Mesafe

Gazetelerde, televizyonlarda bir mesafe güzellemesidir gidiyor. İstanbul-İzmir arası şu kadar mesafe kısalacak... A şehriyle B şehri arası bir buçuk saate inecek... Yeni açılan tünelle bütün sevenler kavuşacak, samanlık seyran olacak falan. Bu mesafe debdebesi, hoş görülebilir bir mazlum millet kompleksi olacak yaşı çoktan geçti aslında. Kazık kadar oldu. Adnan Menderes’in her köye karayolu politikasının 50’lerin ortasında hız kazandığını varsayarsak, yarım asrı deviren bir büyük ideal. Köy, kent, kasaba, yekvücut olma... Şıppadanak çarşıya pazara inme... Köşeyi dönme, zengin olma... Büyük mesafesizlik!      

Cumhuriyetin ergenlik komplekslerinin dönüp dolaşıp bir yetişkinlik kâbusu doğurması işten bile değildi, öyle de oldu... Son on beş yılda yapıp edilenler malum. Anadolu’da metrekareye dökülen asfalt oranı nicedir milli kalkınmamızın biricik istatistiği. Duble yollar, tripleks tüneller, cümle âlemin kıskandığı köprüler, köprülerimiz...

Sonunda tadı kaçtı tabii. Her şey bir “mesafe pornosuna” dönüştü. İşten eve, evden işe kaç dakikada gelip gittiğimiz, işin muhtevasından, evin hal-i pür melalinden, işteki insanların akıl sağlından ve evdeki insanların dirlik düzenliğinden daha popüler bir sohbet konusu olmaya başladı. Eskiden maaş üzerinden sidik yarıştırılırdı; şimdilerde ofisten çıkıp televizyon karşısındaki kanepeye ne kadar kısa sürede yayıldığıyla övünüyor insanlar, düşman çatlatıyor. Yahut bayram tatilini geçirmek için büyük şehirden memlekete doğru direksiyon sallayanlar, köyün kahvesinde yorgunluk kahvesi içerken "Kaymak gibi yollar valla hemşerim, kökledim de geldim...” türküsüyle keyiflerine keyif katıyorlar.

Dindarlardan bol bol dua, seküler orta yolculardan alkış, muhalif görünümlü gizli hayranlardan nazende bir aferin... Daha ne olsun!

Milli mutabakatımızın biricik sigortası, karayolları...

Filozof “Önemli olan yolda olmaktır,” derken tam olarak bunu mu kastediyordu emin değilim. Ama bildiğimi sandığım bir şey var: Kalpleri kırık, aralarındaki gönül bağları kopmaya yüz tutmuş, kuşkunun ve önyargının esiri olmuş iki toplum arasındaki mesafe öyle hafriyatla, kamyonla, köprüyle, tünelle falan aşılamaz. Bir ülkede ölüm sıradanlaşmış, bomba kültürü meşrulaşmışsa... Devlet vatandaşlarının özgür iradesini gaspediyor, yazarları, gazetecileri ve akademisyenleri paslı bir demokrasi giyotiniyle terbiye etmeye kalkışıyorsa... Barış yasaklı bir kelimeye dönüşmüş ve içi boşaltılmışsa... Evet bütün bunlar olmuşsa, Ankara-Diyarbakır yolu bir saate düşmüş, kimin umurunda ki? İstanbul-Hakkâri arasında dev bir tünel açmışsın ama tünelin ağzında Özel Harekât kimlik kontrolü yapıyor. Duvarda ise boyası daha kurumamış, eciş bücüş bir yazı: Türksen övün, değilsen itaat et!

Mesafe kısaltmaya bu kadar müptela, insanları birbirine kavuşturmaya bu denli âşık bir siyasi hareket olan AKP, Kürtlerle Türkler arasındaki uzun, çetrefilli yolun belki de hiç olmadığı kadar bozulduğunu, çiğnene çiğnene bir keçi patikasına döndüğünü görmüyor mu acaba? O daracık tozlu patikada katırların üstünde artık kaçak çay gibi masum şeylerin değil, kaçak nefretlerin ve kaçak kopuşların taşındığını haber almıyor mu? Kerameti kendinden menkul OHAL fırsatçılığının, toplumdaki sinmişliğin ve sessizliğin hiç de hayra alamet olmadığını anlamıyor mu? Reisin yanında yöresinde bir tek yabancı dizi izleyen danışman yok mu mesela? Winter is coming! lafının ne hikmetli bir laf olduğundan hiç bahsetmiyorlar mı?

Doğrudur, bütün bu sorular “yok hükmünde” sayılabilir artık. Geçtiğimiz birkaç ay içinde öyle acayip şeyler yaşandı ki… Her şeyi ve herkesi kolayca “yok hükmünde” sayabiliriz. Taraflarını henüz kestiremediğimiz bir savaşa şahit olduk, oluyoruz. Dedikleri gibi at izi it izine fena halde karışmış vaziyette. Kimbilir, belki de Marx’ın Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i kitabında yaptığı tespit bugünün Türkiye’si için tekerrür makamında terennüm ediyor: “Fransa’da sınıf savaşı, kaba bir adiliğin kahraman kılığında çalımla dolaşmasını sağlayan koşulları ve ilişkileri oluşturmuştur.”[1]

Bundan sonra şaşkınlık ve utanç eşiğimiz kolay kolay dikiş tutmaz. Eski bir atasözü “Deli ile devletlü, ikisi de bildiğini işler,” diyor. Peki o halde bize ne yapmak düşüyor? Belli ki artık cevap bulmak ümidiyle değil, vicdanımızı ve ferasetimizi soldurmamak için bıkıp usanmadan soru sormak düşüyor: Barışa ne yaptınız?

Ortadoğu haritasının önünde, ilk defa andımızı okuyacak bir ilkokul çocuğu gibi heyecanla arz-ı endam eden emekli askerler ekranlarda -yine, yeniden- revaçta. Tankların sınırdan kaç kilometre derine indiğini ve bunun stratejik olarak ne kadar da önemli olduğunu ballandırarak anlatıyorlar. “Mesafe pornosunun” yepyeni bir sürümü. İçine bir tutam aksiyon katılmış, temaşası yüksek, daha riskli ve büyük bütçeli ama özü aynı. “2 günde 30 kilometre mesafe katettik... 150 kilometrelik mesafe elimizde bulunuyor... Cerablus’tan Menbiç’e şu kadar mesafe var...” Ne uğruna yapıldığı, ne bedeller ödendiği ve ödeneceği çok da mühim değil. Ne de olsa bastırılmış fetih fetişi baldan tatlıdır. Nicelik, az gelişmiş toplumlarda niteliği her zaman döver. Ve elbet çok yaşasın mesafeler!

Ülke böylesi bir hafızasızlık çukurunda debelenirken Şeyh Pir’in ölümsüz eseri Akıbet’ten alıntı yapmamak mümkün mü?

Yol yapmakla olup bitseydi bu iş

Hemen yapardım, olup biterdi

Döktüğüm kanla akıp gitse her şey

                                          Ama bu işlerin daha burada görülüyor hesabı

Verdiğimiz kanlı dersi alan

Gelip bize veriyor aldığı dersi

Doğruluğun şaşmaz eli bize sunuyor

İçine zehir döktüğümüz kupayı

Uzun lafın kısası, ne diyor şeyhimiz... Barışın üzerine zift döküp hiçbir şey olmamış gibi devam edemezsiniz. Mevsimler acımasızdır çünkü, zaman acımasızdır. Bir de bakmışsınız rüzgâr dönmüş, gökyüzünde kara bulutlar toplanmış... Yağmur, fırtına ve sel her şeyi önüne katmış götürüyor. O gün geldiğinde kısaltmaya çalıştığınız tek mesafe şehirler arasındaki mesafeyse eğer...

Yol er geç çökecektir.


[1] E. H. Carr, Tarih Nedir?, 1987, s. 62.