı, ve yine özellikle İngiliz parmağı arıyor. Bunu o kadar ilere götürdüler ki, Dışişleri Bakanları göstericilerin güvenlik güçleri ve sivil milislerce neredeyse tek tek hedef gözetilerek vurulmasından (çünkü, ölen göstericilerden önemli bir kesiminin başlarından ve göğüslerinden tek kurşunla vurularak öldüğü bildiriliyor) bile yabancı güçleri sorumlu tutan bir “demeç” verebildi. Kimbilir belki de, “kışkırtmasaydınız vurmazdık” demek istemiştir.

Bu da insana, yine başka bir fıkrayı hatırlatıyor. Fıkra bu ya, 1979’da devrimden hemen sonra Humeyni, İran’da yaşayan Sünnilerin “Şii Devrimi”nden duydukları endişeleri gidermek için yeni kurulan rejimin devlet işlerinde Sünni-Şii ayrımı yapılmayacağı yönünde bir kararname yayımlamış ve yöneticilerden, destekçilerinden bu kurala uymalarını istemiş. Humeyni'nin emrini taraftarlarına bildiren Hazar kıyısındaki şehirlerden birinin safdil yetkilisi, kararı okuyup ilan ettikten sonra, buna uyulacağını garanti altına almak için kendince en emin tehdidi savurmuş: "İmam’ın emrine göre bundan sonra Şii-Sünni ayrımı yapılmayacak. Yapan Ömer'den beter olsun!"

Yanlış anlaşılmasın, bu bir fıkra ve bu fıkrada çok güzel özetlenen popüler kültür düzeyindeki safdil anlayış(sızlık) bölgemizde hemen her kesime özgü; yoksa sadece bir grubu suçlamak tamamen bu fıkradaki anlayış(sızlığı) paylaşmak olurdu.

Bu sadece, bazı “sözde” safdil ve art niyetli yöneticilerin ülkelerindeki toplumsal olaylar ve krizler ile bölgesel çatışmaları sadece yabancı güçlerin kışkırtmasına bağlamasının ne kadar ironik olduğunu gösteriyor.

Yoksa elbette, her yerde nifak tohumları ekenler, ekmek için en üst gayreti gösterenler olur. Ama nifak tohumu bile olsa, bir tohum, yeşermek için münbit bir toprağa ihtiyaç duyar. Önemli olan, topraklarımızın nifak tohumları için münbit olmamasını sağlamaktır. Değil mi?