Fransa Seçimleri ve Macron: Kendine Özgü Bir Merkez Sol Popülizm

 

39 yaşındaki Ekonomi Bakanı Emmanuel Macron, En Marche! (İleri Marş!) hareketini 6 Nisan 2016’da doğup büyüdüğü taşra şehri Amiens’ta ilan ettiğinde büyük ses getirmişti. Bakanlık makamından istifa etmemiş, En Marche’in bir parti değil, siyasi hareket olduğunu belirtmişti. Gözünün bakanlıktan daha yukarılarda olduğu bir sır olmasa da, bu şekilde hareket edip hemen 2017 seçiminde aday olacağını ve Fransa cumhurbaşkanlığı yolunda en avantajlı adaylardan biri haline gelebileceğini kimse tahmin etmemişti. Macron isminden çok söz ettiren bir bakan olabilirdi ama sonuçta Cumhurbaşkanı François Hollande’un Goldman Sachs’tan kendine danışmanı olmak üzere devşirdiği bir yatırım bankacısıydı. Fransa’daki hemen hemen bütün elitler gibi ENA’yı (Kamu Yönetimi Okulu) bitirmişti ve her haliyle üst tabakanın adamıydı. Üstelik Hollande tarafından atandığı bakanlık dışında hiçbir siyasi görev yürütmemişti. Bir partiye bile üye değildi. Siyasetçi olarak prim yapması nasıl beklenilebilirdi?

 

Macron son anketler itibarıyla ilk turda Marine Le Pen ile kafa kafaya gidiyor, ikinci tura çıkması halinde ise kazanması yüksek ihtimal gibi gözüküyor. Sonuçta kazansa da kazanmasa da, tarihin en hızlı siyasi yükselişlerinden birini sergilediği tartışılmaz. Bunun kendisinden bağımsız bazı faktörlerin bir araya gelmesi sebebiyle olabildiğini inkâr etmemiz imkânsız. Fakat ne olursa olsun, Macron Fransa’daki seçmenlerin beklentilerini okumayı ve buna karşılık veren bir şey sunmayı başardı. 

 

Adaylığı ilk söz konusu olduğu sıralarda, Hollande, Macron’un Sosyalist Parti önseçimlerine girmesi gerektiğini söylemişti. Genç bakan ise “parti içi mücadelelerle vakit kaybetmek istemediğini” ve kampanyasını bir parti bünyesi altına girmeden yürüteceğini duyurdu. O sıralarda anketlerde Macron çöküşte olan merkez solun göreceli olarak daha az nefret edilen yüzlerinden biriydi ve bu kanadın tamamen onun arkasında birleşmesi halinde bile kazanmasına çok ihtimal verilmiyordu. Hollande veya Başbakanı Valls ile Macron’un ayrı aday olmaları halinde ikisinin de yüzde 12-13 bandını aşamaması bekleniyordu. Dolayısıyla Macron’un ayrı aday olması büsbütün absürt bir durum gibi gözükmüştü.

 

O sırada seçimi kazanması en yüksek ihtimal gibi gözükenler, merkez sağın adaylarıydı. Sarkozy, Fillon, Juppé üçlüsünden bir tanesinin Marine Le Pen’i alt edip cumhurbaşkanı olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Bu üçlü arasında en önde gelen ise defalarca başbakanlık yapmış ve uzun zamandır Bordeaux belediye başkanlığını başarıyla sürdüren Alain Juppé’ydi. Görece “makul” bir merkez sağ aday olarak tanınan Juppé’nin merkez solun da oy potansiyelinden yararlanacağı kestiriliyordu. Ama önce halka açık önseçimlerde rakipleri Sarkozy ve Fillon’u alt etmesi gerekiyordu. Merkez sağ medyasının ve muhtemelen iş dünyasındaki dostlarının açık desteğine rağmen eski Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin siyasi kariyeri bitmişti. İkinci turda ise beklenmeyen oldu ve katolik seçmene hitap eden muhafazakâr merkez sağın adayı Fillon Juppé’yi alt etmeyi başardı. Bunu izleyen ilk ay, anketlerde büyük başarı gösterip ilk turda Le Pen’den dahi daha fazla oy alması bekleniyordu; yüzde 30’lara dayanmıştı. Fillon bu noktadan itibaren, Le Pen’in seçmenine de hitap edebileceğine inanarak her geçen gün daha da sağcı bir üslupla konuşmaya başladı. Kazandığı takdirde, Fransa’nın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına uymayı dahi gözden geçireceğini söyledi. Rusya’yla yakınlaşmaya sıcak bakabileceğinin sinyallerini verdi. Elbette göçü kısıtlama sözü de verdi. Dönemin havasına uyan bu sağcı popülist söylemler dışında ise standart neoliberal bir programı vardı. Yarım milyon memuru işten çıkarmak, sosyal harcamaları kısmak istiyordu. Partisine sırtını dayadığı kampanyasına, kendisinin veya programının kattığı iyi veya kötü pek az şey bulunuyor. Ayrıca eşine fiktif bir “danışmanlık”  ücreti bağladığı iddia ediliyor ve “PenelopeGate” adıyla anılan bu iddialar medyada çok geniş yer buldu. 1 Mart itibarıyla yasal süreç başladı, fakat Fillon geri çekilmeyeceğini açıkladı. Açıklamasında “bu bana değil, demokrasiye bir darbedir”  gibisinden, bize tanıdık gelebilecek ifadeler kullandı. Fakat şu anda anketlere bakılırsa, oy oranı yüzde 20 civarına kadar düşmüş gözüküyor. Fillon kesinlikle yarışın dışında değil ve kazanması hâlâ mümkün gözüküyor fakat güçlü bir aday değil ve muhtemelen Hollande’dan bile daha güçsüz bir cumhurbaşkanı olacak.

 

Fillon’un merkez sağın adayı olması ve bundan da önemlisi Juppé’nin olamaması, belki de Macron’un elini en çok güçlendiren gelişme oldu. En Marche hareketi Juppé’nin temsil ettiği liberal merkez sağın oy potansiyeline gözünü dikmiş durumda. Hatta bu “tehlike” nedeniyle sağ çevrelerden Fillon’a adaylığını çekmesi konusunda büyük baskı geldi, hatta sözcüsü, kampanya direktörü ve birçok milletvekili ondan desteğini çekti.

 

Merkez solda da çok benzer bir önseçim yaşandı. Hollande’un aday olmayacağını açıklamasının ardından “partinin adayı”  olarak başbakan Manuel Valls ön plana çıktı. Valls, güvenlik ve göç gibi konular başta olmak üzere merkez solun daha sağa yakın kanadının temsilcisiydi. Karşısında ise kazanması yüksek bir ihtimal gibi gözükmeyen, hakiki anlamda demokratik sosyalist olarak tanımlanabilecek Benoit Hamon vardı. Hamon’un programında evrensel gelir, ekoloji gibi temalar çok yer buluyordu ve uzun suredir bürokratik bir kâbusa dönüşmüş olan başarısız merkez sol partinin seçmenine hitap etmeyi başardı. Muhtemelen, merkez partilerin önseçimlerinin ikisinde de anketlerin hiç tahmin edemediği sonuçlar çıkmasının bir nedeni, eski tarz işleyen siyasi açıdan kısır partilere bir anda daha demokratik seçim sistemlerinin dayatılması idi. Hamon’u ünlü ekonomist Piketty basta olmak üzere pek çok “popüler entelektüel” de destekliyor fakat ikinci tura çıkması uzak bir ihtimal. Bunun birinci nedeni, “demokratik sosyalist”  ve “demokratik olmayan sosyalist” seçmenlerin bölünmüş olmaları. Hamon en iyi ihtimalle yüzde 16-17 oy potansiyeline sahip.

 

Diğer yandan, Hamon’un adaylığı açıklanmadan önce yüzde 17’lere kadar çıkmış olan ama şimdi koşulların değişmesiyle yüzde 12-13 bandına düşen sol parti var. Bu sol parti, pek çok açıdan Macron’un hareketini de andıran bir tek adam partisi. Lideri Mélenchon, partiyi bir kurum olarak görmekten ziyade, ideolojik atalarının “demokratik merkeziyetçilik” fikrinden yola çıkıyor. Bir yandan bu arkaik işleyişe rağmen, parti programını internet üzerinden oylatmak gibi jestler yapıyor, keza doğrudan demokrasi ile Fransa Cumhuriyeti’nin altıncı anayasasını yazmak gibi sözler veriyor. Fakat dört seçimdir partinin başında bulunan ve ikinci kez cumhurbaşkanlığına aday olan Mélenchon’un arkasında ciddi bir momentum yok ve egosunu bir yana bırakıp Hamon’un arkasına geçmesi, demokratik sosyalistlerin bu seçimlerde kazanmak için tek şansları gibi gözüküyor.

 

An itibarıyla, Hamon Mélénchon’un oylarına tam anlamıyla uzanamadığı gibi son aylarda Macron’a doğru yönelmiş olan liberal merkez sol seçmenleri de geri kazanamıyor. Bütün bunların yanı sıra, Marine Le Pen artık siyasette kendine sağlam bir yer edinmiş olsa bile, ikinci turda karşısına çıkacak aday kim olursa olsun kazanması zor gözüküyor. Şu âna kadar ikinci tur anketlerinin hiçbir tanesinde yüzde 40 oranını geçmiş değil.

 

İşte, bütün bu faktörlerin bir araya gelmesi, Macron’un projesine siyasi arenada bir yer açtı. Peki, bu proje nedir ve böylesine geniş bir alanı doldurmayı nasıl başardı?

 

İlk olarak, bazı önyargıları sorgulamakta fayda var. Emmanuel Macron’un hareketi bazı açılardan bir elit hareketi olarak tanımlanabilir. Göründüğü kadarıyla Le Monde medya grubu onlara destek veriyor, üniversite mezunları ve üst sınıflar arasında daha popülerler. Başta sosyalist parti olmak üzere, bütün merkez partilerindeki önemli şahsiyetlerden destek alıyorlar. Macron, bakanken kurduğu temasları, kampanyasını güçlendirmek için kullanmakla suçlanıyor. Onun için “tam anlamıyla sistemin bir ürünü”  ifadesi kullanılıyor. “Milyarder olmak isteyen gençler gerekiyor”  gibi, soldan çok tepki çeken bazı ifadeleri de böyle bir imaj oluşmasına sebebiyet verdi. Fakat gözden kaçırmamak gerekir ki, Macron en prestijli okullara gidip ardından Goldman Sachs’ta yatırım bankacılığı ve Fransa hükümetinde bakanlık yapmış da olsa, o taşralı orta sınıfın bir çocuğu. Daha önce belirttiğim gibi, kampanyasını doğduğu şehir Amiens’da başlatması, bu imajı vurgulamanın bir icabıydı. Daha geçenlerde, bir gazeteci kendisinin Marine Le Pen’in deyimiyle “paranın güçlerinin” temsilcisi olup olmadığı sorusuna verdiği cevap son derece açıklayıcı: “Beni kariyerimin dört yılından ötürü bankacı olmakla suçluyorsunuz. Bu dört yılla gurur duyuyorum fakat ben bankacılık dünyasında doğmadım. Gazetecilik veya finans dünyasından hiçbir destek almayan orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak doğdum. Cumhuriyet’in okuluna gittim, Cumhuriyet’in sınavlarını kazandım ve bankacı olduğumdan daha uzun süre memurluk yaptım. Şimdi ise diğer adaylar maaşlarını almaya devam ederken, ben bütün görevlerimden istifa edip kendimi bu kampanyaya vererek büyük bir risk üstlendim.” Bilimsellikten uzak olan bu sembolik ve retorik boyut bir yana, siyasi anlamda da halka uzak olduğunu söylemek çok doğru olmayabilir. Nitekim bu soruya verdiği cevabın devamında Macron, özellikle eğitim politikasından örnekler vererek programının bir “orta sınıf programı”  olduğunu savunuyor. ZEP (öncelikli eğitim bölgesi) statülü fakir mahallelerdeki okullara yatırımları arttırmayı, yerel yönetimlere giden konut vergilerinden nüfusun yüzde 80’ini muaf tutmayı planladığını belirtiyor. Macron 2 Mart’ta programını resmen açıklarken defalarca orta sınıfın önemine referans yaptı. “Orta sınıf, Fransızlar arasındaki siyasi uzlaşmanın kalbindedir,” demeye kadar vardırdı işi.

 

Orta sınıflara hitap etmekteki istekliliği ve başarısı aynı zamanda programında istihdama verdiği yer vasıtasıyla da görülebilir. Rakipleri Marine Le Pen ve Fillon, programlarını büyük ölçüde göç ve güvenlik üzerine kuran bir strateji izliyorlar. Bu sebeple, Fillon için standart neoliberal düzenlemeler, Le Pen için de ekonomiden biraz anlayan kimsenin ciddiye almayacağı, euro ve Avrupa karşıtı milliyetçi söylemler dışında ciddi bir ekonomik program söz konusu değil. Macron, “Fransa’yı 21. yüzyıla sokmak”  ifadesiyle tanımladığı bir ekonomik program öneriyor. Hedefi, teknolojik değişimleri risk değil, fırsat olarak algılayıp yeni sektörlere işgücü yetiştirmek, istihdamı da bu sayede arttırmak. Bu, onu en büyük rakibi olan sağcı adaylardan ayırmanın yanında, daha soldaki Hamon ve Mélenchon’dan da ayırıyor. Onların evrensel gelir gibi önerilerini, tamamen denklem dışı bırakmasa da “işsizlik karşısında pes etmek”  olarak algılıyor. Çalışmanın sadece ekonomik değil, sosyal, hatta felsefi bir değeri olduğunu savunması, sadece küçük burjuvalar değil, işçiler nezdinde de ona çok sempati kazandırıyor. Programın yanı sıra, kampanyası da halktan kopuk bir hava vermiyor. En Marche teşkilatı büyük ölçüde gönüllülerden oluşuyor ve çalışmasını küçük şehirlerde yoğunlaştırıyor. Diğer yandan, Macron genel seçimlerdeki milletvekili listesinin yarısının daha önce siyasi bir pozisyonda bulunmamış insanlardan oluşacağını açıkladı. Gidişata bakarsak Macron yüzde 25’e yakın oy alabilecek gibi gözüküyor.

 

Sorun şu ki eğer seçilirse, cumhurbaşkanlığı seçiminden bir ay sonra yapılacak genel seçimlerde mecliste bir çoğunluğa sahip olmayacak -çünkü partisi yok! Sosyalist Parti’yi parçalayıp merkezde bir Demokrat Parti kurma projesi olduğundan söz ediliyor Macron’un. Ama dar bölgeli, iki turlu milletvekili seçimlerini kazanmak için, parti teşkilatına ihtiyaç var. (Aynı sorun Marine Le Pen’in de bir zaafı; seçim sistemi nedeniyle parlamentoda bir avuç milletvekiliyle kalabilir ve geleneksel partilerin oluşturacağı hükümetle çalışmaya mahkûm olabilir.)

 

Macron’un şu an Batı dünyasında etkisini hissettiren, popülist olarak adlandırılan dinamikleri, merkez sağ ve merkez sol cenahındaki diğer adaylara göre daha iyi anladığı ve buna yatkın bir proje sunduğunu söyleyebiliriz. Programı ve somut politika önerileri bir yana, Macron’un temsil ettiği hava Fransız orta sınıflarının desteğini kazanıyor. Uzun zamandır, büyük ölçüde irrasyonel bir karamsarlıkta olan ve biraz da bu nedenle sağcı hareketlerin ivme kazandığı Fransa’da, Macron insanların özlediği pozitif, partiler dışı ve “ne sağ ne sol” olduğunu iddia eden liderliğin bir temsilcisi olarak algılanıyor. Bir yanda, işlerin kötü gittiğini söyleyerek tamamen işlevsiz kurumların yerlerini yenilerinin alması gerektiğini öneren adaylar var. Marine Le Pen statükoya alternatifi geçmişte ararken, Mélenchon varsayımlara dayanan bir gelecekte görüyor. Diğer yanda, uzun zamandır bürokratik mekanizmaların içinde yükselmiş ve devletin kurumlarıyla tamamen özdeşleşmiş merkez adaylar var. Macron ise bir yandan bir kaç ay önce çıkan Devrim isimli kitabının başlığının gösterdiği gibi büyük bir değişim önerir, daha doğrusu “değişim için bana güvenin” derken, diğer yandan insanların on yıllardır sahiplenmiş olduğu değer ve kurumları sorunun olduğu gibi çözümün de bir parçası olarak gören bir bakışla, onları rahatlatıyor.

 

Peki, Macron seçildiği takdirde bunun dünyaya nasıl bir etkisi olur? Genç aday, politikasının önemli bir ayağını ekoloji olarak tanımlıyor. COP21 çerçevesindeki uzlaşmaları dünya genelinde kabul ettirmeyi Fransa’nın en temel çıkarlarından bir tanesi olarak gördüğünü söylüyor. Bu konuda ülkesine bir liderlik rolü biçtiğini, Trump’ın politikalarını eleştirdiğini ve Amerikalı çevrebilimcileri Fransa’ya davet ettiğini, İngilizce yaptığı çağrıyla da beyan ediyor. Fransa herkesin bildiği (fakat birçoklarının hâlâ ısrarla reddettiği) gibi artık eskisi kadar önemli bir ülke değil ve o kadar geniş bir nüfuzu yok. Mitinglerinde Fransız bayraklarının yanında Avrupa Birliği bayraklarının da dalgalanması, bu soruna  Macron’un getirdiği çözümü işaret ediyor: O, cumhurbaşkanı olduğu takdirde, Avrupa Birliği’ni güçlendirmek ve ortak bir dış politika kurmak üzere ciddi siyasi adımlar atma sözü veriyor. Le Pen’in Avrupa Birliği’nden çıkmak için referandum yapmayı teklif ettiği günlerde, Avrupa yanlısı olmak konjonktüre pek uymuyor. Fakat Almanya seçimlerinden de benzer bir dinamikle hareket eden bir iktidar çıkması halinde, Avrupa’da, Batı dünyasının yaşadığı sistemik krize bir çözüm için gelişmeler olabilir.