Şaşıramıyorum
















Hayatım boyunca hep özgür oldum. Çocukluğumda da yetişkinliğimde de ailem kararlarımı hep destekledi. Bazı dönüm noktalarında itiraz etmiş olsalar da, tercihlerime son tahlilde güvendiler, engel olmayı düşünmediler. Bir kadın olarak bireysel haklarının kısıtlanması sorununa çokça maruz kalan annem, çocuklarının özgür, kendine yeten ve kimseye muhtaç olmayan kişiliklere sahip olması için ayrıca bir titizlik gösterdi.

Bu durumun tek istisnasını ortaokula başlayacağım zaman yaşadım. Ben eğitim hayatıma “düz” ortaokul ve liseden devam etmek isterken, annem İmam-Hatip Lisesine gitmem için çokça ısrar etti. İsteksizliğimin nedeni sadece zor olduğunu düşünmemle ilgiliydi; yoksa hem o okula gitmek bizim şehirde gayet itibarlıydı hem de okul şehirdeki başarılı okullar arasında sayılıyordu. Annem için önemli olan iki şey vardı: Okuyup eğitimli olmamızı hayatının en önemli hedefleri arasına yerleştirmişti, ayrıca “dinini-imanını bilen, ahlâklı” insanlar olmamız, onun için olmazsa olmazdı.

Muhafazakâr kesimde yaygın olan anlayış onda da vardı; ahlâkın yolu “inançlı” olmaktan geçiyordu. Ne kadar dindar bir Müslümansanız o kadar da ahlâklı bir insan oluyordunuz. Aslında bunun çokça istisnasını bizzat görmüştü. Haksızlığına ve ahlâksızlığına şahit olduğu insanların büyük bir kısmı namazında-niyazında ve “hacı” olan insanlardı. Ama tutumunu bu insanlara bakarak değil, ideali olan İslâmi yaşayışı düşünerek belirlerdi. Ahlâksız dindarlar, ona göre dinin ruhundan habersiz kimselerdi.

Eğitime ve dindarlığa (dolayısıyla ahlâka) bu kadar önem veren annem için ideal olan okul, İmam-Hatip’ti. İki alanda da çocuklarına vereceği eğitim açısından bir yaştan sonra kendisini artık yetersiz görüyor, emin ellere teslim ederek gönlünü rahatlatmak istiyordu. Bütün direnmelerime rağmen beni dinlemedi, bu konuda hiçbir itirazı kabul etmeyeceğini söyledi. Sonunda İmam-Hatip Lisesine giderek kaydımı yaptırdık.

Dört haneli bir okul numarasına sahip olmanın ve ilk defa takım elbise giymenin, yani yetişkinlik dünyasına ilk adımları atıyor olmanın gururuyla başladı bu süreç. Diğer liselerde verilen derslerin üstüne bir de “meslek dersleri”ni de aldığımız için bazı günlerde dokuz saati okulda geçirdiğimiz oluyordu; ama yine de keyifliydi. Hem dinî bilgileri öğrenmek hem de ileride sahip olmak istediğimiz meslekler için gerekli dersleri almak ayrı bir haz veriyordu.

Meslekler deyince, zannedildiği gibi, İmam-Hatip öğrencileri Diyanet kadrolarına yönlendirilmezdi. Okulda aldıkları “temel”le birlikte daha seküler alanlara girmeleri ve oraları “doldurmaları” öğütlenirdi. Örneğin üniversite tercihlerine İlahiyat Fakültelerini yazmak pek de makbul sayılmazdı. Başta sayısal bölümler olmak üzere, diğer bölümleri kazanmak için yeterli puanı olmayanlar, ancak son bir çare olarak çaresizce İlahiyat Fakültelerini seçerlerdi.

Din, hayatın tamamen merkezinde olmalıydı hocalarımıza göre. Hatta tarihteki ve şimdiki bütün sosyal ve siyasi olaylar dinî bakış açısıyla ve dinî kavramlarla anlatılırdı; ayrı bakışlardan ve yorumlardan pek haberdar edilmezdik. Dışa kapalı bir paralel dünya yaşanırdı; her karşılaşılan olaya kendi kavramlarıyla açıklamalar yapabildiği için kendi içinde huzurlu, dışarıyı yabancı ve düşman bellediği için hep çatışmacı, dinin her şeye yeterli cevapları olduğuna inandığı için arayışsız bir dünya...

Bu dünyanın dışından haberdar olmak ya da dışına çıkmak, ancak kişisel çabalarla mümkündü; tabii bu hiç de kolay değildi. Sırtını Allah’a yaslamış olduğu için kendinden emin konuşan hocalara ve dinin gerçek yorumu olarak sundukları görüşlerine itiraz etmek, karşınıza koskoca dini almak anlamına geliyordu ve o yaşlarda bununla baş edebilmek neredeyse imkânsızdı.

Genel olarak Sünnilik de değil, Hanefi İslâm anlayışını İslâmın kendisi olarak sunarlar, son derece gelenekçi, muhafazakâr ve kuru/ruhsuz bir İslâm yorumunu her fırsatta öğrencilere benimsetmeye çalışırlardı. Doğru tarafta oldukları inancı, pedagojik prensipleri de ihmal etmeleri için sözüm ona “haklı” bir gerekçe oluştururdu; zorla namaz kıldırmak, yurtta kalan öğrenciler arasında sabah namazına camiye gitmeyip yatakhanesinde kalanlara dayak atmak gibi...

Hocaların bu tutumundan öğrenciler de büyük oranda etkileniyordu haliyle. Çatışmacı bir dindarlık anlayışı benimseniyor, “karşı taraftan” birileri bulunduğunda affedilmiyordu. Çatışılacak taraflar, CHP ve SHP ile destekçileri başta olmak üzere, çoğunlukla seküler kesimden oluşurdu. Onlar din karşıtlarıydı ve onlara karşı “Müslümanların” güçlenmesi gerekiyordu; evet, “Müslümanların”! O yüzden öğrenciler iyi çalışmalı, iyi yerlere gelmeliydi.

Hocalar arasında az da olsa “seküler” görünümlü olanların işi çok zordu. Örneğin Fen Bilgisi öğretmeni, ders sırasında dindarlığını ve tarafını inatla göstermeye çalışırcasına ağzında misvakla dişlerini temizleyen arkadaşlara, “Hz. Muhammed bugün yaşasa misvak değil, diş fırçası kullanırdı,” dediğinde sert ve saygısız tepkiler alıyordu.

Dindar görüntüsü olmayan, ya da “karşı” taraftan olduğu az-çok tahmin edilebilen öğretmenlere yapılacak en bayağı meydan okumalardan biri, ezan duası olurdu. Ders sırasında dışarıdan ezan sesi geldiğinde, ezan biter bitmez çoğunlukla muzip hafızlardan biri yüksek sesle ezan duası okumaya başlar, her bir cümlenin sonunda da sınıf toplu halde ve gayet yüksek sesle “Amiiin,” derdi. Hoca bu duruma müdahale ederse “din karşıtlığı” açığa çıkacak ve ona göre tepkiler alacaktı, müdahale etmezse de İslâmın sınıftaki “gücü ve zaferi” tescillenmiş olacaktı! Bu durumda hocaya düşen, sanki yapılması dinin emirlerindenmiş gibi gösterilen bu duanın, daha doğrusu “Show”un bitmesini sabırla beklemekti.

İşin ilginç yanı, “karşı” tarafın ya da “düşmanların” yalnızca laik kesimden olmamasıydı. Okulda Milli Görüş düşüncesi hakimdi ve yöneticiler ile hocalar, İmam-Hatip Liseleri birer devlet okulu değil de âdeta Milli Görüş Cemaatinin özel okullarıymış gibi bir rahatlık içinde hareket ederlerdi. Nitekim Erbakan da o yıllarda bu okulları “arka bahçe”si olarak tanımlamıştı. Hal böyle olunca, Milli Görüş’e ve Refah Partisi’ne mesafeli olan diğer cemaatler de düşmandı; çünkü “Müslümanların” parlamentodaki tek temsilcileri olan Refah Partisi’ne destek vermemek, “doğal olarak” İslâm karşıtlarına destek vermek anlamına geliyordu onlara göre. Hatta bir hocamız, kendisiyle özel bir sohbetimizde, “Refah Partisi’ne oy vermeyen kâfirdir!” şeklindeki hükmü bile rahatlıkla savunabilmişti.

Bu türden düşmanların başında Gülen Cemaati gelirdi o yıllarda; çünkü iki grubun liderleri arasındaki mesafe herkesçe bilinirdi. Ortaokula başladığım ilk günlerde, üst sınıflardan Milli Görüşçü abiler, derslerimdeki başarılarımdan dolayı beni bulup bazı kişileri işaret ederek, “Sakın şunlara yaklaşma ve konuşma, onlar Nurcular!” diyerek uyarma gereği hissetmişlerdi. Bazı hocalar da derslerin ortasında yerli-yersiz ve dolaylı-dolaysız, Said Nursi’den ve Fethullah Gülen’den bahisler açarlar, sakal bırakmamış ya da evlenmemiş olmaları üzerinden aşağılarlar, sonuçta da olay bir şekilde yine siyasete bağlanırdı. Gülen Cemaatinin ve diğer Nur cemaatlerinin sohbetlerine giden öğrenciler bir şekilde taciz edilir; hatta bu gruplarda aktif olan öğrenciler, bizzat müdür yardımcımız tarafından, okuldan atılmak veya ilçelere sürülmekle tehdit edilirdi.

Gülen Cemaati de yine o yıllarda oldukça sistematik bir şekilde İmam-Hatip Liseleri üzerinde çalışır, öğrencileri kendi gruplarına dahil etmenin sessiz ve derin mücadelesini verirdi. Yani 2010’lu yıllarda bu iki grup arasında tanık olunan güç mücadelesinin çok eski ve köklü bir tarihi var. AK Parti iktidarı ile Gülen Cemaatinin arasının açılmaya başladığı zamanlarda toplumda büyük bir şaşkınlık görünce, Taraf gazetesinde “Parantez kapandı” başlıklı bir yazı yazmıştım. Çünkü istisna olan, iki grubun karşıtlıkları ve mücadeleleri değil, aynı çatı altında durabilmeleriydi, o da artık bitmişti.

Benzer bir gerilim Süleymancılar Cemaati ile de vardı. Süleymancılar bu okulları “İmam-Hatab” (Arapça “odun”) diyerek aşağılar, kendi alternatif dinî eğitim kurumlarını yüceltirlerdi. Ancak sayıları ve faaliyetleri okulda yok denecek kadar az olduğu için bir “tehdit” teşkil etmezler, haklarında neredeyse konuşulmazdı bile.

İmam-Hatip, bir dava okuluydu. İslâm, daha doğrusu siyasal İslâm davasının okulu. Laik devlete karşı “içerideki” en büyük kalelerden biriydi. Oyun laik Cumhuriyet’in kurallarına göre oynanıyordu; görünürdeki her şey gayet meşruydu. Geleceğin Türkiye’sinin temelleri ve kadroları yetiştiriliyordu. M. Emin Ay’ın seslendirdiği “Ben İmam-Hatipliyim” ilahisindeki sözler de tam bunu yansıtıyordu: “Köklerim mazidedir, yepyenidir geleceğim / Bekleyin çok gecikmeden mutlaka geleceğim / Milletimin ümidi olan yüce dava için / Gerekirse gözümü ben kırpmadan öleceğim / Malazgirt’ten Viyana’ya uzanır benim elim / Geliyorum sevinin ben, ben İmam-Hatipliyim.”

Bu “cihat ruhu” hep diri tutulurdu. Lise birinci sınıfta, müdür yardımcımız namazda safların düzgün olması gerektiğini, savaşa giden askerlerin “ip gibi” dizilmelerinin ve belli bir nizam içinde olmalarının öneminden hareketle açıklamaya çalışınca yanımdaki arkadaşımla göz göze gelmiş, dinin ve ibadetlerin bu denli siyasallaştırılmasından duyduğumuz rahatsızlığı paylaşmıştık.

Arada siyasal İslâmdan uzak hocalarımız olurdu ama onlar istisnaydı. En insani şekilde diyalog kurabildiğimiz ve belki de en sevdiğimiz hocamız bir Atatürkçüydü. Ona yakın olanlar da, meslek dersi hocası olsa da siyasal İslâmdan uzak duranlardı. Bu istisnaların haricindekilerle sıradan insani ilişkiler geliştirmek son derece zordu; tabii onlarla aynı görüşleri paylaşmıyorsanız...

Bu hal böyle devam etti gitti. Annemin hayatıma yaptığı tek müdahaleyi sonuçlandırdım ve üniversiteye, yakınlarımın itirazlarına rağmen istediğim bölümü seçerek geçtim. Son sınıfımdayken 28 Şubat süreci başlamış, Necmettin Erbakan, başbakan olduğu Refah-Yol hükümetiyle iktidardan indirilmişti. İdeallerini siyasal iktidarı ele geçirmek üzerine kuran bu hareket, gelebileceği en yüksek yerden tepetaklak düşürülünce büyük bir sarsıntı yaşadı ve bir nevi sönüşe geçti. Grubun 90’lı yıllardaki en ateşli vaizi Şevki Yılmaz, “Yanlış yapmışız,” dedi, Abdullah Gül, “Devleti tanımamışız,” dedi, nihayetinde Milli Görüş’ün en sempatik ve karizmatik isimlerinden olan R. Tayyip Erdoğan, “Milli Görüş gömleğimi çıkardım,” dedi, “değiştim,” dedi ve Erbakan’dan ayrılarak AK Parti ile birlikte yeni bir siyasi oluşum başlattı.

İmam-Hatip’teki son yılımdan bu yana tam yirmi yıl, AK Parti iktidarının başlamasının üzerinden de tam on beş yıl geçti. Okuldaki hocalarımın söylediği idealler ne ise hepsinin, yaklaşık 2009’dan beri adım adım hayata geçirildiğine şahit oluyorum. O günlerde “düzen” diye devamlı yerilen devlet ideolojisinin ve sisteminin yerine şimdi kendi arzu ettikleri “düzen”in tesis edilmesini izliyorum.

Bu yazıyı yazdığım bugünlerde iktidarın ilan ettiği OHAL günlerini yaşıyoruz ve birbirinin peşi sıra gelen KHK’lara maruz kalıyoruz. Her bir KHK ile ülkenin yetiştirdiği çok sayıda insan, herhangi bir suçu ispatlanmadığı halde işinden ediliyor, yurtdışına çıkışı yasaklanıyor ya da hapse atılıyor...

İktidardakilerin ya da onlara sırtını yaslayanların söylemlerine baktıkça, hepsinde de İmam-Hatip’teki hocalarımı görüyor ve duyuyorum. Aynı dışlayıcı tavır, aynı kutuplaştırıcı retorik, aynı çatışmacı psikoloji. Aynı din anlayışı, aynı din istismarı, aynı tekfirci gelenek. Bir farkla; şimdi bütün o kişiler ve ideolojileri, bütün o halleri ve özellikleriyle iktidardalar ve sınırsızca muktedirler. O zamanlarda küçük çapta sergilenen anlayış ve yönetimler, şimdi ülke çapında gerçekleştiriliyor. O zamanlarda kurulan hayaller şimdi artık hayata geçirilmiş halde.

Yine devletin, yani halkın ortak kurumlarını kendilerininmiş gibi kullanmalar, yine kendilerine muhalif olanları veya farklı görüşte olanları devletin kurumlarından ihraç etmeler, yine kendi anladıkları “millet”in ve “milliliğin” dışındaki her şeyi gayri milli ve gayri İslâmi olarak görüp göstermeler...

O zamanlar gücü ele geçirme mücadelesi yaşanıyordu, şimdi gücü elden kaçırmama mücadelesi. Gücü elde etme çabası varken daha bir dikkatlilerdi; ahlâk, haysiyet, izzet, önemli kavramlardı. Şimdi gücü elden kaçırmamak için “meşruiyet” alanı genişletildikçe genişletiliyor; güç yolunda her şey mübah hale getiriliyor.

Bütün bu yaşananlar ve çöküşler karşısında çoğunluğun yaşadığı şaşkınlığı yaşamak istesem de yaşayamıyorum; sonuçta da aynı derecede hayretle tepki gösteremiyorum. Olumsuz etkilerini gidermek için yıllarımı verdiğim bu zihniyetin içinde altı yılımı geçirdiğim için şimdi olanlara şaşıramıyorum...