Birinci Ölüm Yıldönümünde: Gülten Akın

Gülten Akın, bir yıl önce, 4 Kasım 2015 günü, seksen iki yaşında öldü.

Gülten Akın hayattayken, şiiri hakkında birçok kez söz aldım. Yer yer onu kuşkulandırdım, kızdırdım; ayrım, adlandırma ve tanımlamalarıma itiraz etmesine yol açtım. Hem onun, hem de kendi başıma dert oldum. Israr etmekten ilk vazgeçtiğim bir dönemde, bir gün beni aradı. O yıllarda, “cep” değil “ev” telefonu vardı; siz evde iseniz size telefonla ulaşılabilirdi. Bana, “Karabatak gibisin,” dedi, “görünüp kayboluyorsun.” Bu söz beni o zaman biraz gönendirdi, hâlâ da öyle hissederim. O zaman, bana kızmalarının ya da itirazlarının bağlamının farklı olduğunu anladım. Benimle ilgili olarak söylediği sözlerden birini daha burada dile getirmeliyim. Çalgın’ı okuduktan sonra idi; “Bu ne kadar şiddet,” dedi, “şiir bu kadar şiddeti kaldırır mı? Baştan beri hissetmiştim aslında. Sakin ve sessiz görünüşünün altında bastırılmış büyük bir şiddet var.” Seyranbağları’ndaki evde değil, Ayrancı’daki evdeydi. O zaman bir yakalanma hali hissetmiştim, ama olağan olmayanın ne olduğunu henüz fark etmemiştim. Sakinlilik, sadece başkalarını değil, kendinizi de, sizde olandan, ama size yüklenmiş olandan bir tür koruma biçimidir. Gülten Akın da, kendisini sakinlilikte tutan bir şairdi. Kuşkusuz sakinlilik meseleyi kişileştirmemenin de adıdır.

Uzun bir dönem söz almadım. 

Şimdi ölümünden sonra bir kez daha Gülten Akın’ın şiiri hakkında söz alıyorum.

Büyük yapıt, poetik sonsuzluğa yazgılı yapıttır.

Büyük bir şairin veya yazarın ortaya koyduğu yapıta ilişkin üç değerlendirme döneminden söz etmek gerekir. İlki, söz konusu şair hayatta iken, onun yapıtları hakkında yapılan, yazılan değerlendirmelerin oluşturduğu dönemdir. Bu dönemin ayırıcı özelliği, yapıta ilişkin değerlendirmenin, bir sınırlandırma kıskacında vücut bulmasıdır. Söz konusu şairin hem kendisinden hem rakiplerinden hem de yapıta ilişkin poetik algının belirsizliğinden kaynaklanan bir sınırlandırma. Şairin yapıtıyla ilgili naif bir tasarımı bile, yapıtın kendinde ne olduğunu sınırlayıcı bir işlev görebilir. İkinci olarak; söz konusu şairin hayatını yitirmesiyle başlayan evre gelir. Şair değil ama tanıdıklar ve ideolojik angajmanlar hayattadır. Bu dönemin ilk ayırıcı özelliği, biyografik malzemenin ortaya çıkmaya başlamasındadır. Değerlendirmeler, anıların dile getirilmesiyle, sırların ifşa edilmesiyle renklenir. Ama ilgi merkezi, şiirden şaire kaymıştır. Şiir, şairiyle sınanmaktadır. Bu ikinci döneme metnin poetik bakımdan reşit olma dönemi diyelim. Bu dönemde, sıkı bir emniyet supabı, “hayır o öyle değil”den “öyle yorumlayamazsın”a varan, sıkı bir sınırlandırma olasılığı da mevcuttur; söz konusu şair, özellikle bir ideolojinin siyasal hedefleriyle bağlantılı bir zemine yerleştirilmiş ise. O zaman bu ikinci evre alabildiğine uzar. Poetik sonsuzluktan esirgenen bir yapıt, henüz reşit olmamış bir yapıttır. Üçüncüsü ise; söz konusu şairi tanıyan kişilerin da yaşamlarını yitirmesiyle, onu tanıyan kimsenin hayatta kalmamasıyla başlayan evredir.[1] Bir şair için, asıl dönem, sanırım bu üçüncü evrede başlayan dönem olsa gerek. Bu döneme, poetik sonsuzluk dönemi diyorum. Poetik sonsuzluk dönemi derken, yapıtın, yazıldığı dönemin yaygın poetik tasarıma göre veya yazarının ya da belli bir ideolojinin niyetine göre açıklamaya yönelik edimler döneminin artık sona erdiği, metnin kendi tinselliği içinde, kendinde olanla artık sonsuza dek baş başa kaldığı özerk dönemi kastediyorum. Bu üçüncü evrede, yapıta ilişkin ortaya çıkan ilgi, yapıta içkin bir ilgidir; yapıta, onda mevcut olanla nüfus edebilmenin olanağı belirmiştir.

Ben, Gülten Akın’ın, poetik sonsuzlukla ıralı bir maddeyle karşılaştığı ve onu soluduğu kanısındayım.

Gülten Akın, artık ikinci evrededir, poetik reşit evresinde.

Poetik reşit evresi dediğim bu evrede, Gülten Akın’ın, özellikle destanları bağlamında sert bir tartışma yaşayacağı kanısındayım. Bilindiği gibi Gülten Akın’ın üç destan kitabı vardır; Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı (1972), Seyran Destanı (1979) ve Celâliler Destanı (2007). Özellikle ilk destanın, Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’nın Ermeni tehciri konusu bakımından yeniden okunması gerekiyor. Yüzyılın başından çok sonundaki bir durumu dile getiren bir kavramla, söz gelimi “Kemalizm” kavramıyla açıklayamayız bu durumu. Gülten Akın, yüzyılın başındaki ideallerin, I. Dünya Savaşı sonrası oluşan ideallerin gerçekliği içinde yetişmiş bir şairdir. Celâliler Destanı poetik bakımdan henüz okunmadı. Bu bağlamda, mevcut poetik konumunun oldukça değişeceği yapıtının da Seyran Destanı olduğunu söyleyeceğim. Seyran Destanı, Gülten Akın’ın, sanırım en önemli yapıtı haline gelecek.

Burada, “mevcut poetik konumu” ifadesiyle kastettiğim, şairin bizzat kendisince yapıt hakkında oluşturduğu algı biçimidir. Bilindiği gibi, destanın girişinde, Gülten Akın’ın kaleme aldığı bir “sunuş” yazısı yer alır. Bu sunuş yazısında, Gülten Akın, destanı içerik bakımından, Celali isyanları döneminde yaşanan “büyük kaçgunluk”a dayandırırken, bu içerikle bakışımlı olarak, biçim bakımından, Seyran Destanı’nı, yazmayı düşündüğü “Büyük Halk Destanı”nın bir girişi olarak kabul edilmesi gerektiğini söyler. Kendi ifadesi şöyledir: “Diliyoruz ki, bu ‘Seyran’, ‘Büyük Halk Destanı’mızın bir girişi sayılsın.” Gülten Akın’ın, 12 Şubat 1979 tarihinde, Abidin Dino’ya yazdığı mektuptaki[2] ifadesi ise daha açık seçiktir: “Seyran, yazılmaya başlanan ‘Büyük Halk Destanı’nın birinci parçası.”

Her şeyden evvel Gülten Akın’ın söylediği gibi, Seyran, yazılması planlanan “Büyük Halk Destanı”nın bir “girişi” ise, bu “Büyük Halk Destanı” yazılamamıştır. Ancak 2007’de yayımlanabilen Celaliler Destanı, içerik bakımından Seyran Destanı’nın bir devamı değildir.

Bence, Gülten Akın, tanımlayamadığı bir maddeyle karşılaşıyor. Bu maddeyi, tanımlayabilmek ve bir bağlam içine koyabilmek için bir yandan Celali isyanlarına atıfta bulunurken, diğer yandan 1940’lardan sonraki göç meselesine değiniyor. Bir “dev”e benzetiyor; tanımlayamıyor.

Bu tanımlanamaz maddeye pratico-inerte diyelim [Bu kavramı, bizde ilk defa Ulus Baker kullanmıştı]. Pratico-inerte, Jean-Paul Sartre’ın bir kavramıdır ve “öznenin belli bir tümel algı veya belli bir tasarımdan hareketle tanımlayamadığı, bir tanımlanamaz olan ile karşı karşıya geldiği bir durumu[nu]” (Felsefi Şiir, YKY, 2007, s. 198) dile getirir. Seyran Destanı, Gülten Akın’ın, 70’li yıllarda yüz yüze geldiği ve tanımlayamadığı tanımlanamaz maddenin destanıdır.

Gülten Akın, 70’li yılların ortasında tanımlayamadığı bu maddeyi, bir bağlama oturtmak için, hem içerik bakımından hem de biçim bakımından bir proje geliştiriyor. Bu poetik projeye, biçim bakımından “Seyran Destanı” diyor; içerik bakımından ise, “Büyük Halk Destanı”. Ama tanımlanamaz olan bu madde, bu biçime girmiyor. Bu tanımlanamaz maddenin “destan kısmı”, aslında Seyran Destanı’yla tamamlanıyor; destan biçimine sığmayan kısım ise, bence İlahiler (1983) ve 42 Günün Şiirleri (1986) olarak devam ediyor. Anlatıcı-ben, Seyran Destanı’nda, tanımlanamaz olan maddeye dışarıdan ve uzaktan bakarken, takip eden kitaplarda, bu maddeye iyice yaklaşacak ve içeriye dahil olacaktır.

Poetik reşit evresinin, ilk poetik sorunsalını sanırım bu tartışma oluşturacak.

Ben, Seyran Destanı’yla başlayacağım.



[1] Bu sınıflandırmayı, Borges’in bir sözünden esinlenerek geliştirdiğimi söylemeliyim. Borges’in o sözü şöyle: “Bir insanı tanıyan son kişi de ölmedikçe, o insan gerçekten ölmüş sayılmaz.” Bu söze dikkatimi çeken ise,  Elisabeth Roudinesco oldu.

[2] Seyran Destanı’nın resimlerini, bilindiği gibi Abidin Dino çizmiştir. Bu resimlerin çizimine ilişkin, Gülten Akın ile Abidin Dino arasındaki mektuplaşmalar şimdiye kadar ortaya çıkmamıştı. Bu mektuplar ve Abidin Dino’nun Seyran Destanı’na ilişkin resimlerinin tamamı, şairin arşivinden çıktı. “Tamamı,” diyorum, çünkü Seyran Destanı kitabında toplam on altı resim vardır; Dino’nun çizimleri ise otuz dokuz resimden oluşuyor. Bu resimlerin tamamı, 6 Kasım 2016, Pazar günü, Galeri Nev’de (Ankara’da) açılacak sergide ilk defa günyüzüne çıkacak. Ayrıca, mektuplaşmalar ile resimlerin, Galeri Nev tarafından kitaplaştırıldığını da belirtmeliyim.