Gezi Parkı Direnişi ya da Toplumsal Dayanışmanın İmkanı

Gezi parkı başlığı altında bir yazıya başlarken, hakkını teslim edebilecek miyim diye, ister istemez imtina ediyorum. Bir yanda gezi parkındaki eylemcilerin direniş ve dayanışma boyunca ortaya koydukları faillikleri es geçerek yapılan, pek çoğu itidal ve uzlaşı çağrısından öteye geçemeyen, üstten bakan siyasal tahliller, öte yanda 80-90 kuşağını anlamak nevinden bir mesafe koyan, eylem haritasını ve eylemci profilini çıkarmaya yönelik sosyolojik okumalar duruyor. Bu iki açmaza da düşmeden, katılımcılığı ortaya koyan ve öznelliklerimizi yeniden keşfettiğimiz bir yazınsal-söylemsel çabanın peşinde koşmak boynumuzun borcu olsun. Bu yazıda, deneyimlenen toplumsal dayanışma perspektifini ön plana çıkararak, Gezi direnişini ve sürecini anla(t)maya çalışacağım.

Gezi direnişi, en başta, otuz yıldır hâkim olan neo-liberal bireyci söyleme karşı itirazın pratikte gayet mümkün olduğunu ve çıkar odaklı ekonomiler karşısında alternatif mekansal tahayyüllerin/tanzimlerin imkânını gösterdi. Kışkırtılmış ve kıstırılmış kitlesel bir yalnızlığın karşısında Gezi’de beraber olmak, dayanışmanın letafeti ve nezaketi içerisinde nefes almak demekti. Küresel düzende egemen olan insan hakları söylemiyle, bireysel hakların ve kişisel olanın öne çıkarıldığı bir dünyada, Gezi deneyimi toplumsal hakların üzerine yeniden düşünmemize ve heyecanlanmamıza vesile oldu. Taksim Platforumunun ve Taksim Dayanışmasının çağrıları, kentin toplumsal yeniden inşasına katılmanın, bize bahşedilen bir lütuf yerine, toplumsal bir hak olduğunu hatırlattı. Bu çağrıya iştirak eden kitlelerin, Gezi parkı başta olmak üzere, kent hakkı üzerinden toplumsal olanın inşasına katkıda bulunduğunu söylemek gerek.

Gezi direnişi sürecinde, park mekanı üzerinden karşılıklı dayanışmaya ve yardımlaşmaya yönelik yeni bir fedakarlık ekonomisi yaratıldı. Sadece yeme içme ve yaşamı idame ettirme nevinden faaliyetler değil (ki bunlar bile başlı başına müthiş bir organizasyon başarısıydı; ihtiyaç listelerinin güncellenmesinden ve takibinden tutun, alanda amme için yemek pişirenlere kadar; karınca misali durmadan parka erzak ve su taşıyanlardan, “sigara atmayan Tayyip gibi olsun” sloganı ile gececiler için sigara toplayanlara kadar herşey bir bütünün parçasıydı) aynı zamanda acil revirleri, halk eczaneleri, kolektif kütüphanesi, oyun kulübü, kreşi, sanat atölyeleri, hatta bağ bahçesine kadar her köşesiyle, bireysel ve ekonomik çıkarların dışsallandığı, idare etme üzerine kurulu yeni bir yaşam ve fedakarlık ekonomisi oluşturuldu. Devletin yokluğunda nasıl bir dayanışmacı mekan yaratılır sorusunun pratikteki cevabı oldu Gezi parkı. Çayın ve sigaranın, çadırın ve battaniyenin, şiirin ve hikayelerin paylaşıldığı gece bekleşmelerinde, sabaha kadar sürdürülen ve sündürülen muhabbetlerde, sadece sosyalleşme, siyasallaşma veyahut bilinç yükseltme seansları gerçekleşmedi, aynı zamanda direniş üzerinden kolektif mekansal bir ontoloji yakalandı.

Şunun da altını çizmek gerek, Gezi eylemliliği her ne kadar orta sınıf hareketi olarak yansıtılsa da -ki bu tespit direnişin özgürlük temelli iddiasına uygundur- önceden İstiklal caddesinde ve parkta sabahlayan evsizlerin ve sokak çocuklarının Gezi yaşamına katılması ile barınma problemleri geçici bir süreliğine ortadan kalktı. Evsizlerin, sokak çocuklarının ve sair toplumdan düşenlerin katılımı düşünüldüğünde (pek çoğu gönüllü olarak barikatlarda kalıyorlardı), Gezi direnişi bizlere dayanışmacı mekanlar üzerinden eşitlikçi ve demokratik barınmanın mümkün olduğunu hatırlattı. Gezi parkında, İstanbul'un tam göbeğinde ama tam da dışında ütopik, devrimci ve dayanışmacı mekanın kuruluşu deneyimlendi.

/

 

FOTO: Murat Bozluolcay

Dayanışmanın estetiği karşısında, çıkarcı neoliberal muhafazakar rejimin evvela lâl olması, saniyen dumura uğraması, salisen hırçınlaşarak teknokrat-otoriterliğe soyunması Gezi direşininin toplumsal-siyasal diyalektiğine işaret ediyor. Gezi sürecinde malum olduğu üzere, bir yanda muhafazakar muhayyile çökerken, öte yanda muhafazakar iktidar esnafın zararından, kaçan yatırımdan, borsanın puan kaybından, sandık hesabından, matematiksel üstünlükten dem vurdu. Gezi sürecinde gördük ki, neoliberal yönetimsellik tekniği olarak demokrasi sandığın ötesine gidemedi, yaşam hakkını hiçe saydı. Nitekim toplumsal dayanışma karşısında, neoliberal rejim teknokrasi, çoğunlukçuluk, matematik ve en çok da ekonomi demekti. Gezi sürecindeki diyalektiği karikatürleştirme pahasına şunu söylemek gerek, sosyal bilimciler bu süreçte tekniğin-teknolojinin-matematiğin karşısında direnişin sosyolojisine -yahut sosyolojinin direnişine mi demek gerek?- şahitlik etti.

Bir de eylemin dilinin ve sembollerinin, direnişin muhtevasına dair aydınlatıcı olduğunu söylemek gerek. Charles Tilly yeni muhalif toplumsal hareketlerin oluşumunda politik kaynaklar kadar, sembollerin ve repertuarların gerekliliğine işaret eder. De Certeu’nun izleğinde, alayın, dalgaya almanın, kahkahanın bu sembollerin ve repertuarların oluşumuna içkin olduğunu söyleyebiliriz. Kimi devrimcilerin evvelden siyasetsizlik ile itham ettiği, şimdiki muhafazakar muktedir elitlerin ise nihilizm ile yaftaladığı, seksenler doksanlar kuşağının meydanları yaratıcı duvar yazılarıyla ve “inceden gören” eylem biçimleriyle sürekli gülümsetmesi, hatta “kahkaha atmaktan devrim yapamadık” söylencesi, iktidarın şaşkın, çaresiz ve öfkeli çöküşüne sebep oldu. Konvensiyonel siyasi kanalların güdüklüğü ile sınanan, demokratik katılım araçları ellerinden alınan, talepleri şiddetle zulümle bastırılmaya çalışılan gençlerin, sokak yazılarıyla, duvara karşı oynayarak iktidarın altını oymaları Gezi eylemlerinin temel dinamiğini oluşturdu.

Gençlerin meydan dinamizminin ve eylemliliğin, sosyalist solun üzerindeki atıllığı atmasına vesile olduğunu söylemek yanlış olmaz. Devrim hayallerinin ötesinde, toplumsal muhalefetin sokakta dile gelmesi, sosyalistlerin kendilerine yeniden dönmesine ve kendilerini yeniden inşa etmesine vesile oldu sanıyorum. Yukarıdan gelen söylemler yerine, aşağıdan ve sokaktan gelen sesler, adalet ve özgürlük beklentileri, alternatif dünya tahayyüllerinin “tam da o anda,” “oluverecekmiş gibi” nasıl da mümkün olduğunu gösterdi. Devrimci moment için beklemek yerine, sokağın dayanışmasına katılan sosyalistler pratikte imkanlarını sınadı ve yeni bir ivme kazandı.

Dayanışma perspektifi içerisinde, sosyalistler açısından karşılıklı öğrenme süreci gerçekleşti diyebiliriz. Tekilleştikçe yalnızlaşan sosyalist gruplar için Gezi parkı bir karşılaşma ve istişare platformu hüviyetini kazandı. Ötekiliklerin ve kategorilerin aşındığı bir zeminde, farklı sosyalist grupların ve sol pozisyonların özgürlük, demokrasi ve kapitalizm karşıtlığı üzerinden sadece mekanı paylaşmaları değil, birbiriyle konuşmaları son derece mühimdi. Bu diyalojik mekan içerisinde, Gezi öncesi fay hatlarının oynatılması ile yeni ortalıklar oluşturuldu. Gezi'nin söylemsel mekanında içiçe geçmiş ve katmanlı (özgürlük, adalet ve demokrasi eksenli) talepler karşısında sosyalist sol skalasını genişletti. Daha da önemlisi, türlü mağduriyetlerın ve yoksunlukların Gezi eylemi üzerindeki yansıması ile, pozisyonlar birbirleriyle konuşur hale geldi. Yani, sosyalistler, Kürtler, feministler, LGBT'ler, ulusalcılar, islamcılar vd. birbirleriyle hemhâl oldular. BDP flamalı bir Kürt eylemcinin, Atatürk bayraklı muhtemel bir ulusalcıyı elinden tutarak çatışmadan kurtarması Gezi'deki söylemsel mekanın en göze çarpan sembollerinden biri haline geldi.

Dolayısıyıla, Gezi süreci siyasal önyargılarımızın ve kategorik ötekileştirmelerimizin çözülmesine de vesile oldu. Kimileri için anti-kapitalist Müslümanların varlığı ve parkta kıldıkları Cuma namazları sekülarist önyargılarının yıkılmasına vesile olurken, kimileri için Kürt kardeşlerinin en ön safta onlar için çatışması, onları koruması, neşeyle halaya durması ulusalcı önyargılarının kırılmasını sağladı. Vali sadece flamaları kaldıracağız, meydanı temizleyeceğiz dediği gün, Gezi Parkının ön tarafına atılan biber gazları ile fenalaştığımda, nefesim kesilip yere kapaklandığımda, ilk önce yanıma koşanlar TKPliler oldu, ben miydim TKP’nin ulusalcılığını uzaktan eleştiren, arkadaşlar beni kaldırıp revire götürdüler, kendime gelesiye kadar ellerimi bırakmadılar. Elimi tutarken sürekli “yoldaş iyi misin, n’olur kendine gel” diye çırpınan arkadaşları ömrüm boyunca unutmayacağım.

Gezi direnişindeki faillikleri teslim etmek adına şunu da söylemek gerek: eylemciler onca zorbalığın ve şiddetin altında, kısa sürede ve rafine edilmiş şekilde devrimci pratik kazandılar. Gün geçtikçe artan şiddet karşısında, sokaktaki kitlenin tümüne militanlaşmaktan ve çatışmaktan başka çare bırakılmamışken, çatışma artık zorunlu olarak deneyimlenirken, eylemciler kendi dillerini, kendi mekanlarını, kendi dayanışmalarını inşa etmeyi öğrendiler. Bu ateş hattında, sürekli devinen, değişen ve gülümseten (kardeşlik, yoldaşlık, dostluk ruhu üzere) bir deneyimler silsilesi oluştu.

Son olarak, Gezi eylemliliği her ne kadar özgürlük, demokrasi ve zulme karşı durma ekseninde şekillense de, süreci başlatan hamlelerin politik ekonomik eksende olduğunu unutmamak gerek. Gezi Parkı’nın yerine AVM inşa edilecek olması ve daha evvelinde Emek sinemasının yıkılmasına karşı çıkan kentsel hareketler Gezi eylemliliğinin çekirdeğini oluşturdu. Taksim Platformu, IMECE ve Müşterek bileşenleri başta olmak üzere şehir planlamacılarının, mimarların, sosyologların dahil olduğu, epey süredir devam eden, kentsel dönüşüme karşı duran bir hareket mevcuttu. Kentsel mekanlarının metalaşmasına, ticarileşmesine, mutenalaşmasına karşı uzun zamandır direnen bu hareket, rezidanslar, AVM’ler ve kapalı sitelerle donatılmış İstanbul’da zengin ile yoksulun mekansal kutuplaşması hususunda bizleri epeydir uyarıyor. Dünyanın başka metropollerinde de yaşanan neoliberal mekansal dönüşümden İstanbul’da maalesef payını alıyor, kent merkezleri sermayenin işleyişine terkedilirken, yoksullar şehrin çeperlerine sürülüyor ya da şehrin içindeki belli mahallelerde izole ediliyor. İstanbul başta olmak üzere, kentlerin rant hırsına kurban edilmemesini talep eden kent hareketleri, kentsel mekanların demokratik ve toplumcu yeniden inşasını talep ediyor. Gezi direnişi ve Emek eylemlerinin evvelinde TOKİ üzerinden gerçekleştirilen neoliberal kentsel dönüşüme karşı çıkan hareketlerin eleştirileri Gezi eylemliliği ile ivme kazandı. Dolayısıyla, Kadıköy Kuşdili Pazarı ve Haydarpaşa Garı gibi şehrin kamusal alanlarının metalaşmasına karşı verilen mücadelenin Gezi eylemliliğinin içkin bir parçası olduğu unutulmamalı.

Gezi süreci bugün İstanbul’un ve Türkiye’nin belli başlı tüm meydanlarında ve parklarında devam ediyor. Park forumlarının demokratik dayanışmacı modeller yaratacağına dair umutlar taze. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu sormanın tam zamanı.